Cumartesi, Aralık 17, 2011

Yazarlar ve motorsiklet bakımı sanatı

Camden Town'da Stables Market
Hayatıma İnternet 1993 yılında girmeden önce çok basit bir yaşamım vardı. Kitapçılardan, sahaflardan kitap bulur, okurdum. Arkadaşlarımdan aldıklarım, verdiklerim filan, sonuçta elimden bir kitap düşmezdi. İlk/ortaokul ve lise'de ders aralarında oturup kitap okurdum, öğle tatillerinde hayli bir şey okuyabiliyor insan.

Özellikle Türkçe kısa hikaye toplamalarında yazar hakkında hiç bir şey bahsedilmezdi, İngilizce romanların da arka kapaklarında sağında solunda yazar hakkında bir paragraf yazı ya olurdu ya olmazdı. Haliyle yazarlar hakkında bütün bildiklerimi sadece yazdıklarından ögrendim. Asimov'un Rus asıllı olduğu isminden belli olsa da daha bebekken ailesinin Rusya'dan göç ettiğini bilmem mümkün değildi, öte yandan bunu bilmenin ya da bilmememin Asimov'un İmparatorluk serisine ne kattığı da tartışılası bir konu. Bu gün biraz bundan bahsedeceğim ama galiba konu biraz dağıldı.



1996-97 civari Büyük Bilkent Kütüphanesi Talanı'nda inanılmaz miktarda kitap okuma fırsatı bulabildim. Daha önceleri ana kaynaklarım sahaflar, İngiliz Kültür Kütüphanesi'nin kısıtlı BK/F kapasitesi, arkadaşlar ve param yeterse gidip ithal kitap almak idi. İngiliz Kültür Kütüphanesi hem taşınmıştı, hem de küçülmüştü bizim ilkokul dönemi aboneliğimizle lise aboneliğimiz arasındaki birkaç sene içerisinde ama neler neler keşfettim o sayede, İain M. Banks'tan tut, Terry Pratchett'e kadar bir çok Britanya yazarını o sayede okudum. ODTÜ her ne kadar bizim kütüphanemiz Türkiye'deki en büyük kütüphanelerdendir diye reklam yapsa da 90'ların ortalarında daha çok 1970'lerden kalma mühendislik eserleri ile doluydu, koca kütüphaneyi kaç kere aramama rağmen bir türlü oturup okunacak bir şey bulamamıştım. Annemin ODTÜ'den Bilkent'e geçisi bana Bilkent Kütüphanesi'nin kapılarını açtı ki ne açış! Bir seferde 14 kitap gibi bir ödünç verme olayları vardı iki hafta için, ben de her seferinde tam sınırda dolaşırdım. Bir üniversite kütüphanesi için inanılmaz sayıda bilim kurgu eseri biriktiriyorlardı. O zamana kadar yayınlanmış bütün Nebula hikayelerini o sayede okudum, bir sürü yazarla tanıştım, tanışmakla kalmadım, sırayla elde ne kitap varsa A'dan başlayıp Z'ye kadar okudum bitirdim birkaç sene içerisinde.

Bu kadar yazarı hiç bir politik veya yazım tarzı gütmeden okudum. Sağcısını da, solcusunu da, yukardakini de, en aşağıda - pornodan bir basamak üstte olan Gor serilerine kadar herseyi bir açlık ile okudum bitirdim. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra şimdi geriye baktığımda bazi şeylerin aç olmama rağmen ağzımda kötü bir tat bıraktığını farkediyorum.

80 ve 90'larda yetiştik, o zamanların Cumhuriyet'ini okudum, sağcı politikacılara kızdım, solcu politikalarıların salaklıklarına sitem ettim, kafatası ölçmeyi sevenlerden tiksindim, Uğur Mumcu öldürüldüğünde şaşırdım, üzüldüm. Bunları yaparken de bir yandan Orson Scott Card'ın Ender'in Oyunu'nu okurken ezilmiş Enderi destekledik ama geri planda neler olduğuna dikkat etmedim.

Ender üçüncü çocuk olduğu için herkes tarafından nefret edilir. Ender'in ezikliği ve kendisini koruma içgüdüsü burdan ortaya çıkar. Peki niye? Çünkü dünya çok kalabalıklaşmıştır ve özel izne bağlanmıştır ikiden fazla çocuk yapmak. Bunu 20 yaşlarında okuduğumda hiç üstünde durmamıştım. Tekrar tekrar düşündükçe bu konuda Orson Scott Card'ın ne mesaj vermeye çalıştığını anlamaya başlıyor ınsan ancak esas için Orson Scott Card hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerek. 1993 öncesinde bu şansım hiç yoktu. Sonrası da şu an ile karşılaştırılamaz.

Orson Scott Card bir Mormon. İçine büyülü bir iç çamaşır giymezse cennete gidemeyeceğine inanıyor. Monogami yerine bir erkeğin bir sürü kadınla evliliğini doğal bir hak görüyor. İstediği kadar cocuk yapmayı hak görüyor. Doğum kontroluna ve devletin herhangi bir kural ile karşına çıkmasını eş görüyor ve ikisinden de aynı derecede nefret ediyor. Öte yandan babaya, aile reisine karşı çıkmayı büyük bir günah olarak algılıyor. Kadınların eşitliğine karşı çıkıyor, hatta yeri geldiğinde olay nefrete bile vurmakta.

Orson Scott Card'ın Mormon olduğunu öğrenince bir çok şey aniden yerine oturuyor. Ender'in anne ve babasının Ender'i dünyaya getirmesinin sebebi aniden bir kaza değil, bilinçli bir karar haline dönüyor. Bütün kitap serisinde ayrıntısına girmeyeceğim bir çok şey aniden bir genel tema üzerine oturuyor, mana kazanıyor.

Bunların hiç birini bilmeden Ender'in Oyunu'nu okuduğumda herhalde en favori kitaplarımın birisi arasına koymuştum. Aradan 15-20 sene geçince aynısını yapamayacağımı farkettim.

Orson Scott Card'ın garipliği Bilkent'te sırayla kitaplarını okurken farkettiğim bir şey. Homecoming serisinde bir gezegende bir genç önce bir bilgisayar, sonra gezegenden ailesini kaçırıp kaybolmuş olan Dünya'ya geri gidebileceğini keşfeder. Ancak karakter genç aile liderine bir türlü 'ya bi siktir git' diyemez, kitapların yarısı bu hareketi yapamadığı için olayın gittikçe uzaması ve salaklaşmasıyla geçer. Bilkent'ten serinin son kitabını da alıp okuduğumda 'Yahu bi sorun var bu adamda' olmuştum.
Bunları yazacağıma ilgi göstermem gereken

Şimdi Firefox'u açip Orson Scott Card'ın yediği her türlü haltı okuyabiliyorum. Bu teknolojik güzellik benim bir daha Ender'in Oyunu'nu okumayabileceğimi garantileyebilmiş durumda.

Başka bir örnek ise Larry Niven. Yine Bilkent Kütüphanesinde varolan bütün kitaplarını okuyarak zaten tanışıklığım varken iyice eş doşt olmuştuk kendisiyle. Ancak romanlarındaki çeşitli sağcı, yeri geldiğinde faşist öğeler kitapların tadını iyic soğutmuştu. Şimdi görüşlerini iyiden iyiye öğrenebiliyorum ve herhangi bir eserini okuyasım gelmiyor, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar.

Öte yandan başka bir şekilde tanıştığım bir yazar var. Kendisi zaten bir internet fenomeni olduğundan, Scalzi adını ilk defa nette duydum ve Yaşlı Adamın Savaşı (Old Man's War) kitabını aldım okudum. Normalde askeri-bilim kurgu'dan çok hoşlanmasam da çok hoşuma gitti ve bir yazar hayranlığı başladı bende. Askeri-bilim kurgu'lardan ender hoşlandıklarım var ki bunlar genelde başka sebeplerden : Haldeman'ın Sonsuz Savaşı (Forever War) esasında vietnam savaşı karşıtı bir kitaptır, John Steakley'in Armor'u da tekrar tekrar savaşmaya gönderilen bir askerin psikolojik durumu hakkında, Heinlein'in Starship Troopers'a da bir şey diyemeyeceğim, herhalde sadece çok iyi yazıldığından.

Scalzi yaşamının büyük bir kısmını nette insanlarla paylaşan birisi olduğundan günübirlik kedisine ve kızına neler yaptığından tutun adamın gün batımına kadar her bir şeyini biliyoruz. Her nedense şu güne kadar yaptıklarını çok yadırgamamışım demek ki bu adamın sorunu nedir diye düşünüp kitaplarını okumama kararı alma gereği görmemişim.

Öte yandan bu yazdıklarımın tam tersi etkiye sahip olan bir yazar daha var. Az önce bahsettiğim büyük üstad, Amerikan liberteryanı Robert A. Heinlein. Ancak Heinlein'in kitaplarında ciddi bir paranoya olduğunu düşünmekteydim.

Öyle kitapları vardı ki okurken 'dalga geçiyor galiba' diye düşünürdüm. Aradan geçen yıllarda 'galiba dalga geçmiyordu dangalak' diye düşünmeye başladım. Heinlein'in bazı kitaplari gençlere, kızlar dahil, istediğinizi yapabilirsiniz kitapları. Podkayne of Mars süper bir örnek. Kahramanımız silahını beline takmış, maceraya hazır bir genç kızdır ve ciddi beceriklidir. Bazı romanları ise orta yaşlı erkeklere ABD liberalizmi dersleri: Starship Troopers, Job: A Comedy of Justice,  gibi kitaplarında yer yer hikayeyi bırakıp söyleve başlar Heinlein. Özellikle Starship Troopers'daki politik ders fasıllarında Heinlein'in demokrasiye bakış açısının hiç de demokrat olmadığını öğreniriz. Ancak Stranger in a Strange Land romanında da seksüel özgürlüğe sahip kadınları ve öğüt vermeyi seven öğretmen karakteri Jubal'ın yerleşimci karşıtı söylevleri Starship Troopers ile tümüyle çelişir.

Heinlein yazdığı dönem ile karşılaştırıldığında bir çok kitaplarındaki başarılı, zeki ve özgür kadın karakterleriyle hep taktir ettiğim bir yazardi. Belki de bu yüzden.

Herşeyi bırakın, Heinlein 1980'lerde kafayı iyice sıyırdığında tümden tiksindirici, kadınların eşya gibi kullanıldığı romanlar da yazdı. Friday adlı romanı üç defa okumaya çalışmama rağmen tiksinmemden becerememiştim.

Bir iddiaya göre Heinlein bu dönemde bir beyin tümörünün etkisi altındadır ve tümör tedavi ediltikten sonra yazdığı ilk kitap tümüyle farklı bir kategoride. Friday'ı 1982'de yayınlaması ve rezil bir şey olması,  A Comedy of Justice'i de 1984'te tümüyle farklı bir bakış açısıyla yazması ve iy bir kitap olması bu teoriyi geçerli kılsa da Wikipedia bundan hiç bahsetmiyor. Hoş, Wikipedia'nın ne kadar gerçek olduğu tartışılır! (Peh, benden daha az attıkları kesin! :) )

Belki de gerçek olan Heinlein'in Orson Scott Card, Larry Niven veya John Scalzi'den daha karmaşık bir karakter olduğu ve kendisini sınıflandırmanın zor olması. Belki de gerçek olan kendimi Larry Niven veya Scott Card okumayarak birşey kaybetmeyeceğimi bildiğim halde Heinlein okumazsam kaybedeceğim için bir şekilde ikna etmiş olmam.



Hem Larry Niven, hem Heinlein Liberterian akımının takipçisi. Ben her ne kadar sağcı diye kestirip attıysam da özellikle Amerika'dan fırlama bu politik akım, batı sağcılığının bireyselliğini, kişisel özgürlüğünü ve katı kapitalizmini en ön plana koysa da yine batı sağcılığının devlet yapısına karşı çıkıyor. Her koyun kendi bacağından asılır diyesine değil komşuya yardımı, kendi çekirdek aile içi dışındaki herhangi bir bağlantıya karşı çıkıyor. Her ne kadar bireysellik ve özgürlüklerde adamlara hak versem de inanılmaz kapitalistlikleri ve kardeş insanlara karşı hissettikleri beni rahatsız ediyor.


Chris Brooks'un Flickr'indan arak eski bir kapak
Benzeri şekilde Charles (şahsen tanımadığım birisine Charlie diyemiyorum, kusura bakmayın) Stross'u, antipope.org'dan takip etmeye başlamadan önce okudum, beğendim. Ken MacLeod da aynen. İkisinin de yazdıkları, Linux gibi açık yazılımdan olumlu şekilde bahsetmeleri, yazdıkları politik olaylar benim isteklerimle tutuştuğu sürece hoşuma gitti. Ken MacLeod'un Kuzey Londra özgür alanı ve karakterleriyle kendimi bir şekilde eşleştirebildim, gidip Enternasyonalizme tekrar göz atıp beğendiğim kısımlarını tekrar özümlemek hoşuma gitti. Ken MacLeod da blogunda arada bir aklına geleni yazan bir adam, okunması gerekli bir bilgi kaynağı.

Terry Pratchett de pterry takma adı ile Usenet gruplarında yazışırdı - hala kendisi bu isimle anılmakta. Piers Anthony internet yokken kitaplarının arkasında okurlarından bahsederdi, hala buna devam ediyor mu bilmiyorum, Ankara'dan Cambridge'e taşındığımda sahaflar dışında da kitap bulur olduğumda Piers Anthony okumayı kestiğimi farkettim.

Herneyse, ne neden bahsediyordum? 1990'ların ortalarında Yahoo'daki bilim kurgu mesajlaşma grubunda takılırdım. Burada ilk defa direk haberleşmeye başladığım bir yazar oldu. Mike Resnick de bu listede yazardı. Hatta Starship Troopers kitabını bana italyan bir bilim kurgu hastası postayla göndermişti, bu sayede okumuştum ilk defa! Severek okuduğum yazarlarlarla birebir haberleşme ancak o zaman mümkün olmuştu. Mike Resnick'in Kirinyaga hikayelerini daha sonra Bilkent'ten alıp okuduğumda sinirlenmiştim, nasıl mesajlarında bu kadar yardımı ve düşünceleri başkalarından esinlemeyen iyi bir insan kalkıp töre olayının gelişmenin önünde geldiğini iddia ederdi? Ben mi yanlış anlıyordum okuduklarımı yoksa yazarın kendisiyle yazdıklarını ayırt etmek mi gerekiyordu?

Artık yazarlarla birebir diyaloğa girmek çok daha kolay. Neredeyse her yazarın bir blogu, bir twitteri, bir email adresi var. Bir şeyler gönderdiğinizde keyifleri yerindeyse cevap veriyorlar, keyifleri yerinde değilse Amazon'da kötü puanlanmış yorumlarla savaşıp cümle aleme rezil oluyorlar ama sadece yüz yüze Convention salonlarında karşılaşmıyoruz bu insanlarla. Herhangi bir okur olarak beğendiğimiz bir yazara birkaç dakika Google'da dolaştıktan sonra ulaşmamız mümkün

Bir yazar hakkında bildiklerimin yazarın yazdıklarından aldığım zevki etkilediği kesin. Burada zamanı geriye döndürüp interneti yok edemeyeceğime göre, bunu bir şekilde lehime kullanmanın yolunu bulmam lazım. Ya baştan bilinçli bir şekilde yazarları araştırıp eserlerini okuyacağim, ya da eserleri okuduktan sonra yazarı araştırıp neymiş bu adam bakacağım. Bu devirde herhangi bir şekilde bakmamak mümkün değil. Bir yazarın yatakta ne yaptığı, sabah kahvaltısında ne yediği ve kime oy verdiği yazdıklarını ne kadar etkiliyor ciddi tartışılır ancak yazarın kim olduğu ve neler düşündüğünün büyük etkisi olduğu kesin. Yoksa nasıl Samuel R. Delany'in eserlerini açıklarsınız? Ya Ursula LeGuin'i? Ya da, en sonunda bir insanın fikirlerinin elli küsür yıllık yazarlık döneminde değişeceğini kabullenerek, Heinlein'i?

Hiç yorum yok: