Çarşamba, Aralık 26, 2007

Robotech Shadow Chronicles

Robotech Shadow Chronicles

Ooooykk...
Kabaca 20 dakikasini izledim su ana kadar ve yaaani....

Animasyon kalitesi hayli dusuk, ozellikle zengin ve olaganustu guzel Macross Zero ile karsilastirildiginda.

Macross Zero animasyonu son derece guzelce, renkli ve kalitelice yapilmasina ragmen Robotech Shadow Chronicles son derece, coook cooook coook ucuz 3D animasyon ve 2D animasyon karismasi ile yapilmis.
Ozellikle 3D animasyonda gosterilen gelismeleri goz onune alirsak bu 2006 tarihli film tam bir copluk.

Karakter tasarimi o kadar kotu ki, ses aktorlerinden hic baslatmayin. Cok zayif ve hic bir duygy icermeden, direk senaryodan hic pratik yapmadan okunmus gibi gozukuyor. Zaten ingilizce animasyonlardan hic hoslanmam, genel olarak yeteneksizler ve beceriksizler Amerika'da ses aktorlugu yapiyor galiba. Uzucu bir durum cunku Japonca orjinal animasyonlardan ve cocuklugumdan, Turkce dublardan bu isin nasil iyi yapilabilecegini biliyorum.

Son olarak, vucutlari nasil tasarladilar boyle? Bir animasyon icin bile o kadar kotu ve sahte gozukuyorlar ki inanilmaz bi sey. Butun erkekler ucgen sekilli, hatunlarin da goguslerinden hic baslatmayin. Bazi super-deforme Japon animelerinde bile gogusler bu kadar sahte degiller! Sanki hepsi silikonlari basmis!

Senaryo cok zayif.

Ilginc, Robotech ilk basta temellerini Macross'a dayar ki Macross, en eski hali ile son derece kaliteli bir animedir. Macross Zero, 5 ep'lik 20. yil OVA serisi 2002 yayin tarihli idi. Bu animasyon Macross Zero'dan 4 sene sonra ortaya ciksa da kalite acisindan coooook daha zayif. Macross Zero'nun toplam suresi de dusunulurse (5 x 30 dakika = 150 dakika vs. assa yukari 90 dakika RSC icin) affedilebilir bir olay degil RSC'nin kaltesizligi.

Herneyse...
Ben bunlari yazarkene 32. dakikaya geldim.... Kalan 55 dakikayi da bir sekilde izlerim... Heheh, kotu de olsa Robotech/Macross olayina hastayim.

Bizim bi ara bi Macross/Robotech podcastimiz olacak ama kicimi kaldirmam lazim bu is icin.

Kisa zamanda bir aydir edit etmedigim son epizodumuzu halledip piyasaya koymaya soz veriyorum burda... Nah buraya yazdim.

Perşembe, Kasım 29, 2007

Işık Tanrısı (Lord of Light)

Roger Zelazny 1968

Dayanamayıp Işık Tanrısı geçenlerde bir kez daha okudum. Okuduğuma da pek memnun oldum. İlk kez 2000 yılı kışında, askerlik arifesinde okumaya başlamıştım. Askere kitaplar, hem de bilim kurgu kitapları götürecek kadar saf olduğum için, birliğe teslim olduğum gün el koydular çantamdakilere. Daha sonra istihbarat subayından diğer kitaplarımı geri alabilsem de Işık Tanrısı sırra kadem basmıştı. İstihbarat binbaşısı, adını şimdi hatırlamadığım için küfürlerim tam olarak hedefini bulamıyor, kitabı beğenmiş olacak ki çeşitli açıklamalar arasında kitabı iç etti. Asker dönüşü ilk fırsatta tekrardan edinip okudum. Tadı damağımda kalmıştı bitirdiğimde. İkinci turda da aynı tadı buldum.

Işık Tanrısı yanlış bilmiyorsam Zelazny’nin üçüncü kitabı. İlk kitabı Bu Ölümsüz (This Immortal ya da … And Call Me Conrad) Hugo Ödülü almış, aynı şekilde Işık Tanrısı da Hugo Ödülü alıp, Nebula Ödülü adaylığı kazanmış.

Hikaye yok olmuş “Dünya” adlı gezegenden kaçan kolonicilerin yerleştiği “Urath” adlı gezegene geçiyor. (İnternette farklı yorumlar mevcut kimi yerlerde yerleşilen gezegenin dünya olduğu yazıyorsa da ben kendi yazdıklarımda ısrarcıyım.) Koloni gemisinin mürettebatı gezegenin yerleşik ırkları ile savaşarak yeni bir medeniyet kuruyorlar. Bu savaşta galip gelmek için kendi vücutlarında, sahip oldukları ileri teknoloji ile, çeşitli değişikliklere gidip insan üstü yetenekler geliştiriyorlar. Savaştan sonra da Hint mitolojisinden tanrı suretlerine bürünüp kurdukları medeniyeti yönetmeye başlıyorlar. Hatta sahip oldukları teknoloji sayesinde zihinlerini/ruhlarını yeni bedenlere aktararak bir nevi ölümsüzlüğe kavuşuyorlar. Kahramanımız Sam, kendisi bu tanrılardan biri, Buda olarak, kast sistemine ve tanrıların diktatörlüğüne baş kaldırıyor.

Kitap yedi bölümden oluşuyor. İlk bölüm sonra Sam geçmişte yaşadıklarını ve tanrılara karşı verdiği ilk mücadeleden sonra geldiği nokta ile başlıyor. Ardından verdiği mücadeleyi hatırlıyor. Altıncı bölümde ise kitabın başındaki noktaya nasıl geldiği anlatılıyor. Bu ilk altı bölüm Hint Mitolojisindeki Yaşam Döngüsünü sembolize ediyor. Altıncı bölümdeki yenilgisi ile Sam’in mücadelesi birinci bölümde tekrar başlıyor ve böylece aydınlanmamış kişinin karma döngüsü tasvir ediliyor. Sam’in aydınlanması ile döngüyü kırıyor. (Tabiî ki bendeniz böyle bir sonuca tek başıma ulaşamadım. Kitap ile ilgili karıştırdığım yorumlar beni aydınlattı, döngümü kırmamı sağladı. Çok yaşa Eris !)

Kitap çok sevdiğim şu parça ile başlıyor ki, hikayenin kahramanı Sam’i çok iyi anlatıyor.

“Müritleri onu Mahasamatman diye çağırdılar ve bir tanrı olduğunu söylediler. Yine de o, Maha ve Atman'ı bırakmayı yeğledi ve kendine Sam dedi. Asla bir tanrı olduğunu iddia etmedi. Gerçi, bir tanrı olmadığını da iddia etmedi.”

Zelazny BK, fantastik kurgu ve mitolojiyi büyük bir başarı ile karıştırmış. Tanrı suretindeki ilklerin bir nevi evrimleştirdikleri güçler bir efsane tadında anlatırken, daha sonra da bu güçlerin bilimsel nedenleri hakkında yorumlar eklemiş. Mesela gezegenin ilk sakinlerinden olan Rakşaha isimli iblislerin, aslında enerjiden ibaret, bedensiz yaratıklar olduğu daha sonra anlatılıyor.

Kitabın kapağında yazar George R.R. Martin’in “Yazılmış en iyi beş bilim kurgu romanından biri” ifadesi yer alıyor. Sıralamaya bir şey diyemeyeceğim ama kesinlikle şimdiye kadar okuduğum en iyi BK romanlarından biri. Kesinlikle edinin, okuyun, okutun.

Cuma, Kasım 02, 2007

Demgüsar Vakası 3

Güneş henüz batmıştı. Vitoşa dağının arkasında kara bulutlar daha yeni yeni toplanıyordu. Şehri Sofya’nın iç kale kapısında adı üzerine kapıkulları, yeniçeriler bekliyordu. Göbeği ile kuşağı oldu olası mücadele eden Karadağlı Sarı Hasan Çavuş nöbetteydi. Yanında ise kıdemli nöbet ağacı, karakullukçu Arnavut Kavruk Ethem vardı. Kısaca Barbut Ethem derlerdi.

Hasan Çavuş kıdemli yeniçeriydi. Kapı nöbetine çıkmazdı. Ancak Ethem ile barbut oynarken Subaşına yakalanmışlardı. Ethem’in kumar oynaması yasaktı. Ancak inatçı Arnavutun gözünü zar bürümüştü. Aldığı cezalardan ömrü nöbette tükeniyordu ama hiç umrunda değildi. Zar atacak adam bulamayınca Hasan Çavuşun kanına girip, ayartmıştı. Yatakhanede kemikleri yuvarlarken Subaşının gelmesiyle olanlar olmuştu.

Sarı Hasan homurdanırken yerli halkın “Kral Yolu” dediği, Hünkar Şehri İstanbul yolunda bir yolcu göründü. Gökte toplanmaya başlayan fırtına bulutlarını önemsemeden, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk edasıyla yürüdü yolda.

Üzerinde eski, yamalı bir cübbe vardı. Yamalı cübbesinin içine göğüsünü bağrını açık bırakan, düğmeleri kopuk, dokuma bir gömlek giyiyordu. Beline yırtık çakşırını zor tutan, eski püskü bir kuşak dolaşmıştı. Sırtında ucuna çıkınını bağladığı ahşap bir kılıç taşıyordu. Kılıçın ucu kavruktu. Yeni kazınmış kafasını dağılmak üzere olan bir takke örtüyordu. Takkenin altında eski gazalardan kalan alemetlerin görünüyordu. Diz altında ve cübbesinin dışında kalan çıplak bedeninde envai çeşit dövme vardı. Boynundan artık rengi solmuş, kör gözüne parmak, irice bir muska sarkıyordu.

Ağır aksak yürüyordu yolcu. Acemice atıyordu adımları. Adeta bacaklarında gövdesini taşıyacak, yürüyecek derman yoktu. Hafif de kambur duruyordu. Gören onu hasta ya da sakat zannedebilirdi. Oysa elinden sarkan toprak testi, kesif ucuz şarap kokusu tüm hikayeyi anlatıyordu.

Yolcu kah sendeleyerek, kah yalpalayarak arşınladı ıssız, taş döşeli Sofya sokaklarını. Düşe kalka ama telaşsız geldi iç kale kapısına.

Kapıkulları gecenin kör karanlığında kapıya dayanan meçhul yolcuya garip garip baktılar. Üstü başı perişan tanrı misafini kapıda koymak ayıptı. Ayıp olmasına ayıptı da elinde testisiyle belli ki körkütük sarhoştu. Böylesini içeri alırlarsa Subaşı değnekten tabanlarını paralardı. Yeniçeri dilaveri Sarı Hasan Çavuş baştan aşağıya süzdü yabancıyı.

“Tiz de bakıyım, gecenin bu uğursuz vaktinde ne işin vardır ağa kapısında. Bilmez misin gelmek hem yasaktır gece gece, hem de tekinsizdir buranın gecesi. Alalım mı istersin seni kapıya. Falaka mı çeker canın ? Oooo beyzadem demi ile sarmaş dolaş dolaşır. Ancak elinde testi taşımaya devam ederse de, kellesini taşımasına hiç gerek kalmaz. Solak Ahmet Paşa Efendimiz vurdurur kelleni bilesin. Hiç mi hiç haz etmez bekriden. Öfkesi hep topuğunda zaten devletlinin.”

Yolcu konuşmaya üşenircesine, zorla açtı ağzını. Önce afiyetle bir esnedi, sonra konuşmaya başladı.

“Hacı Bektaşi Veli kaddese sırrahü hazretlerinin köçekleri, yiğit yeniçeri dilaverleri. Ne isterseniz şuncacık garibandan. Kim görmüştür demden bir gıdım zarar, ziyan. Ben silmişim varlığı yokluğu. Unutmuşum diğerlerini. Uğraşım kendimi bilmektir. Doldururum şarabı, alırım geniş bir nefes. Alsın canımı teberdar paşanız. Zati kim bilir ki alırız kaç nefes ?”

Yeniçeri yolcunun konuşmalarını duyup, sırtındaki ahşap kılıcı da görünce duraksadı.

“Hem o sırtında ahşap kılınç neyin nesidir ? Abdal, derviş taifesinden misin yoksa ?”

“Haşa ! Fakirin ki abdallık değil, aptallıktır. Hemi de süzme aptallıktır. Fakirliğimiz aptallığımızdan, değneğimiz de fakirliğimizdendir. Bugün yatağan, pala, kılınç kaç akçedir ? Yok mudur haberiniz ? Dolaşır dururum Rumelide. Ararım kendimi. Yabanda taban teperken nice mahlukatı vardır bekleyen. Alır canını sen daha salavat getiremeden. Değnek de benim karındaşımdır. Yoldaşlık eder yolda. Sohbet eder benle. Canımı da korur gerekirse . . .”

Yolcu konuşurken toplanan bulutlar ayın son kırıntılarını da örttü. Ortalık iyiden iyiye karardı. Ayaz karanlığı fırsat bilip ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Yapraklar havalara uçuştular. Çember olup döndüler. Sonra ay son bir kez daha gösterdi kendini kara, yağmur dolu bulutların arasından.

Konuşmayı bırakıp yolcu uzun uzun bulutlarla boğuşan ayı süzdü. Usulca elindeki testiyi Barbut Ethem’ın eline tutuşturdu. Uykudan yeni uyanımışcasına bir gerindi. Uyuşuk adımlarla uzaklaşmaya başladı. Omuz üzerinden karakullukçulara şöyle bir baktı.

“Siz ki, pürhaşmet ağalar derseniz varma ağa kapısına, o vakit fakire geceleyecek kurusundan dam bulmak düşer. Velakin bekriye de hoş gözle bakılmaz ise demim az sizde kalsın. Zaten canım size emanetti. Canımdan gayri bi de demim vardır. Artık hem canım hem kanım size emanettir. İyi bakasınız.”

Yeniçeriler adamın konuşmasındaki rahatlık karşısında kala kaldılar. Adam yavaş yavaş uzaklaşırken tek kelime etmeden arkasından bakakaldılar. Arnavut Ethem elindeki testiye iç geçirip baktı. Hasan Çavuş Arnavutu görünce “İlişme lan deyyus !” diye kükreyip ensesine bir tokat patlattı. Ethem şaşkın şaşkın bakınırken dağın ardında şimşekler çaktı. Şehre yağmur damlaları düşmeye başladı. Hemen kale kapısının içine kaçtılar.

Yolcu karanlık Sofya sokaklarına daldı. Kendinden emin, ara sokakları, kestirmeleri seçerek yürüdü. Nereye gitmesini çok iyi biliyordu. Yürüken yağmur iri damlalarla yağmaya başladı. Islandıkça adımları güçlendi. Kamburu kayboldu. Giderek soğumaya başlayan ıslak havayı iyice içine çekti. Yamalı cübbesinin iç ceplerinden birinden deri matara çıkarttı. Özel günler için sakladığı şarabından büyük bir yudum aldı. Kendi kendine bir türkü tutturup yürümeye başladı. Gün gaza günüydü.

Bütün şehir sessizliğe bürünmüştü. Kapılar kilitli, camlar sımsıkı kapalı, perdeler gecenin karanlığına engeldi. Yolcu ise tekinsiz gece ile bir başınaydı. Karanlık evler yumağının karanlığından sıyrılıp Perlovska Deresinin bir ucuna çıktı yolcu. Derenin aktığı yönde, fırtınanın göbeğinde Vitoşa Dağı zorlukla seçiliyordu. Fırtına dağın zirvesine yıldırımlar savurmaya başladı tam bu sırada. Düşen yıldırımların, patlayan şimşeklerin sesleri karanlık sokaklarda yankılandı. Yolcunun ayağının altındaki yer titredi. Aldırmadan yürüdü.

Yürürken derenin karşı yakasındaki evlerin arkasına bir yıldırım düştü. Evlerin karanlık şekilleri gecenin içinde aydınlandı. Yıldırımı görünce yolcu olduğu yerde durdu. Yüzündeki rahat ifade değişti. Belki de geç kalmıştı. Takkesini çıkartıp kuşağına sıkıştırdı. Kafasındaki küfi harflerle yazılmış dövme ortaya çıktı.

Cübbesinin ceplerini karıştırdı. Aradığını bulamadı. Şarap etkisini göstermeye başlamıştı. Başı dönüyordu. Sonunda astara iğreti dikilmiş bir cepte, aradığı muskaları buldu. Garip bir şekilde yuvarlak, derileri aşınmış iki adet muskayı elinde şöyle bir tarttı. Çabucak karar verip, bir şeyler mırıldanıp muskaları derileri ile her iki eline de sardı. Derin bir nefes aldı. Şarabından bir kaç büyük yudum çekti.

Çıkınının düğümünü çözüp, içindekileri yere serdi. Çıkının içiniden kemik parçaları, kurumuş böcek ve ufak hayvan leşleri, iple bağlanmış kağıt sarmaları ve ne olduğu anlaşılamayan bir sürü ıvır zıvır çıktı. Bütün bu garip neşriyatın arasından sıkı sıkıya sarılmış bir deri yumağı çıkardı. Tozunu silkeleyip ağzına tıktı. Çıkını tekrar bağlayıp yolun kenarına savurdu. Tahta kılıcı sıkıca kavrayıp koşmaya başladı.

Yolcu sırıl sıklam eden yağmura, yüzünü gözünü kesen sert rüzgara karşı, dere yolu boyunca koştu Kısa süre sonra dere üzerinde eski taş köprü gecenin içinde belirdi. Köprünün bir ucu karanlığa boğulmuştu. Karanlığa doğru koşarken ağzındaki deri yumağı çıkarttı. Kendi kendine konuşmaya başladı.

“Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan.
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran.
Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz Hünkara ayan.
Üçler yediler kırklar. Gülbankı Muhammed, Nuh-u Nebi, Kerem-i Ali
Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektaş Veli. Demine devranına hu diyelim.”

Gülbank bitince deri yumağı tekrar ağzına tıkıp, dişlerinin arasına sıkıştırdı. Ağzındaki yumağa rağmen “Yektir Allah. Yek !” diye haykırıp karanlığın içine atladı.

* * * *

Hikayemizin bir sonraki bölümünde şehlevent Derviş ortalığı kızılca kıyameta verip, ay parçası, peri peyker, dilruba Gülpareyi Azazil Tohumu iblisin pençesinden alabilmek için kendini ateşlere mi atacak ?

Perşembe, Ekim 25, 2007

Kore Savaşı

Unutulan Savaş ve Gazi Faruk Pekerol'un Anıları

Yazan: Bülent Ruscuklu
Alfa Yayınları
Ekim 2005

Faruk Pekerol Kore'ye gidecek tugaya gönüllü olarak katılmış. Türk Tugayının girdiği ilk muharebe olan Kasım 1950 tarihindeki Kunuri Savaşlarında bulunmuş. Bundan sonra Nisan 1951'deki Çinlilerin Bahar Saldırısında kuşatılan bölüğünden bir grup arkadaşıyla birlikte ayrı kalmış ve düşman bölgesinden çımaya çalışırken esir düşmüş. İki yıl kadar süren bir esaret döneminden sonra esir mübadelesi çerçevesinde yurda geri dönmüş. Kore'de geçirdiği tüm bu zaman boyunca günlükler tutmuş, esaret döneminde yazdıklarını da son güne hazırlık olarak pişirilen ekmeklerin içine saklayarak esir kampından çıkarmış. Yurda dönüşünden çok sonra da bunları ayrıntılı olarak kaleme almış.

Yazar, Faruk Pekerol'un notlarını esas alarak Kore Savaşını anlatıyor. Gazinin anılarının boşluklarını ve savaşın genel durumunu tarihi belgelerden alıntılarla kapatıyor ya da destekliyor. Anıların ve tarihsel bilgilerin farklı karakter biçimiyle yazılmış olması önemli bir ayrıntı olmasa da okumayı daha keyifli kılıyor.

Güzel tasarlanmış bu kitapta belli başlı bir kaç hata hemen göze çarpıyor. Zaman zaman ortaya çıkan bozuk cümleler özellikle genel durum anlatımlarında bir miktar tutukluk yaratıyor. Ayrıca bunun gibi kaynak kitap özelliği taşıyan bir eserde 'içindekiler' ve 'dizin' kısımlarının olmaması geri dönüp yeniden okumak istediğim bölümleri sayfaları karıştırarak aramamı gerektirdi. Öte yandan kaynakçası, konuyla ilgili bilgisini genişletmek isteyenler için iyi bir temel oluşturabilir.

Kore Savaşı'nın vatan toprakların dışında gerçekleşmesi onu Türk askeri açısından daha az önemli bir savaş yapmıyor. Aksine Türk askerinin kendi vatanı dışında yüzyıllardan beri katıldığı ilk savaş ve dünya ordularıyla omuz omuza ya da göğüs göğüse durduğu önemli bir süreç. Kitapta Kore Savaşıyla ilgili daha önce hiç bilmediğim şeyler de öğrendim. Örneğin Kore Savaşı resmen sonlanmamış, yalnızca ateşkes ve esir mübadelesi anlaşmaları imzalanmış. O gün bugündür de savaş sürüyormuş!

Savaşı hem birey hem de ordular düzeyinde aynı anda göstermesi kitabın en güçlü yönü. Yalnızca okunmasını güzel kılmakla kalmıyor, ordu hareketleri arasında askerlerin ne yapıp ne düşündüğünü de gerçek anılarla gözler önüne seriyor.

Hakkında pek az şey bildiğimiz ama orada savaşanların asla unutamadıkları Kore Savaşı'yla ilgili bilgilenmek isteyenler için iyi bir başlangıç

Salı, Ekim 02, 2007

Preacher

DC Vertigo

Preacher türkçe meali ile vaiz, bedenini tam olarak ne olduğu açıklanamayan bir varlık ile paylaşan, hayatı trajediler içinde geçen vaiz Jesse Custer’ın (J.C./İsa Mesih. Bu gönderme biraz bayatladı, ama neyse.) tanrıyı arama macerasını anlatıyor. Hikayeyi olağan dışı yapan olay ise vaizin tanrıyı arama nedeninin ruhani olmaması. Bütün amacı tanrıyı cezalandırmak hatta pataklamak Custer’ın.

Custer arayışında yanında aslında bir mafya tetikçisi olan, mermilere yakalanmayan sevgilisi Tulip O’Hare ve kan içen, gün ışığında alev alan, zamanının IRA üyesi, alkolik Proinsias Cassidy var. Bunlara karşılık karşısında esas kötüler olarak fasişt aile üyeleri, kutsal kanı korumak adına ensestin gözüne vuran kutsal kase örgütü, Azrail’in beden bulmuş hali olan hiç kaçırmayan kovboy ve hatta tanrının kendisi, yan rollerde ise seri katiller, eşcinseller, her çeşit fetişistler, vampir özentileri ve daha niceleri var.

Çizimler ve anlatım tarzı bir hayli amerikanvari. Renkli ama kötü çizimler var. Mekanlar çoğunlukla Teksas ve çevre illere ait. Buram buram western kokuyor. Ancak gerek yazar, gerekse çizer Kuzey İrlandalı. Bütün bu çelişki içerisinde Amerikan toplumunu yerden yere vuran göndermeler havada uçuşuyor.

Custer karakteri fazlası ile maço, alkolik küfürbaz ve kavgacı. Modern bir kovboy gibi. Genç yaşta kaybettiği annesi ve babası ile sapkın aile bireyleri nedeni ile zor bir çocukluk geçirmiş. Hikaye boyunca karşılaştığı her türlü düşmana, buna tanrı da dahil, abartılı bir maçoluk ile karşı koyuyor. Bedenini paylaştığı Genesis (Başlangıç) adlı varlık nedeni ile kişilere söylediğini yaptırabilme gücünün dışında Bruce Lee’yi kıskandıracak şekilde dövüşüyor. Herşeye rağmen Genesis’in ne işe yaradığı ve Custer’a ne kattığı bir hayli bulanık.

Tanrı ve din anlayışı tamamen hristiyanlığa dayanıyor. Ancak tanrı dahil olmak üzere bütün dünyevi olmayan karakterlede fazla bir insansılık var. Melekler alkolik, bürokrasi içerisinde güç savaşı verirken bir başka meleği ortadan kaldırmaktan çekinmiyor. Dünyaya sürgüne gönderilen melekler ise bodoslama sekse ve uyuşturucuya dalıyorlar. Hiç kadın melek yokken, iblisler dişi. Tanrı ise sürekli kendini açıklamak zorunda hisseden, ne yaptığı tam olarak belli olmayan biri olarak anlatılmış. İlahi bir varlıktan çok işe yaramaz biri gibi. Bu arada yazar İsa’nın çarmıhta ölmediğini, yaşadığını hatta Magdalı Meryem ile çoluk çocuğa karıştığını söylüyor. İsa’nın soyunu miras bölünmesin, aile dışına çıkması düşüncesi ile ensestin gözüne vurdurmuş kase örgütü koruyor.

Bütün bu hikaye ve karakterler, ne kadar içini doldurmaya çalışsalar da dipsiz kuyu misali bir boşluğa sahip. Anlatılanlar ilginç olsa anlatım tarzından dolayı bana çok sıkıcı geldi. Gereksiz uzun konuşmalar, her şeye rağmen ölmeyen kahramanlar, ne olduğu defalarca anlatılsa da anlaşılamayan Genesis, uzun ve gereksiz geri dönüşler, zorlama bir western tarzı, vampirden çok İrlandalı bir alkolik olan bir vampir, devlet memuru gibi melekler, kaybeden bir tanrı, sektirmeden hepsi sapkın kötülerle bütün ögelerde bir iğretilik var. Dediğim gibi fikir ilginç ve kulağa Kevin Smith’in Dogma’sı gibi gelse de anlatım çok başarısız. Eğer hikaye Amerikan hayatına ve inanç sistemine eleştiri ise fazla komik. Yok espirili bir taşlama ise de çok ciddi. Her şey iki arada bir derede kalmış.


Üşenmeden 66 sayıyı, yer yer sadece resimlere bakarak (bir yere gitmeyen yan hikayeler çok gereksiz kalıyor.) yer yer resimlere de bakmadan (ah ah nerde güzelim mangalar) sırf tanrı konusunda en sonunda ne olacağını öğrenmek için okudum. Ancak son beni azcık bile tatmin etmedi. Sonuç olarak tek bir cilt olarak kısaltılsa ve karakterler daha doğru dürüst tasarlanmış olsa çok da güzel olacak bir konu göre heba edilmiş.

Gotham By Gaslight

DC COMICS 1989

Bugünlerde her nedense kitap okuyamama hastalığım devam ediyor. Bu nedenle kendimi çizgi romanlara verdim. Pek sevdiğim Mike Mignola’nın Hellboy’unun peşinde internette koşturup önüme geleni indiriken, dosyalar arasında Brian Augustyn tarafından yazılmış, Mignola tarafından çizilmiş Batman sayısı, gazlambasının fırlayan cin misali önüme çıktı. Oldum olası uyarlamaların hastasıyımdır.

48 sayfalık kısa bir hikaye. 1889 yılı Avrupasında başlayıp tabiki meşum Gotham şehrinde sona eriyor. Batman’in ailesinin ölümü o çağa uyarlanmış bir şekilde anlatılmış. Joker, Alfred ve detektif Gordon gibi klasik karakterlerin yanına Freud ve Karındeşen Jack eklenmiş. Yarasa adam Londra’dan sonra Gotham’ı kana bulayan eli kanlı katilin peşine düşüyor. Karındeşen bir cerrah titizliği ile özenle seçtiği fahişeleri keserken, belki de Gotham şehri ilk seri katili ile tanışıyor.

Şehir gökdelenlerin gölgesinde kalmadan da hatti zatında kasvetli. Mignola çizimlerinin bunda katkısı tabiki büyük. Batman’in Gotham şehrinin nasıl savunucusu olduğunu öğrenirken arka planda Viktorya Döneminden sahneler izliyoruz. Mignola’nın alameti farikası olan bol gölgeli, karanlık çizimler çok fazla olmasa da tarzını görmek mümkün. Çizmiş olduğu diğer Batman kitaplarına göre tarzını daha geride tutmuş.
Velasıl farklı bir çağda, teknolojik ıvır zıvırları olmadan, arkasından kükreyen motorulu arabası yerine ata binen, ancak puslu gecelerde gargolların sırtınına tünemekten vazgeçmeyen, gaz lambası ışıltılı Batman’i Mignola’nın çizimleri ile okumak kesinlikle eğlenceli.

Salı, Eylül 18, 2007

Golden Withcbreed -- Mary Gentle

Orthe: The Chronicles of Carrick V
Omnibus Edition, Gollancz 2002

Elimdeki baskı yeni omnibus baskısı olmasına karşın kitap aslında oldukça eski, ilk olarak 1983 yılında çıkmış. Chronicles of Carrick V'in devamı olan Ancient Lights ise 1987'de basılmış. Kitap farklı bir dünyanın çetrefilli politikalarını ve bu karmaşanın içerisinde dünyalı bir politikacıyı anlatıyor.

Lynn Christie ya da adlarında nereli olduklarını belirtmenin önemli olduğuna inanan Ortheliler için Lynn de Lisle Christie dünya hükümetlerinin ortak elçisi olarak üzerinde yaşayanların Orthe dedikleri Carrick V gezegenine gönderilir. Dünya ve Orthe arasında diplomatik süreçleri başlatmanın yanısıra görevlerinden biri de kendinden önce gelen araştırma ekiplerinin politik nedenlerle başkent dışına çıkamamaları sorununu çözmektir.

Lynn Christie kıtanın lideriyle olumlu ilişkiler kurar ve araştırma ekibi için olmasa da kendi için başkentten çıkıp diğer kentleri gezmek için izin koparır. Kültürü tanıyacak, Orther'nin varolan düzenini bozmadan ticaret yapma koşullarını değerlendirecektir.

Orthe halkı teknoloji tabanlı büyük bir uygarlıktan geriye kalmış bir toplumdur. İleri teknolojinin yarattığı yıkımı gören halk yüzyıllar önce teknolojiye sırt çevirmiş, bilimden uzak yaşamayı savunan bir dinin çevresinde toplanmıştır. Geleneksel olarak herkesin iki kılıç taşıdığı bu diyarda ölümden sonra geri dönüşe inanıldığı ve dönenler kısmen de olsa eski yaşamlarını hatırladıkları için savaş ve ölüm yaşamın bir parçası kabul edilmektedir. Gezegenin tek memeli varlığı Orthe insanıdır. Develere benzer çift göz kapakları onları kumdan, güneşten ve fırtınadan korumanın yanısıra bazı duygularını ifade etmenin de bir yoludur.

Üstün teknolojinin varolduğu dönemde ırksal özellikleri itibariyle altın renkli gözleri olan ve kendilerine Witchbreed denen bir ırk diğerlerine göre baskın çıkmış, teknolojiyi daha da ileri götürerek sonunda yıkıma sebep olmuştur. Bu yüzden atalarının sömürgeci anlayışının etkileri olarak bu ırkın torunlarına da diğer halk kötü gözle bakar.

Lynn Christie kısa sürede bu dünyaya uyum sağlar. Ortheli dostları ona gittiği kentlerde yardımcı olurlar ve Christie başarılı temaslarda bulunur. Ancak misafir olduğu bir kentte uğradığı saldırı Orthelilerin yabancılara karşı göründükleri kadar hoşgörülü olmadıklarını gösterir.

Politik görüşmeler ve farklı bir kültürün etkileri, bir dünyalının bakış açısı üzerinden okuyucuyu olayın içine sokarak resmedilmiş. Her ne kadar kısa kısa, çok fazla işin sıkıcı kısımlarına girmeden akıllıca yazılmış bir politik kulisler silsilesi olsa da en hareketli sahneler de bile kendini gösteren akıcılık eksikliği zaman zaman kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Öte yandan kurgunun ve karakterlerin sağlamlığı en durağan bölümlerde bile gerisini okuma merakını da canlı tutuyor. Uzatmadan, kısaca yapılmış yeni dünya tasvirleri kitabın keyifli özelliklerinden biri. Orthe terminolojisine alıştıktan sonra gerçekten de ortamın bir parçası olunabiliyor.

Tek aksaklığı Orthe politikasını ilerleyişindeki durağanlık olması dışında okuması keyifli bir kitap.

Perşembe, Eylül 13, 2007

Demgüsar Vakası 2

Huzurlarınızda cenneten inme ahusu, cehennem kaçkını zebanisi ile Demgüsar Vakasının ikinci tekmili.

* * * *

Güzeller güzeli, göreni endamı ile kendine pervane, aşkı ile biçare eden, Şehri Sofya’nın bir tanesi, Bezirgan Yusuf Efendinin kapatması Gülpare, ismi ile bir örnek gülkurusu rengi atlas çarşafına sarılarak sokaklara attı kendini. Yeni bulduğu âdem ejderhası ile oynaşırken kendini ve zamanın hesabını yitirmişti. Bir taraftan kendi dikkatsizliğine, diğer yandan Vitoşa Dağının eteklerini yalayarak göğü kızıla boyayan güneşe söverek hızlı adımlarla sokakları arşınlamaya başladı.

Sofya sakin bir şehirdi. Gündüzleri yeniçeri ve hassa askeri sokakları gezer, taşkınlık yapanlara müsaade etmezlerdi. Geceleri ise tekinsizdi. Nicedir karanlık söylenceler vardı. Sokakta yaşayan evsizlerin kaybolduğuna, gecenin en karanlık saatinde yollarda kalanların hunharca katledildiklerine dair.

Söylenceleri düşününce irkildi Gülpare. Çarşafına daha bir sıkı sarılarak adımlarını sıklaştırdı. İçkale duvarının hemen dibindeki meydana gelince ıhlamur ağaçları boyunca uzanan darağacında sallanan cesetleri gördü. Akı kalmış gözleri ile ona bakıyorlardı. Sanki bu gece her şey üzerine geliyordu. Meydanın diğer ucunda Azize Sofya Kilisesini görünce biraz rahatladı. İstemsiz olarak haç çıkarttı. Yaptığının farkına varınca korkuyla etrafına bakındı. Şükür kimseler yoktu. Bazı alışkanlıklarından kurtulmak mümkün olmuyordu.

Gülpare müslümandı. Ancak ne bu isimle ne de müslüman olarak doğmamıştı. Sofya’dan yaklaşık 60 fersah uzaklıktaki Bulgarın Sredna Gora dediği, Osmanlı tımarında Belem diye kayıtlı kasabasında doğmuştu. Anası ona uğur getirsin diye Bulgarca yonca anlamına gelen Detelina ismini koymuştu. Kasabanın çiçeği idi. Ondan güzeli, endamlısı yoktu. Detelina’nın büyük hayalleri vardı. Yaşadığı kasabadan büyük hayalleri. Ondört yaşında evden kaçıp büyük şehir Sofya’ya geldi.

Sofya’da yonca isminin ne yazık ki bahtına faydası olmadı. Böylece onun için zor geçen, hatırlamak bile istemediği yıllar başladı. Bezirgan Yusuf Efendi onu bu hayattan çekip çıkarana kadar meyhane ve han köşelerinde süründü. Güzelliği başına hep bela oldu. Bütün işverenleri er ya da geç güzelliğine dayanamayıp bu körpe çiçeğe el uzattılar.

Bahtı Bezirgan Yusuf Efendiyi gördüğü gün döndü. Boylu poslu, kaytan bıyıklı, çalımlı, yakışıklı, yirmili yaşlarının sonlarında, aile zanaatı olan kumaş alım satımı yapan bir bezirgandı. İşi gereği sürekli Sofya’ya geliyordu. Son ziyareti sırasında kaldığı kervansarayda karşılaştılar. Yusuf Efendi alamadı gözlerini Detelina’dan. Aklından çıkartamadı bir daha bu dilberini. İki hafta sonra Detelina artık müslümandı. Adı ise güzelliğine yaraşan Gülpare idi. Bir evi, evden ve işlerinden sorumlu Duru kadın adında bir hizmetlisi bile vardı.

Gülpare ilk günlerde taparcasına seviyordu Yusuf Efendiyi. Onu nikahına alacağı günü bekliyordu hep. Çocukça bir saflıktı bu. Her şeye rağmen bekledi, bekledi ve bekledi. Yusuf Efendi ise evliydi. Hem de ne evlilik. Başına devlet kuşu konmuştu adeta. Devlet gibi kadındı. Karısını o değil de, karısı onu almıştı nikahına. İstanbul’da Tarhunzadelere damat olmuştu. Nice devlet büyüğü, ulema ve namlı bezirgan vardı ailede. Her şeye rağmen Yusuf Gülpare’yi de nikahına alabilirdi. Ancak çok iyi biliyordu ki çok sevgili zevcesi ve pek muhterem ailesi bu durumu kabul etmeyeceklerdi. Kabul etmedikleri gibi Yusuf’u da kapı önüne koyacaklardı.

Tarhunzadelerin damadı Bezirgan Yusuf Efendi için böylece Sofya’daki gayri resmi ikinci nikahlı hayatı başladı. Her iş seyahati bittabi Sofya’dan geçiyordu. Şehri Sofya’da, Gülpare’nin koynunda geçen günler, geceler süslüyordu uzun seyahatleri. Bütün bu dünya cenneti varken Tarhunzadeler gibi çetrefilli ve can sıkıcı bir sorun ile Gülpare’nin canını sıkmaya, aklını karıştırmaya gerek yoktu.

Zeki, açık göz kızdı Gülpare. Buna rağmen kurtarıcısı yakışıklı, dilaver, kaytan bıyıklı bezirgana olan aşkı kör etmişti gözlerini. İlk başlarda konu komşudan, eşraftan duyduklarına inanmadı. İnkar etti Yusuf Efendi’nin İstanbul’da ki esas ailesini. Sonraları, birkaç yıl içerisinde ise kabullendi gerçeği bütün çıplaklığıyla.

Önceleri Yusuf Efendiye karşı olan hisleri pek değişmedi. Bir başına, yalnız geçen günler, geceler yaşadığı hayatın bütün ihtişamına rağmen küllendirmeye başladı aşkını. Yusuf şehirde yokken onun yolunu gözlemekten sıkılır oldu. İlk kaçamağı bir tımar sahibi ile oldu. Zaten adam aylardır onun peşinden koşuyordu. Deli gibi aşıktı ona. Ne hediyeler göndermişti. Birkaç hafta görüştükten sonra sıkıldı adamdan. İlkinden sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. İlk başlarda sadece sıkıntısını gidermek, nefsini köreltmek içindi. Sonraları ise erkekleri nasıl da avucunun içine alabildiği, her istediğini yaptırabildiğini fark etti. Böylece gençliğinde ona yaşattıkları için erkeklerden intikam almaya başladı. Gönlünce oynadı onlarla.

Namlı Tarhunzadelerin damadı Yusuf Efendi olunca söz konusu eşraf Gülpare’ye saygıda kusur etmedi. Ne de güzeller güzeli ama bir o kadar zavallı, bahtsız bir kızcağızdı. Yine de kaçamaklarının haberleri yayılmaya başlayınca ahalinin fikri değişmeye başladı. Artık o günahkar, erkekleri yoldan çıkaran fettan kadın, dişi bir şeytandı.

İşte Sofya’nın dilinden o ya da bu şekilde düşüremediği Gülpare darağaçlarını arkasında bırakmak için koşarcasına çıktı meydandan. Dere yoluna girince biraz rahatlayıp, yavaşladı. Sağlı sollu güzün yapraklarını döktüğü, kuru dalları ile ıhlamur ağaçları örtüyordu yolu. Vitoşa Dağının tepesinde parlayan dolunayın ışığında dallar yola kargacık burgacık gölgeler bırakıyordu. Gece garip bir şekilde üzerine üzerine geliyordu bugün. Nerden çıktığını bilmediği kara bulutlar örttü ayı. Belli ki yağmur geliyordu. Önünde uzanan yol karardı. Ağaçların dalları karanlıkta ne idüğü belirsiz yaratıklara döndü. Gülpare ürperdi.

Ay son bir çaba, kararmış bulutların arasında çırpındı. Bulutların arasından elini yola uzattı. Ay ışığı ile ağaçların üzerinden Kara Camiinin kara minaresi aydınlandı birden. Camiinin yanında yapımına yeni başlanan medresenin inşa olmuş dört duvarı vardı. Duvarların arası ise adeta dipsiz bir zifiri karanlıktı. Gülpare binaların karanlık sureti karşısında hareketsiz kaldı. Bir kez daha haç çıkarttığını fark edince dikkatsizliğine tekrar sövdü.

Her gün köşe başından fırlayan, her fırsatta ona bıyık buran, göz süzen, konuşmak için fırsat kollayan yeniçeri taifesi yoktu ortalıkta. Gece olunca sinerdi hepsi. Onların erkeklikleri de buraya kadardı zaten. Hazır sövmeye başlamışken onlara da okkalı küfür saydı.

Gecede bir tekinsizlik vardı. İçini kaplayan sıkıntı giderek artıyordu. Her gördüğü işaret kötüye alametti. Her gece insanı uyutmamak için birbirleri ile yarışan köpekler bile yoktu. Üzerine sinmiş uğursuzluktan silkinip kurtulmak için yüksek sesle bir besmele okudu.

Dereye az kalmıştı. Deredeki köprüyü aşınca eve ulaşacaktı. Tekrar yürümeye başladı. Yolun kenarlarındaki ağaçların arkasında evler parlıyordu. Sanki gecenin karanlığından korunmak için bütün odaları aydınlatmışlardı. Camlardan, cumbalardan sızan ışık evlerin önünü aydınlatsa da birkaç adım sonra karanlık hükmediyordu geceye. Uzakta bir yerde şimşek çaktı. Gecenin karanlığını büyülü bir ışıkla aydınlattı. Birkaç nefes sonra da sesi patladı. Ayağının altındaki yer titremişti. Fırtına geliyordu. Yağmur damlaları usul usul düşmeye başladı.

Ürkek adımlarla ilerledi. Fırtına dağın ardında yeryüzüne amansızca yıldırımlar savurmaya başlamıştı. Kalbi kütü küt atmaya başladı. Birkaç adım sonra duydu onu. Karanlığın sarmaladığı yolun ilerisinde derenin sesi geliyordu. Suyun sesi Gülpareye kuvvet, cesaret verdi. Kendinden emin adımlarla dere yolunu bir çırpıda aştı.

Vitoşa Dağından doğan Perlovska Deresi, başka derelerle birleşerek kuzeyde Tuna Nehrine akıyordu. Yılın bu mevsiminde yağmur suyu ile gürül gürül akardı. Bu gece de farklı değildi. Yatağından taşmak için köpürerek çabalıyordu. Üzerinden aşan taştan bir köprü vardı. Zamanın ihtişamlı Roma İmparatorluğundan kalma mağrur köprünün ayakları aşınsa da sulara yüzyıllardır dayanıyordu.

Evi şehrin güneyindeki koru ile dere arasındaydı. Temeli taştan, katları ahşaptan, cumbaları koruya bakan bir ev. Duru Kadın ise evin işlerinden sorumlu idi. Muhtemelen kapıda merak içerisinde onu bekliyordu. Bu kadıncağız yarı deli biriydi. Söylenenlere göre yıllardır böyleydi. Yeni evlendiği, şehlevent, akıncı kocası düğünden sadece birkaç ay sonra gaza yolunda şehit olmuş, Duru Kadın da üzüntüden önce çocuğunu sonra da aklını yitirmişti.

Gülpare dere yolunca uzanan ağaçları arkasında bırakarak dereye yarenlik eden taş yola girdi. Köprü az ileride onu bekliyordu. Yaklaşırken iyice rahatladı. Sanki köprüyü aşınca yüreğini sıkan bütün sıkıntıyı arkasında bırakacakmış gibi hissetti. İşte bu sırada gökyüzü çatal çatal aydınlandı. Düşen yıldırımların sesi kulaklarında uğuldadı. Fırtına dağı aşmış koşar adım üzerine geliyordu.

Köprüye adımını atarken etraf tekrar aydınlandı. Derenin karşı tarafında, korunun önündeki evin damında bir karaltı hareket etti. Gülpare’nin boğazında bir şey düğümlendi. Yüreciği göğsünü yırtmak istercesine hızlandı. Olduğu yerde dondu kaldı.

Delilerinin görünmeyeni gördüğü, gaibden haber aldığını söylerler. Köprünün üzerinde, uğursuz geceye bakarken Duru Kadın’ın tembih ettiği gibi afaritten, cinden korunmak için Sad suresini mırıldanmaya başladı. Kelimeler ağzından döküldükçe duruldu. Bir yudum kalbi sakinleşti. Ayaklarının buzu çözüldü. Derenin gürleyen sesi içini ısıttı.

Gülpare bin bir çaba ve korkak adımlarla köprüyü aştı. Artık evinin güven veren sıcaklığını hissedebiliyordu. Diğer evlerin yanında, bahçenin ardında sıcacık ışıkları ile parlıyordu. Sonuna kadar açık, nura boğulmuş kapıda ise Duru Kadın elinde kandil yolunu gözlüyordu.

Bir anda serin, güz havası buz kesti. Havadaki yağmur damlaları kar oldu. Rüzgar sustu. Fırtına dindi. Dere sindi. Evlerin ışıkları soldu, gitti. Gülpare taş yolda bir başına kala kaldı. Etrafındaki şehir yalan oldu.

Bir nefes önünde geceye sarılmış, çevresini karanlığa boğan ifrit belirdi. Zifir karası saçlı, cehennem çukuru gözlü, ejderdan pençeli, kara kaftanlı, insan etine ve kanına doyumsuz iştahı ile Kabil Soyu, Azazil Tohumu, Gece Yürüyen, Demgüsar avını almaya gelmişti.

* * * *

Sonraki tekmilde esrarengiz ve batıni derviş ve zihinleri alt üst eden maceraları.


Salı, Eylül 04, 2007

Hitit Gunesi Podcast Epizort 2 - Sonsuz Geyiklere Devam

Eveeet, gecen haftanin geyiklerine devam ediyoruz.
Mert Yanikoglu, Eralp Tezcan ve Hakan Koseoglu olayi Michael Moorcock'dan acip... bir turlu sonunu getiremiyorlar...

Bundan sonra birkac MiniMi episodu gelecek, ondan sonra uzun ve bu kez programli bir episod mumkun olacak gibi!

Harcıalem İçki Bira -- Deniz Gürsoy

Oğlak Yayınları
İkinci Baskı 2004

Biranın tadını bilip adını pek bilmeyenler için yazılmış bir kitap. Yazarın "içkilerin atası" diye nitelendirdiğini biranın antik çağdan günümüze tarihinden, en çok bira yapan ve tüketen ülkelerden ve Türkiye'de ve Anadolu'daki tarihinden sözediyor.

Türkiye ve Anadolu kısmı kitabı benim için çekici kılan kısımdı. Türkiye'nin biracılık tarihiyle ilgili bölük pörçük bilgimi derleyip topladı. Yazar, Osmanlı'dan bu yana Türkiye'de birayı, eskinin bira bahçelerini, Bomonti biraderlerin kurduğu ilk fabrikayı eski resimler ve hoş sohbet bir anlatımla aktarıyor.

Her ne kadar kitabı biranın bizdeki tarihi için aldıysam da kalanını okumaktan da büyük keyif aldım. Belli başlı bira festivalleri, biralarıyla ünlü ülkelerin bira geleneklerinden tutun da, biranın nasıl yapıldığı, ev birasının nasıl yapılacağı ve kıvam tutturulamadığı durumda elde kalan sıvının nasıl değerlendirileceğine kadar bilgi var. İki sayfalık birahane argosu da kitabın genel tadına ince bir katkıda bulunmuş.

Deniz Gürsoy'un kalemden bal damlatan tarzıyla keyifle okunan bir kitap. Sadık biraseverler için bir cep kitabı bile olabilir.

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Hitit Gunesi Podcast - Harbi Versiyon Epizort 1

Biz yaptik oldu!

Sonunda ilk ep'i cikarttim piyasaya... Zor oldu...

Epizort bir, butun 24 dakika geyik ve 3 dakika muzigiyle... Hazir!
Epizort iki, butun 11 dakika geyik ve 3 dakika muzigiule... Haftaya! (hazir esasinda.)

Bildiginiz/bilmediginiz gibi bu kayitlar aslinda Eralp, Mert ve benim uzun bir takim geyiklerinin sag kalmis kisimlari, ne yazik ki ekipman sorunlari yuzunden buyuk kismini kaybettik geyigin, o yuzden muhabbetin ortasindan daliyoruz resmen.

Simdi dorduncu minimi episoduna hazirliga basladim, ucuncu ana episoda nasil organize olcaz bilmiyorum.
Ogreniyom.

Çarşamba, Ağustos 22, 2007

SESSİZLİK KULELERİ - 2084 -- Kaan Arslanoğlu

İthaki 2007

Bir yerli bilim kurgu. Türk yazarların bilim kurgu ve fantastik eserlerini takip edip incelemek şu sıralar edindiğim uğraşlardan biri. Daha önce Saygın Ersin'in başarılı bir fantastik çalışmasını yorumlamıştım.

Sessizlik Kuleleri-2084 yaşanan bir felaket sonrası teknolojik olarak ileri bir toplumun saygın bir üyesi olan psikolog bir kadının 50 yıl önceki felaketten sağ çıkan bir kaç çocuktan biri olarak yaşadığı deneyimin de etkisiyle hayatını sorgulamasını anlatıyor. Büyük yıkım adı verilen bu felaketten bir avuç çocuk özel bir taşıta bindirilerek kurtarılır. Yıkımdan elli yıl sonra teknoloji bazı toplumları temel gereksinimlere dahi ihtiyaç duymayacağı bir noktaya getirmiştir. Diğerleri ise teknolojide kısmen ilerlemiş, mutluluk hapı bağımlısı topluluklar olarak görece daha ilkel yaşamlarını sürdürmektedirler. Olaylar kahramanın, oğlunun ruhsal durumu için endişelenen bir anneden bir telefon almasıyla başlar. Psikoloğu ziyarete gelen adamın tüm sistemin dikkatini çeken genetik farklılıkları vardır.

Kitap önemli ölçüde incilden ve Hıristiyanlıktan etkilenmiş. Adem, son yemek, on iki havari ve kutsal kase gibi klasik öğeleri görmek mümkün. Kahramanın bir gezi sırasında seyrettiği tarih bilgileri aracılığıyla da Türkiye'ye ve teröre değinilmiş.

Öykü asıl karakterin sürekli ön plana çıkan Magdalı Meryem tarzında iç çekişmelerinden yola çıkıyor. Hatta bu iç hesaplaşmalar o kadar ön plandalar ki diğer karakterler kısmen sönükleşiyor, kurgu da yer yer kopuklaşıyor. Baş kahraman olan psikoloğun içe dönüklüğü bu nedenle okuyucuyu kurgudan ve kurguya katkıda bulunan karakterlerden uzaklaştırıyor. Bir romandan çok hikaye havası verilmiş içsel bir deneme gibi.

Bütün bu bireysel çatışmaların arasında kahramanın anlatıklarının hangisinin bir düş, bir görüntü, anı silsilesi ya da gerçek olduğu belli değil. Tüm bu belirsizlik yalnızca kahramanın kafasını karıştırmakla kalmıyor, okuyucuyu da allak bullak ediyor.

Öte yandan J.G. Ballard'ın koyu psikolojik öykülerinin havasını taşıdığını da yadsıyamam. Ballard'ın o öykülerini de anlamakta güçlük çekmişimdir.

Tüm bu olumsuz havaya karşın yazarın bir bk yazma çabasını ve başarısını büyük bir saygıyla selamlıyorum. Devamının gelmesini dilerim.

Pazar, Ağustos 12, 2007

Zaman Çöktü

Kanat Kitapevi 331 Sayfa, 2006

Y. Hakan Erdem’in üçüncü kitabı Zaman Çöktü’yü kitapçılarda gördüğümde ve özellikle bilimkurgu olduğunu okuduğumda fazlasıyla heyecanlandığımı itiraf etmeyeliyim. İlk kitabı Kitab-ı Duvduvani’daki biraz yorucu ama lezzetli anlatım tarzını çok beğenmiştim. İkinci eseri Unomastica alla Turca zekice kurgulanmış ama ilk kitaba göre beni daha az cezbeden bir kitaptı. Gelecek Anadoluda geçen bilimkurgu fikri tadına doyulmayacak bir kitap olduğu yönünde beklenti yarattı bende.

Çaman Çöktü gelecekte tufan sonrası bir dünya düzenini anlatılıyor. Yüksek teknolojik ayrıntılar ile bildik topraklarda bir gelecek tasvir etmiş Erdem. Pek de iç açıcı, aydınlık bir gelecek değil. Aslında bir bakıma anlatılan toplum günümüz Türkiyesini yansıtıyor. Ne yazık ki aradaki benzerlikleri yakalamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Sembolokrasi adı verilen bir rejimde elit bir kurulun yönettiği, medyanın bilgi bombardımanı altında güdülen bir toplum var kitapta. Bu ortamda tam olarak nasıl olduğunu anlamasam da zaman çöküyor. Gelecek ile geçmişin ögeleri birbirine karışıyor. Tam bu sırada koyun eti ile beslenecek kadar insanlaşmış koyunlar, hakları için ayaklanıyor. Çapraşık politik ilişkiler arasında, kaygan bir zeminde koyunlar sisteme karşı vuruşuyorlar.


Belki de yüksek dozlu beklentimden dolayı, belki de Hakan Erdem’in kitabının benim anladığım bilimkurgu şablonundan biraz faklı olmasından veyahut Sofya’ya taşınmamın verdiği zihinsel buhran ve bitkinliken dolayı bitirmekte zorlandım. Erdem’in zekice bulduğu fikirler, Türkiyeye göndermeler ve yarttığı even ile ilgili detayları anlatmaya çalışan uzun cümleler kullanarak kurduğu kalabalık anlatım tarzı arasında kayboluyor. Geleceği betimlemekte kullanadığı karışık cümleler, diğer kitaplarda hoşuma gitse de giderek etkisini yitirdiğinden olsa gerek beni çok yordu. Başı sonu belli olmayan cümleler arasında ardı arkası kesilmeyen gelecek ile ilgili terimler okumayı zorlaştıryor. Anlatım tarzından dolayı yazarın kurduğu kurgu etkisini yitirmiş gibi.


Bir Türk yazarın bizi anlatan, Anadoluda geçen bilimkurgu öyküsünü okumakta fayda var. Yine geniş ve rahat bir ortamda sindire sindire okumanuz hayırlı olacaktır.

Cumartesi, Ağustos 11, 2007

Tanridan bize mektup

Hayvanlik ama buyrun arkadaslar... TWIS'ten Kirsten Sanford'un sayfasinda gordum...

Perşembe, Ağustos 09, 2007

Demgüsar Vakası 1

Şehri İstanbul'da umumi kabul görmüş lakabım ile Vak'a Nüvis Bekir Efendi, mahalle eşrafına göre Ulemadan Bekir Bey, saray ahalisine göre Şaşı Bekir Efendi, ulemadan pek muhterem alimlere göre Çenebaz Bekir, naçizane bendeniz, İmam Ahmet Efendi oğlu Bekir size elimden geldiğince Akdeniz’den Karadeniz’e, Rumeli’nden Anadolu’ya, Karaman'dan Rum’a ve hatta vilayet-i Zulkadriyyenden Diyarbekir ötesine, Şam, Haleb, Mısır, Medine, Kudüs ve külliyen diyar-i Arab'dan tutun da Allahsız ecnebilerin dahi nice memleketlere yapmış olduğum müstesna ziyaretler esnasında karşılaşmış olduğum vakaları, işitmiş olduğum havadisleri anlatmak isterim.
Dimağımda yer tutmuş olan nice kıssa, vakka, havadis ve şahsiyetin belki de en ilginçlerinden ve gariplerinden biri kefere Frenk ülkesine yaptığım ziyaret sırasında uğradığım Paşa Tahtı Şehri Sofya’da duymuş olduğum “Demgüsar Vakası”dır. Huzurlarınızda gaibten dehşetengiz mahlukatı, dudaklarınızı uçuklatacak batıni ilmi, esrarengiz şehlevent dervişi ve güzeller güzeli ahusu ile Demgüsar Vakasının ilk tekmili.

Demgüsar Vakkası - 1 Sofya İline Dair

Rumeli Eyaleti 24 sancak, 1227 kılıç zeamet ve 12378 kılıç tımardan ibarettir. Sancaklardan en büyüğü ise Paşa Tahtı olan Sofya şehridir. Uluğ bir dağın eteğine yerleşmiş olan şehir, ismini Bizans’ın kefere krallarından Justiyan tarafından, İsa Peygamberin doğumundan yaklaşık 700 yıl sonra yaptırılmış olan Azize Sofya kilisesinden almıştır. Her cenahında Bizans’tan yadigâr harabeler vardır. Azize Sofya’nın şehri 15.000 hanede 100.000 kişiyi barındırır. Dağlardan akan suyu pek lezzetli olup türlü mide, bağırsak, mesane derdine iyi geldiği söylenir. Sofya’dan Rumeli’nin garbına, Karadeniz’e uzanan toprakları fersah fersah üzüm bağları kaplar. Rumeli ahalisi üzüm ehli halk olarak namı frenk illerine kadar yayılmış dem imal ederler. Kervan yolu ve paşa sancağı olması nedeni ile tadına doyulmaz türlü demi ve envai çeşit meyi, Sofya şehrinin dört bir yanına yayılmış irili ufaklı 31 adet meyhanede bulmak mümkündür.

Âdemi gürbüz, sıhhatli, Havvası ise sırma saçlı, kalem kaşlı, ceylan gözlü, ahu endamlıdır. Ancak yerlisi biraz kaba olup, Osmanlı ve İslam adap ve terbiyesinden uzaktır. Saygıda kusur olmasa da biraz tembeldir esnafı da. Bu nedenledir ki hizmette Şehri-i İstanbul veyahut diğer Rumeli illeri ile karşılaştırırsan üzülürsün.

Eyaletin Paşa Tahtında hünkârımıza pek çok yararlılığı dokunmuş, baş üryan, sine püryan, kılıç al nice cenk meydanında baş üstünde baş, taş üstünde taş bırakmamış, Solak Ahmet Paşa oturur. Şehrin güvenliğinden de bölüklü ortalarından 76. ncı Orta mensubu yeniçeriyan mesuldür. Solak Ahmet Paşa dirlik hususunda pek sert olup, asayişi bozan külhaniye, demi fazla kaçıran bekriye, fermanlara riayet etmeyen külhaniye hiç müsamaha göstermez. Kilisesinin önündeki meydandan darağacı eksik olmaz.

Gündüzleri karakullukçular başlarında subaşı ile sokakları arşınlayıp şehri kol gezerler. En gözden ırak sokakta, en tekinsiz mahallede de bile asayiş berkemaldır. Gündüzleri böyle iken güneş Bulgarın Vitoş dediği dağın ardına devrildiğinde, sokaktan el ayak kesilir. Yerlisi kaçar, sığınır dam altlarına. Yeniçeriyan bile yoldaş bulmadan, boy boy meşale, kandil yakmadan çıkmaz sokağa. Çıksa da uzak durur karanlıktan, kuytudan. Gecelerin zifirisinde ise Şehri-i Sofya’ya musallat olmuş bir illet kol gezer. Bu öyle bir illettir ki, Rumeli’den Eflak-Boğdan'a, nice Balkan ili çeker bu azabı. Öyle bir illettir ki görüp de ruhunu teslim etmeden cemaate anlatabilen yoktur. Öyle bir illettir ki, müflis fukara, hane-harab gaibe karışır zifirin içerisinde. Öte yandan gariptir bu şer mahlûkat, barka el sürdüğü görülmemiştir. Uzak durur hanelerden. Lakin sokaklar ise haramdır âdem soyuna geceleri.

Ola ki yolunuz düşer ise Sofya şehrine gezin, tozun, eğlenin. Meyi, demi için, iyş-ü- işret edin meyhanelerinde. Huri suretindeki havvaların muhabbetinin tadına varın. Yine de tedbiri elden bırakmayın. Gün batımına yakın sokakta biçare kalmayın. Haneden ayrılmayın. Müslüman illerinde kulaktan kulağa "Demgüsar" mahlası ile anlatılan, Hz. İsa Peygambere tapınan Allahsız ecnebi diyarlarında ise, burada kağıda dökmek istemediğim nice hayırsız ad ile çağrılan, âdemoğlunun kanını mey niyetine içen, Kabil soyu ifrit tohumuna karşı tedbirli olun. Büyük ulema, zamanının yeganesi, hidayet-eda Şeyhülislam Ebu Suud Efendi Hazretlerinin tembihlerine kulak verin.

"Gaflet karşısında müminlere musallat olan, hile ve desiseler ile iştigal eden afaritten korunmak için öncelikle imanımızın tam olması, Peygamber Efendimizin sünnetlerini usulünce uygulamamız gerekmektedir. Habail-üs Şeytanın en esaslı hilelerinden olan şehvetten, avrattan, yani haramdan uzak durarak ancak helale uçkur çözmek esastır. Ey Müminler, yüce Allah'ın ve Peygamber Efendimizin öğretilerinden şaşmadan, ahrete giden bu dikenli fakat nur ile aydınlatılmış yolda, ancak imanımız sayesinde bize bahşedilecek olan Riyaz-ı Cennete ulaşabiliriz."

Vak'a Nüvis Bekir Efendi

Rumeli İlleri Şehrengiznamesi

Hicri 1048


Bir sonraki tekmilde Sofya'nın güzeller güzeli dilberi. Çok yakında !

Cumartesi, Temmuz 14, 2007

Thomas Covenant Tarihçeleri

Thomas Covenant tarihçeleri toplam iki üçleme ve bir dörtlemeden oluşan bir seri. İlk üçleme basıldığı yıllarda (1977) pek çok bk&f severin övgüsünü kazandığı gibi karakterin sıradışılığı nedeniyle bir miktar eleştiri de aldı. İkinci üçleme 1982'de piyasaya sürüldü. Sonuncu seri olan dörtleme ise halen yazılma aşamasında. Dörtlemenin ilk kitabı 2004 yılında çıktı.

Kitapların kahramanı Thomas Covenant cüzzama yakalanmış bir çoksatar yazarıdır. Eşi onu hastalığı yüzünden boşamıştır ve komşuları ve tanıdıkları tarafından dışlanmaktadır. Yalnızlık ve hastalık onu ruhsal çöküşün eşiğine getirmiştir. Ancak geçirdiği araba kazasından gözlerini açtığında kendini, herkesin gözünde bir kahraman olarak görüldüğü farklı bir dünyada bulur. Şimdi roller değişmiştir. Kendi dünyasında bir hilkat garibesi olarak görülürken, bu dünyada ona bir kahraman gözüyle bakılır. Ancak Covenant aynı Covenant'dır. Onu bir kahraman olduğuna ve olabileceğine inandırmak, bu yeni dünyanın iyi niyetli insanları için bile çetin bir sınavdır. Ne de olsa dünyalarının yazgısı Covenant'ın elindedir.

İlk üçleme olan Birinci Thomas Covenant Tarihçeleri'nin ilk kitabı Diyardaki Bela (asıl adı Lord Foul's Bane) Phoenix Yayınevi'nden 2004 yılında çıktı. Kadir Yiğit Us'un usta çevirisi ve Korkut Öztekin'in başarılı kapak resmiyle etkisini gösterdi. Bundan yaklaşık üç yıl sonra, İthaki Yayınevi serinin ikinci kitabını Sayrıtoprak Savaşı (asıl adı Illearth War) adıyla çıkardı. Bu kez çeviri Nejat Eralp Tezcan'a ait.

İlk üçleme piyasaya çıktığı dönemde çok tartışıldı ve sonunda fantastik edebiyatın önde gelen eserleri arasında adı, Yüzüklerin Efendisi'yle birlikte anılan kitaplardan oldu.

Kitapların gönülsüz kahramanı Thomas Covenant ise fantastik eserlerde çoğu zaman karşımıza çıkan baş kahramanlardan oldukça farklı. Her ne kadar hatasının bilincinde olsa da değişmekte gösterdiği dirayetsizlik onu oldukça isteksiz ve inatçı bir kahraman yapıyor. Aynı zamanda, dünyanın geleceği için mücadele ettiği Habis Efendi'nin çetrefilli ve sinsi oyunları onu daha da kendine kapanmaya, bulunduğu dünyayı reddetmeye itiyor. Covenant, Diyar adındaki bu dünyayı asla şifa bulamayacak bir cüzzamlılının sağlık uğruna kurduğu bir düş olarak yorumluyor ve her anında, her fırsatta inkar ediyor. Sonuç olarak ona kendi acizliklerinin üstesinden gelmekte yardımcı olacak bu evrenin uzattığı yardım elini mümkün olan her anda geri çeviriyor. Thomas Covenant'ın bu zor karakteri onun gerçekçiliğini en üst noktaya çıkarıyor.

Thomas Covenant tarihçeleri farklı bir fantastik bakış açısına sahip. Karakter bozukluklarını bireye ve evrene yansıtma biçimiyle türünün diğer örneklerinden ayrılıyor. Covenant'ın düşlediğini düşündüğü Diyar, her yönüyle bir sağlık timsali. Sağlığın her yerden cıvıl cıvıl yeşerdiği bir dünyada iyileşme ümidi olmayan cüzzam gibi bir hastalığa yakalanmış birinin düşeceği umutsuzluk gerek Covenant'ın gözünden gerekse bu doğal sağlığı kaybetme endişesinde olan Diyar halkının gözünden ayrıntısıyla aktarılıyor. Diyar'ın baş düşmanı Habis Efendi'nin Diyar'ı alt etmek için kullandığı silah ise insanların karşılaştıkları karşısında düştükleri umutsuzluk.

Donaldson, 20 yıl önce Thomas Covenant serileriyle fantastik edebiyata farklı bir giriş yapmış. Aynı diziye dönem dönem geri donmüş ve son geri dönüşünü 2004'de yapmış. Geniş zaman aralıklarıyla çıkan üçlemeler öykünün altyapısının ne kadar güçlü olduğunu ve üzerine yazılabileceklerin henüz bitmediğinin iyi bir göstergesi.

Perşembe, Temmuz 05, 2007

Niye Podcastlar bu kadar aralikli

Cunku ben tembelim.
Nasil bir olaydir bilemem bu.

Ocaktan beri podcast yapacagim diye harcamalara bakiyorum da...
Laptop aldim.
16 kanal mikser aldim.
Simdi kardes'in arkadasina alip yetistiremedigi studyo mikserleri.
Kablolar, mikifonlar, adaptorler, cartlar curtlar...

Ote yandan yilbasindan beri sadece uc adet cikartabildim. Bunlarin da hic birisinde ben icerik sunmuyorum. Nasil bir tembelliktir bu. Harcadigim parayla karsilastirdiginizda o-hooo yani.

Kisacasi bundan sonra editor hayvanlik ederse tepesine cikiniz.
Ayrica cider iciniz. Podcast yapmaya gaza getiriyor adami.

Sherefe... (hick)...

Hitit Gunesi MiniMi! TataTa! Epizot 3!

Eralp Tezcan'in Graham Greene'in Istanbul Treni sonunda karsinizda!

Bu kadar uzun surmesinin tek sorumlusu tembel editor.

Cuma, Haziran 22, 2007

Altınboynuz

Antik Yunan tarihi ve Uluğ Tanrıça Eris hakkında pek çok hikaye söylenmiş ve yazılmıştır. Belki de bunlardan en bilineni Truva Savaşının çıkmasına neden olan olaylar silsilesinin anlatıldığı söylencedir. Ancak Tanrıça Eris’in yöntemlerinin gizemli ve alaycı olmasından olsa gerek bu hikayede de bilinmeyen ve gözlerden kaçan pek çok ihtilaf mevcuttur.

Konuya Diskordik bir bakış açısından yaklaşmak gerekirse; İsa’nın doğumundan ne kadar bilmem, ben diyeyim beş siz deyin on yüzyıl önce, Uluğ Tanrıçanın tanındığı ve fazlası ile hürmet gördüğü günlerde, kodaman ve uçkurunu çözmekten bağlamayı unutan tanrılardan Zeus, hesabını kendisinin de yapamadığı, ismi lazım olmayan çocuklarından birine dillere destan düğün yapar. Düğün şimdi Haliç’in bulunduğu cenahdaki Zeus'un denize nazır yazlık sarayında bir ünlü ve önemli davetlinin katılımı ile yapılır. Düğüne herkes çağrılırken, Zeus kendisinden çekindiği için bir tek Eris'i davet etmez. Cemiyet hayatının değişmez ismi, renkli Olimpos gecelerinin yeganesi, bütün ratinglerin anası Eris ise davet beklemeden kırmızı halıda boy gösterir. Bunun üzerine davetlilerin akın akın aktığı, bugünkü gazetecelerin ilk atalarının tanrı, yarı tanrı ve benzlerine ağızlarından köpükler saçarak saldırdıkları halıda rezalet çıkar. Zeus’un iş bitirici ayakçısı Hermes Eris’i içeri almaz. İçeri almadığı gibi bir de herkesin önünde rating uğruna hakaretler yağdırır. Eris ise yılların deneyimi ile kırmızı halıdan ayrılır ama ince ince işlenmiş, keskin zekasının ürünü olan planını uygulamaya koyar.

Üzerinde Yunan alfabesi ile “En Güzele” yazılı bir altın keçiboynuzunu hediye olarak bırakır ve o günlerde basit bir paparazi olan Homeros’a da haber salar. Aslında bilinenin aksine Homeros gazetecilikten ekmek yiyemediği için macera romanları yazmaktadır. Bu haber sayesinde Homeros yedi denizde ve yedi kıtada tanınacaktır.

Hermes ise yeni gelen hediyeyi “gelinin yengesinden, beşi bir yerde ve de en güzele bir altın keçiboynuzu” diyerek duyurur. Tam bu sırada düğünde kendini oyuna havalarına kaptırmış olan, şirretlikte, mahalle karılığında, önde giden Hera, kaldırım dilberliğinde, yosmalıkta, ucuzlukta birinciliği at boyu fark ile kimselere kaptırmayan Afrodit, köylü parçası, geçimsiz, elinin hamuru ile tanrı işlerine zırt pırt karışan Atena ve daha önemsiz tanrıçalar Artemis ile Demeter kendilerini kaybederek altın keçiboynuzu için birbirlerine girerler.

Marazaanın daha ilk anlarında Hera’nın cırmıkları karşısında yılıp kaçan Demeter'den ve Atena'nın kürek gibi elleri ile birbiri üzerine indirdiği şamarları sonucu bilincini yitiren Artemis'den Homeros bahsetmez. Tabi ki bu Homeros’un Beşler Yasasından bihaber olması kadar Artemis ile Demeter'in Homeros'a röportaj vermeyip, gece kaçamakları hakkında bilgi uçurmamalarından da kaynaklandığı söylenebilir.

Rezaletin en civcivli, rezilliğin binin bir denariye gerilediği sırada Hera altın keçiboynuzunu alıp kaçmaya yeltenir. Atena “senin ağzını çaart diye yırtarım, yelloz” diyerek Hera’nın üzerine atılır. Hera kaçınılmaz gözüken dayaktan yırtmak için konuyu kocası Zeus’a havale eder. Keçiboynuzunu Zeus'un eline tutuşturarak arkasına saklanır. Altın keçiboynuzunun kime ait olacağı kararı Zeus’a kalınca işler iyiden iyiye karışır. Uçkuruna bir türlü sahip çıkmayan libido fazlası, fallik nesneli kart tanrı karısının dışındaki hemen hemen bütün tanrıçaları da yatağa atmayı planladığı için aralarında bir seçim yapmaktan kaçınır. O da adeta özel mahsul sızma bir zeytinyağı edası ile çözümünü açıklar. Tercihi delikanlılıkta yedi denizlere nam salmış olandan bitenden habersiz Idalı Pars yapacaktır.

Düğünde yaşanan rezalet dokuz sütüna manşet boyalı basında patlarken olaya “Altın Boynuz” vakası denir. Böylece Haliç bu isimle anılmaya başlanır. Homeros bu hikaye ile ödül üstüne ödül, rayting üzerine rayting kazanır. Yaşananlar Homeros için uzun soluklu bir kariyerin başlangıcı olur. Kitapları yok satar. Altın Keçiboynuzu ise tarihe “İhtilaf Keçiboynuzu” olarak giremez, çeşitli gizemli dizgi hataları ve yanlış anlamalar sebebi ile “Altın Elma” ismini alır.

Pars ise Anadolu’da o zaman ki adı ile Ida Dağında yaşayan gariban bir çobandır. Yaşadığı köyde sevilen, sayılan, gürbüz ve yağız bir Anadolu delikanlısı olan Pars dürüstlüğü ve mertliği ile yedi düvele nam salmıştır. Boğazından bir damla haram geçmeyen bu delikanlı öyle ki sadece süt içmektedir.

Hayatını sürdürmek için karın tokluğuna çobanlık yapan Pars’ın aslında bilmediği bir geçmişi vardır. Pars’ın annesi zamanında Truva’nın önde gelen aşiret reislerinden birinin evinde hizmetçi iken malikanenin yanık tenli, yakışıklı ve bir o kadar da hovarda oğlu ile aşk yaşar. Bu aşkın meyvesi olarak Pars dünyaya gözlerini açarken annesinin gözleri şansız bir at arabası kazası ile kör kalmak marifeti ile kapanır. Bu esnada Pars’ın babası, baba olmanın verdiği yusuf hissi ve töreler nedeni ile, Pars’ın annesinin eline üç beş altın sıkıştırıp onu yazlıklarının olduğu Ida’ya gönderir.

İşte bu bahtsız Pars, dört kankası ile Ida Dağından körfezi seyredip, altılı da voleyi vurma hülyalarını meze yapıp aslan sütü yudumlarken Altın Keçiboynuzunun sahibini belirlemek üzere seçildiğini öğrenir. İşte bu noktada ayvayı yiyen Pars’dan dolayı körfeze ve civarına o günden sonra Ayvalık denir.

Delikanlığının kitabını fasikül fasikül yazan ve hatta yaptığı baskılar ardarda tükenen Pars içine düştüğü bu durumu çakozlamak için elinde tesbih kendini Ida Dağındaki yolara vurur. Volta atarken karşısına Athena çıkar. Ona kendisini seçmesi karşılığında bitirimlik ve mahalle kavgalarında yenilmezlik önerir. Pars daha “çüüş, oha, hasbüke, bu da neydi” diyemeden önünde Hera beliriverir. Genç çobana parti il başkanlığı ve ilk seçimde mebusluk hatta kabinede yer teklif eder. Hera ayrılırken de Afrodit gelir. Afrodit daha o günlerde bir içim sudur. Daha sonra nasıl kilo üstüne kilo aldığı Diskordik tartışmanın dışındadır. Afrodit Pars’a herkesin hayallerini süsleyen, podyumların, televizyonun ve hatta tüm medyanın değişmez ismi Helen’i yatağa atmanın yolunu teklif eder. Pars’ın teklifler karşısında aklı karışır karar vermek için süre ister. İşte üç tanrıçanın Pars’ı kaz yerine koydukları o dağa ise o günden sonra Kaz Dağı denir.

Üç tanrıçanın da teklifleri de çok caziptir. Pars günlerce düşünür taşınır. En sonunda kararını verir ve seçim odasına girip, milyonlar televizyon karşısına çivilenmişken haykırır “05 Afrodit” Pars Helen’e cümle alemle beraber hasta olduğu kadar dağ başında gece gündüz koyun otlatmaktan müzmin bir fallik nesnedir.

Afrodit'ten öğrendilerinden sonra Pars yetti bu yek hayat, yıllarca kaderin elinden çektiğim yeter, Helen bir yana, delikanlılık bir yana der ve bir Nuri Alço edası ile olaya girer. Helen daha ne olduğunu anlamadan Pars aradaki engelleri kaldırmış ve biçare kızın yelkenleri suya indirmesi ile muradına ermiştir.

İşte bundan sonra kızılca kıyamet kopar. Helen o günlerde aşiret ağalarından Menalus'un kapatmasıdır. Menalus töre, namus deyip bütün aşiretle beraber, cümbür cemaat Pars'ın kapısına dayanır. Ancak daha sonra yaşananlar bugünkü diskordik tartişmamızın konusu dışında olduğu için ayrıntılara girmeyeceğim. Merak edenler ise Çanakkale'ye gidip yedi kere kurulup yedi kere yerle yeksan edilmiş Truvayı gördüklerinde vukuatın sonu hakkına fikir sahibi olacaklardır.

Bu hikayede adı geçen çeşitli isim ve kavramlar tam da Eris’in uygun gördüğü şekilde tarih içerisinde birbirine girmiştir. Herkesin ailecek hastası olduğu keçiboynuzu bir çok ülkede yetişmeyen, tanrılara layık bir yemiş olduğundan başka kültürlere elma olarak tanıtılır. Pars’a sosyetik bir isim aranılır ve Paris denilir. Annesinin ilişkisinden dolayı Truva Prensi oğlu olduğu yazılır çizilir. Bunlar gibi bir çok ihtilaf oluşsa da bu zaten Tanrıçanın yoludur.

Diskordik Hatırlatma: Bu metinde kutsal sayı sayısı beş kere kullanılmıştır.

Beşler Yasası

Beşler Yasası der ki;

HERŞEY BEŞLE VEYA BEŞİN KATLARI OLACAK ŞEKILDE, VEYAHUT DOLAYLI YA DA DOĞRUDAN BEŞ ILE İLGİLİ OLUŞUR.

Beşler Yasası hiçbir zaman yanılmaz.

Beşler Yasasında “Beş” kelimesi beş kez geçer.

Perşembe, Haziran 14, 2007

The Amber Spyglass -- Philip Pullman

Scholastic Children's Books, 2001

His Dark Materials serisinin üçüncü ve son kitabı. Birinci kitapta başlayan, ikinci kitapta gelişen tüm olaylar bu kitapta son noktalarına ulaşıyorlar.

Lyra annesiyle birlikte kendi evreninde bir mağaradadır. Will ise buluştuğu iki meleğin onu Lord Asriel'e götürmek istemelerini dikkate almayarak Lyra'yı bulmak üzere yola çıkmıştır. Aynı sıralarda fizikçi Dr. Mary Malone geçtiği evrende alışılmadık bir akıllı yaşam türüyle ve bunların parçaları olduğu ekosistemle tanışır. Ve tüm bunlar olup biterken Lord Asriel'in Kilise kuvvetlerine karşı topladığı evrenler arası ordu harekete geçer. Kilise de tüm bu olan bitenlere karşı kayıtsız değildir. Görünüşe göre kuantum tozlarının tuhaf davranışları tüm evrenlerde işlerin sarpa sarmasına neden olmaktadır.

Okuyacaklara fazla ipucu vermeden bir serinin, hele de bunun gibi tüm gizemlerin son bölümde çözüldüğü bir serinin, üçüncü kitabını değerlendirmek kolay bir iş değil. Kitap bilgisini olabildiğince kısa tutmaya çalıştım.

Yazarın kilise karşıtı düşünceleri, bilimsel gerçeklere yaklaşımı serinin son kitabında en yoğun şekliyle açığa çıkıyor. Doğal ve psikolojik dengelerin önemi ise basit ekosistemler ve yaşam süreçleriyle incelenmiş. Düşüncenin ve iradenin gücü bilimle birleştiğinde ortaya akıl almaz birleşimlerin çıktığı izlenimi bu son kitapta özellikle ön planda. Ve tüm bunlar bir çocuk kitabının mutlu rahatlığında anlatılmış. Kitap (aslında bütün seri) okundukça okunuyor.

His Dark Materials çocuklar için yazılmış ve gerçekten de Lyra ve Will'in bir anlamda büyüme sürecini anlatıyor. İlk kitaptaki Lyra'yla son kitaptaki Lyra arasında belirgin kişilik farklılıkları var. Zaten kitap kişilerin, kitapta "daemon" adı verilen tözlerinin, çocukluktan çıkıp ergenliğe geçtiklerinde sabit bir şekil aldığını her fırsatta vurguluyor. Dolayısıyla öykünün gidişi için de keyifli bir ipucu oluyor.

Sürükleyici ve düşündürücü bir eser. Ancak tüm okuyacaklara seriyi okurken kitaplar arasına fazla zaman sokmamalarını öneririm. O zaman tadından yenmeyeceğini düşünüyorum.

His Dark Materials serisinin ilk kitabı The Golden Compass / Northern Lights (Türkçe çevirisi Kuzey Işıkları) filme de çekiliyor. İlgilenenlere genel ağ adresi, http://www.goldencompassmovie.com

Salı, Mayıs 15, 2007

İstanbul Treni -- Graham Greene

Türkçesi: Mehmet Harmancı
Everest Yayınları, 2004

Çeşitli türlerden eserler okuma girişimlerimden biri. Her ne kadar bilim kurgu, fantazi (düşlem), tarih gibi konular öncelikle ilgimi çeken tarzlar olsalar da daha önce okumadığım türleri de deneme eğilimindeyim.

İstanbul Treni benim için farklı tarzlardan bir örnek. İngiliz yazar Henry Graham Greene'i ünlü yapan roman İstanbul Treni. 1932'da yazılmış ve döneminin başlıca eğilimlerini Avrupa'yı bir uçtan bir uca kat edip İstanbul'a gelen Şark Ekspresi'ne binen beş karakterin özünde birleştirmiş. Sosyalizmin Balkanlarda kendini göstermesi, Avrupa'yı ikinci dünya savaşı öncesinden derinden etkileyen Yahudi düşmanlığı kitabın her yerinde karakterler aracılığıyla okuyanın karşısına çıkan konular.

Carleton Myatt gemiyle Ostend'e gelip trene binen Yahudi kuru üzüm taciri. Onunla birlikte aynı geminin üçüncü sınıf kamaralarında gelen Coral Musker ise İstanbul'a bir İngiliz varyetesinde dans etmek için giden güzel bir kız. Trenin sonraki duraklarından birinde İstanbul'a dayısını ziyarete giden Janet Pardue ve onu kaybetme korkusuyla düşünmeden trene atlayan lezbiyen sevgilisi, gazeteci ve bir miktar alkolik Mabel Warren. İngiltere'den gelip Belgrad'a gitmek üzere teren binen, bir zamanların devrimci sosyalisti, Dr. Paul Czinner. Ve Viyana'da bir adamı öldürdükten sonra kaçmak için apar topar Şark Ekspresi'ne binen hırsız Josef Grünlich.

Her karakter konuya bir hatırlanmama ya da unutulma korkusuyla giriyor. Daha sonra her birinin bir başkasına bağlılığı hatırlanmama korkusuyla birleştirilerek çeşitli olaylarla sınanıyor ve her karakter kendi kişiliğine göre bağlılık sınavını geçiyor.

Karakterlerin arasındaki ilişkiler asla sünmüyor. Biri koparken mutlaka başka bir yenisi oluşuyor, böylece gündem her zaman ayakta kalıyor.

Kitap ortamdan çok, fazlasıyla karakterlerin üzerine kurgulanmış. Olayların çoğu zaman Myatt'ın çevresinde dönmesine karşın diğer karakterler gerçekçiliklerini yitirmiyorlar. Aslında öyküde bir Brezilya dizisi havası yok değil. Bir sürü karakter, aralarında yarısı rastlantısal bir sürü ilişki. Ancak yine de önemli bir fark var: olaylar çiğ bir dille değil, edebi bir aktarımla anlatılmış. Daha doğru bir deyişle, kaliteli bir dram.

Çevirisi okunaklı. Çevirmenin ustalığı her sayfada belli oluyor. Hiçbir takılma ve tırmalama olmadan rahat bir Türkçeyle okunuyor.

Kitap 1930'ların havasını tatmak isteyenler, o dönemin yaşam tarzı ve insanlarıyla ilgilenenler için güzel bir eser. Usta bir yazarın zamanında ses getirmiş bir romanı.

Cuma, Mayıs 11, 2007

Olasılıksız - Adam Fawer

Improbable
Türkçe Baskı April Yayıncılık 2006
472 Sayfa

“Bititrmek için yarını, başkasına anlatmak için bitirmeyi beklemeyeceksiniz” gibi iddialı bir cümle yazıyor kitabın arka kapağında. Devamında ise Clive Cussler’ın övgü dolu sözleri bulunuyor. Kitabı büyük bir hızla bitirsem de sanırım bu yorumların biraz abartılı olduğunu kabul etmek zorundayım. Kitap için bilim kurgu tadında macera romanı demek biraz insafsızlık da olsa, çok da yanlış değil.

Hikaye istatistik, kuantum fiziği, oyun teorisi, zaman örgüsü, casusluk, kumar tutkusu ve sos olarak da şizofreni ile bezenmiş. Kitap basit ve yalın bir dil ile yazılmış. Şirin Okyavuz Yener’in yaptığı çeviri ile de çok hızlı okunuyor. Arka kapakta yazılanlar bu açıdan çok da yanlış değil. Kitabı bitirmem neredeyse iki gün sürdü. Yalnız bu süratte yazarın başarısının yanı sıra edebi açıdan vasatı aşamaması da var. Bu eksikliğini kitabın kurgusu kapatıyor. Kurguyu ve konuyu üzerine kurduğu zaman örgüsü ve diğer teorilerini yer yer denklemler, yer yer fizik teorileri ile destekleyen Fawer, kendi içerisinde tutarlı bir kitap yazmış.

Esas oğlan istatistik hocası David T. Caine’nin onu zorlayan delilik gelgitleri, kumar sorunu ve sınırı çok önce aşmış olan kardeşi ile bana tam bir Philip K. Dick karakterini hatırlattı. Muhtemelen çok fazla Dick okumamın yan etkisi ile daha yoğun karamsar, deliliğin eşiğinde bölümler bekledim. Ne yazik ki bana göre kitabı biraz daha renklendirebilecek, kara bölümler çok kısa. Buna karşılık Fawer karakterleri geliştirmek için uğraş vermiş. Hemen hemen hepsinin onu kovalayan şeytanları var.

Olasılıksız Adam Fawer’in ilk kitabı. İlk kitabıyla yazarlığa başarılı bir adım atmışa benziyor. Edinin, okuyun.

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

Hitit Gunesi Podcast RSS feed

Libsyn'de account actik. Podzimbirtinzi ya da iTunes zimbirtinzi buraya yonlendirebilirsiniz http://hititgunesi.libsyn.com/rss

Ayricana direk Libsyn'den de takip edebilirsiniz. Acikcas bir sekilde butun blogumsu ortamlari bi yere toparlamaya calisacagim ya. Hititgunesi.org adresini de aldik. Onu ya Libsyn'e ya da blogger'a dogrultmayi dusunuyorum.

Gelismeleri takip ediniz!

Hitit Gunesi Podcast - MiniMi Episod Iki!

Biz yaptik oldu!

Ikinci episodu buradan cekebilirsiniz.

Mert'in kaydi hayli kotu oldugundan ses kalitesi icin ozur dileriz ammavelakin yine de eglenceli.

Konu? Berserk.

Eger Mert neden bahsediyor diye merak editorsaniz, The Hawks'in cevirileri de aha burada.

RSS feed meed bi ara ugrascaz artik ya...

Perşembe, Nisan 19, 2007

Hitit Gunesi Podcast - MiniMi Episod zero!

Baylar! Bayanlar!

Ilk podcastimiz sonunda hazir (ed: kulliyen yalan)!

Eralp bize Puslu Kisalar Atlasi'nin yorumunu yapti. Ben Belcika'dayken adamin burnuna mikrofonu dayayarak rastgele bir kitaba yorum yaptirdim.

Bu kisa bir calisma, haliyle Mini Mi kategorisini de boylece yarattik.

Kismetse bu podcastlarin devami da gelecek.

Pazartesi, Nisan 16, 2007

Dunya <> Amerika

Eralp dedi ki...



His Dark Materials (Kara Cevher) serisinin ikinci kitabı. Birinci kitap Golden Compass (İngiliz baskısı Northern Lights, Türkçe çevirisiyle Kuzey Işıkları) Lyra Belacqua adında küçük bir kızın yaşadığı Oxford'dan, tanık olduğu bir olay nedeniyle...


Simcik... Philip Pullman Ingiliz bir yazardir. Anlattigi olaylar hayali/paralel bir evren ortaminda Ingiltere'de gecmektedir, kitap ilk defa Ingiltere'de basilmistir...


Madem oyle, neden dunya kitabi Amerikan ismiyle tanimak zorunda? Tartisiniz...

The Subtle Knife - Philip Pullman

His Dark Materials (Kara Cevher) serisinin ikinci kitabı. Birinci kitap Golden Compass (İngiliz baskısı Northern Lights, Türkçe çevirisiyle Kuzey Işıkları) Lyra Belacqua adında küçük bir kızın yaşadığı Oxford'dan, tanık olduğu bir olay nedeniyle ayrılması ve babasının peşinden kuzeye, kuzey ışıklarının mekanına gitmesini konu alıyordu. Lyra'nın yaşadığı Oxford bizim evrenimize koşut bir evrendeydi.

İkinci kitap, Kuzey Işıkları'nın sonunda kaldığı noktadan devam ediyor. Lyra babasının açtığı boyut kapısından Cittigazze adında farklı bir dünyaya geçer. Burası tüm paralel evrenlerin birbirlerine geçit oldukları bir kavşak özelliğindedir ve yalnızca yetişkinlerin görebildiği ve yalnızca yetişkinler için tehlikeli olan tuhaf ruhlarla doludurlar. Bu yüzden tüm yetişkinler ya kaçmış ya da ruhların elinde bilinçsiz birer kuklaya dönüşmüşlerdir.

Lyra'yla aşağı yukarı aynı zamanlarda, bu kez bizim bildiğimiz evrenden Will Parry adında bir çocuk da Cittigazze'ye gelir. Will annesine dadanan korku dolu kabusları çözmek ve kaşif babasının mektuplarının peşinde olan bazı adamlardan kurtulmak için yıllardır kayıp olan babasını bulmak üzere evden ayrılır. Ancak ayrılırken mektupların peşindeki adamlardan birinin kazara ölümüne neden olur. Cittigazze'yi bulması ise tamamen bir rastlantıdır.

Aynı yerlere sahip olmakla birlikte (her iki evrende de bir Oxford vardır) yaşam biçimleri ve teknolojisi farklı evrenlerden gelip Cittigazze'de karşılaşan Lyra ve Will, birbirlerine yardım ederek hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Ancak Will'in peşinde olan adamların yanısıra, başkaları da Lyra'nın peşindedir.

Bu sırada Lee Scoresby kendi evreninin ünlü kaşifi Stanislaus Grumman'ı bulmak için Yenisey ırmağının kıyılarında dolaşmaktadır.

Kuzey cadıları ise Serafina Pekkala eşliğinde Lyra'yı bulup onu babası Lord Asriel'e götürmek istemektedirler.

İlk kitabı okuyalı çok zaman olduğu için baştaki bazı ayrıntıları hatırlamakta zorluk çektim. Bu yüzden tam olarak ne yazacağımı bilemedim. Subtle Knife'ın her yönüyle bir ara kitap olması ve birinci kitapla oluşan soru işaretlerine yenilerini eklemesi nedeniyle biraz bocaladım. Olayların şimdiye kadar ki gidişlerine bakılacak olursa, üçüncü kitap tadına doyulmaz bir tarzda seriyi noktalayacak.

İlk iki kitap arasına bu kadar uzun bir ara koyma hatasını, son kitabı en kısa sürede okuyarak düzelteceğim.

Cuma, Nisan 13, 2007

Kurt Vonnegut(*) R.I.P.

Bu blog icerisinde olecekler * isareti ile belirtilmistir. (Galapagos kitabini okuyunuz). Iste boyle...

Cuma, Nisan 06, 2007

Film: Karanlık Sular

Not: Karanlık Sular yazısı Tacer hocaya aittir.

Filmimizin adı Karanlik Sular olup Japon yönetmen Hideo Nakata elinden çıkmadır. Hideo bey ismini RINGU ile duyurmuştu; filmin Amerikan versiyonu Ring adıyla çevrilerek izleyicilerle buluşmuş idi. Hayli de ilgi görmüş idi.

Karanlik Sular da kultur sanat filmleri jaaanrinda :) pek bir begenildi, yere goge sigmadi. Lakin filmi izleyen ortalama izleyici "iyyk bu ne bicim korku filmi be hic korkmadim cok da sıkıldım ne o oyle vik vik bik bik" seklinde degerlendirmede bulunuyor benim gozlemim. Kendi yorumuma gecmeden once konusunu bir geceyim kisaca:

Bir yayinevinde redaktor olarak calisan Yoshimi, kocasindan yeni bosanmistir ve 5 yasindaki sevimli kizi Ikuko ile yeni bir hayata baslamak uzeredir. Ancak zengin ve haris bir adam olan kocasi kizinin velayetini annesinden almak icin her turlu hukuksal piclige basvurmaktadir. Yoshimi kizinin velayetini korumak icin duzenli bir gelir ve sabit bir ikametgah edinmek zorundadir. Bu nedenle hem isyerine hem de kizinin kresine yakin bir apartman dairesine tasinir. Hayli bakimsiz ve kasvetli olan apartman dairesine sirf bu yuzden tahammul etmek durumundayken, evin tavanindan damlayan esrarengiz, koyu renk sular genc annenin hayatini kabusa cevirir. Dahasi bu sadece bir baslangictir.

...ve olaylar gelisir :)))

Herseyden once, arkadaslar, soylemek durumundayim ki, bu bir korku filmi degil. Bir dram. Hem de kutur kutur, agir mi agir bir dram. Icerdigi tum bu gizemler, tekinsiz olaylar, turlu tuhafliklar sadece bir baska drama goturuyor filmi; yani baskin unsur huzun. Yonetmen minimalist takilmis: tum film anne ve kizin gunluk hayati, basit eglenceleri, yemeleri-icmeleri, annenin isi-gucu, ofis hayati vs etrafinda donuyor. Fazla yan karakter de yok. Bu acidan baktiginda filmde temsil edilen korku metropol yasaminin ta kendisi! "Vah vah allah calisan kadini cocuguyla buyuk sehirde bir basina komasin" oluyorsunuz. Beni en cok sehrin kendisi irkiltti sahsen. Muadili olan pek cok film, tekinsiz ev filmleri yani, müstakil villa tipi evlerde gecer niyeyse. O evler zaten öcü gibi gorunur. Bu film normal bir apartmanda geciyor; kapicisi, asansoru, terasiyla... Bu haliyle de daha korkunc duruyor. Cunku bizim evimiz gibi, sehirli cocuklarin evleri gibi. Tavanin su akitmasi da ne kadar olagan biseydir, herkesin basina gelir. Asansorler bozulur, elektrikleri kesilir vs...

Demek istedigim bu filmdeki korku, gercek hayatin kendisi aslinda. Yonetmenin dehasi ise fazlaca goze sokmadan, inceden inceye izleyeni gundelik hayatin teroruyle yuzlestirmek gibi geliyor bana. Bu yuzden saygi duyuyor ve ayakta alkisliyorum senaristi ve kendisini. Filmde ozel efekt yok. Kan yok. Seks yok. Ask yok. Karanlik gucler yok. Bir anne var bir de kizi. Olay budur.

Goruntu yonetmenligi, muzik ve oyunculugun birinci sinif oldugunu soylememe gerek bile yoktur sanirim. Amerikan sinemasinin bombardimani arasindan bir nebze de olsa soluk almaniz icin hepinize oneriyorum. Korku sinemasina getirilmis en ozgun yaklasimlardan birini sergileyen Karanlik Sulara hepinizi davet ediyor, geri donusu garanti etmiyorum.

Ulan biraz abarttim mi ne... Neyse boyle olsun bu sefer :))

Tacer. Kritik eder.

Cuma, Mart 16, 2007

Okunmaya Değmez Yazarlar Gerçekten Okunmaya Değmezler mi?

Konu üzerinde biraz uzun laflayacağımı düşünerek yorum yazmaktansa blogumuza yeni bir boyut getirip kendi icinde tartisma ortamı oluşturayım dedim.

Robert Jordan konusunda Hakan'la tamamen aynı fikirdeyim. Daha hiç ele alınmamışsa ele alındığına değmez. Son kitaplar sonu gelmeyen olaylarla ilk bir kaç kitabın güzelliğini ve özelliğini tükettiler. Bir yığın nereden gelip nereye gittiği belli olmayan karakter, çözülmemiş (ve çözülecek gibi de görünmeyen) gizemler, sorunlu kadınlar, huysuz erkekler, anlamsız vicdan çatışmaları, ütüsüz etekler... bunlar gibi saymakla bitmez ayrıntılar yüzünden başlamaya ve zaman yitirmeye gerek yok.

Bir kez başlamış bulunduğum için son çıkan kitabı da okuyacağım. Ancak bunu bulabildiğim en ucuz yöntemle yapacağım. Bunun ne olduğunu zaman gösterecek.

Dün dinlediğim EscapePod bölümlerinden birinde ucu bucağı görünmeyen serilere "endlessology" dendiğini duydum. Herhalde RJ'in eserleri de bu adı haketmişlerdir.

RJ'in her kitabının sonuna basılan kısacık özgeçmişinde tabutuna son çivi çakılana dek yazacağını yazar. Öyle de olacak gibi görünüyor.

Stephen King ise ayrı bir konu. Onun dehşet edebiyatı tarzı bana pek çekici gelmez. Ancak Kara Kule serisi için aynı şeyleri söylemek doğru olmayabilir. Stephen King sevmeyen tayfanın önemli bir kısmı iyi bir Kara Kule okuyucusudur. Üstelik Kara Kule yedinci kitapla nihayete ermiştir. İlk iki kitabını ve ayrıca SK'in diğer kitaplarından bir ikisini okumuş biri olarak, Kara Kule serisini havada karada tercih edeceğimi söyleyebilirim. Okuyalı çok uzun zaman olduğu için seriye tekrar başlamayı düşünüyorum.

Sıra geldi Stephen Donaldson ve Thomas Covenant Tarihçelerine. Konuyu çok kısaca özetlemek gerekirse, Thomas Covenant iyi niyetli insanların yönettiği bir dünyada, orada bulunmaktan hiç mutlu olmayan, huysuz ve aksi bir cüzzamlıdır. Ama bu dünyanın halkı ona kahraman gözüyle bakmaktadır.

Adama yakıştırılmış "hastalıklı" lakabı ruhen ve bedenen çok yerinde bir yakıştırmadır. Ancak bütün Thomas Covenant serisini çekici, ilginç ve okunur kılan da budur. Serinin, Yüzüklerin Efendisine benzerliği ise bir kaç ortak unsurdan öteye geçmez. Bunun dışında kurgusal olarak destansı bir nitelik taşıması Yüzüklerin Efendisini andırır ama bütün batı tarzı fantastik eserler aynı nitelikte olduğu için bu yazarın ya da Covenant'ın kabahati değildir :)

ZÜLFİKAR'IN HÜKMÜ - Saygın Ersin

Lokman Hekim'in yetiştirdiği yedi cengaver orta doğu ve kuzey afrikada kötülüğün azılı düşmanı olmuşlardır. Sayıları yediyi geçmeyen bu kahramanlar kurdun kuşun, ağacın çiçeğin Lokman Hekim'e bağışladığı uzun ömür veren iksirin yardımıyla tarihin karanlık zamanlarından beri dünyayı korumaktadırlar. Ancak bu uzun ömür bedelsiz değildir. İksir yalnızca hastalıklara ve yaşlanmaya karşı etkilidir ve her elli yılda bir yeniden içilmesi gerekir. Elli yılda bir Yedilerin Lokman Hekim'i ve iksirin sırrının yazılı olduğu kitabı çağırmaları için özel bir zaman gelir. Bu an kaçırılmadan yedi yiğitin bir arada bulunmaları ve cihanın dört bir yanından iksirin malzemelerini toplamaları gerekir.

Yediler kötülüklerle savaşarak dünyayı dolaşır ve İstanbul'un fethiyle birlikte İstanbul'a yerleşirler. Dönemi için orta doğunun önemli bir merkezi olan İstanbul'da kötülüğün neferlerini dize getirebilirlerse kalana da gözdağı verebileceklerine inanırlar. Öyle de olur. Şehrin gecesini gündüzüne katan ve Geceli adı verilen vampir aşiretlerinin arasındaki savaşlara son verirler. Düzeni sağarlar. Kötülüklerle mücadele ede ede günümüze değin gelirler.

İksir zamanı yaklaşmaktadır. Ama sayıları tamam olması gerekirken Yedilerin en genci yaşlı Ustalardan biriyle tartışarak onlardan ayrılmıştır. Aynı sıralarda Topkapı Sarayı mahzenlerinden kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği gizemli bir nesne çalınır. Bunu incelemeleri için, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12. Dairesinden iki subay çağırılır. Ancak subaylar kırk yıldır kapalı gözüken ve sıradışı konuları inceleyen bu daireye yeni tayin edilmiş iki acemidir. Tüm bunlara önemli bir orta doğulu liderin İstanbul'da öldürülmesi tuz biber eker.

Yedilerin aralarındaki sorunları çözüp bir araya gelmeleri ve iksir için hazırlanmaları için az zamanları kalmıştır. Ancak gizli bir örgütün fedaileri bunu yapmalarına engel olmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Zülfikar'ın Hükmü oldukça doyurucu ve sağlam bir kurguyla yazılmış. Karakterler gerçekçi. Salih Usta'nın gülen gözlerini ve tasa yüklü yüzünü, Doğan Üsteğmen'in dimdik duran siyah saçlarını ve geniş ruhunu aklımda canlandırmak zor olmadı. Karakterlerin üzerinde iyi durulmuş. Yedilerin her birinin ustası olduğu ilimle bağdaşan karakteri başarıyla verilmiş. Dolayısıyla böyle aykırı kişilikleri birarada tutan Yediler düzeni de ayrıntısıyla tasarlanmış.

Diyaloglar inandırıcı ve sürükleyici. Zorlama bir konuşma, kasılmış cümleler yok. Araya girip iki laf etmemek için kendinizi zor tutuyorsunuz.

Olay kurgusu açık vermeden tasarlanmış. Kurgunun içinde olan biten bazı küçük olayların nedeni de öyküden fazla uzaklaşmadan bir anekdot havasında anlatılıyor. Güzel bir renk, olaylara inandırıcı bir hava katıyor.

Bazı tanıdık unsurlar da var. Örneğin Geceliler ve aşiretleri biraz Vampire the Masquarade geleneğininden esinlenilmişler gibi. Bunun bir sakıncası var mı? Bence yok. Oyunu oynamadığım için konuya ne kadar yaklaştığını bilmiyorum, belki o yüzden fazla yadırgamadım. Yine de fikir ortama yakıştığı için hoşuma bile gitti.

12. Daire'nin X-Files'dan esinlendiğini söylemeye gerek yok. Ama yalnızca esinlenilmekle kalmış. Ordu içindeki yapısı ve kendine özgü bir de düşmanının olması olayı güçlendirmiş.

Yeniçeri Solakları ise tamamen kitaba özgü son derece güzel bir ayrıntı.

Yaratılan ortam, sunulan karakterler her zaman yeni bir şeyler eklenebilecek bir öykü oluşturuyor. Gelecekte, aynı kalıbı kullanarak yazılmış yeni öyküler görmek hoş olurdu. Hatta bu karakterleri farklı yazarların elinden görmek de ayrı bir keyif sunabilirdi.

Kitapta eksik, kötü bir şey bulmaya çalışıyorum ama bir şey dışında bulamıyorum. Ufak tefek yazım hataları var. Sürüklenmiş giderken çarpılan taşlar gibi okuyucunun gözüne batıyor. Olmasa iyi olurdu.

Genel bakıldığında elimizde sağlam bir öykü, güçlü bir anlatım, inandırıcı karakterler var. Dolayısıyla Zülfikar'ın Hükmü'nün devamı olan Erbain Fırtınası'nın da okumaya değer olacağını düşünüyorum. Hatta Saygın Ersin'in diğer kitaplarının da okumaya değeceğine inanıyorum. Sanırım bu adam yeni nesil Türk yazarları arasında takip ettiklerimden birisi olacak.

Serçe – Mary Doria Russell

İlk Basım 1996 Villard
Türkçe Baskı Metis Yayınları 2003

Serçe, Mary Doria Russell yazdığı ilk roman. Öyle ki bu ilk roman Arthur C. Clarke, James Tiptree Jr. ve Britanya Bilim Kurgu Derneği ödüllerini kazanmış.

Kitap bir çok klişeler ile dolu. Hikayeyi basitçe özetlemek gerekirse olaylar 2019 yılında Güney Amerika’nın bir köşesinde SETI programına bağlı bir dinleme istasyonunun uzaydan gelen müziği kaydetmesi başlar. Müzik Alfa Centuri sisteminden gelmektedir. Tarihleri boyunca hristiyanlığı yaymak için yeni topraklara giden Cizvit Kilisesi, tanrı inancını uzayda ve yeni gezegenlerde yaymak için bütün dünyadan gizli bir sefer düzenler. Buraya kadar bir çok yerde karşılaşılabilecek ve klasik sayılabilecek bir hikaye.

Bütün kitap bu hikaye üzerine kurulmuş gözükse de çok başarılı kurgulanmış. Russell sefer öncesi ile Rakhat adı verilen gezegene yapılan seferde yaşananları ve seferden sonra dünyaya dönen rahip Emlio Sandoz’un yaşadıkları olmak üzere iki ayrı zamanı anlatmış. Daha kitabın başında seferin sonucunu açıkça açıklasa da, Russell gizemeleri büyük bir başarı ile kitap boyunca yavaş yavaş çözüyor.

Kitapdaki karakterler derinlemesine incelenmiş. Sefer öncesinde ve özellikle sefer sırasında yaşadıklarına karşı olan tepkilerini ve iç dünyalarını başarıyla tasvir edilmiş. Ayrıca Rakhat gezegeninde bulunan ortamı, kültürü ve yaşayanlarını bana göre fazla detaya girmeden, bir çok yerde merakı artıran, karanlık noktalar bırakarak anlatması hikayenin başarısını artırmış. Ancak benim en çok beğendiğim ve bana göre en çarpıcı nokta ise peşinden geldikleri müziğin kaynağının anlatıldığı bölüm.

Kitap Rakhat gezegenine yapılan seferden daha çok başta rahip Emilio Sandoz olmak üzere karakterler vasıtası ile inancı sorguluyor. Seferde hazır bulunanların inançlarını ve gezegendeki deneyimlerinden sonra verdikleri tepkiler ön planda tutulmuş.

Kardeşimiz Tacer sayesinde okuduğum bu kitap için son yıllarda okuduğum en iyi romanlardan biri diyebilirim. Her öge dozunda ve tadında kullanılmış güçlü bir roman. Edinin okuyun.

Bu arada vikipedide okuduğuma göre Brad Pitt’in prodüksyon şirketi kitabın film haklarını satın almış ve başrolde Pitt olmak üzere çekmeyi planlamaktaymış.

Cumartesi, Mart 10, 2007

Greg Bear - Vitals

Yazar: Greg Bear
Isim: Vitals
ISBN: 0-00-712975-0
Ilk Basim: 2002
Elimdeki Baski: 2003 Harper Collins
Yorum: Bear'in en iyi kitaplarindan biri degil.

Greg Bear Darwin's Radio romanindaki hikaye temellerinde bir sey daha yazmis.

Zeki ikiz biyolog kardesler birbirlerinden ayri olarak olumsuzluk iksirini kesfetmeye calisirken birisi aniden oldurulur. Diger biyolog kardesi de oldurulmeye calissa da sans ve romanin devam edebilmesi icin gotunu ucuz kurtarir ve macera baslar.

Acikcasi bir oturusta okudum. Daha dun aldim kitabi, sabah oturdum basladim, ogleden sonraya dogru bitmisti. Ilginc bir kitap. Milyarlarca yil icerisinde degismemis, son derece tarihsel bazi hucrelerin bize olumsuzluk verebilecegi uzerine bir dusunce uzerine kurulmus gibi basliyor kitap ancak ilk yuz sayfa icerisinde hersey degisip hikaye bir bilim kurgudan cikip James Bond'vari bir macera/conspiracy hikayesine donuyor. O kadar ki gizlice egitilen super seksi ajanslar vucut salgilariyla insanlari bastan cikartiyor, telefonda cesitli rakamlar okundugunda zihnin baskalari tarafindan kontrol edilmeye basliyor ve manasiz siddet eylemlerine girisebiliyor insan ve butun hersey yedigimiz yemekler ve bakteriler sayesinde kontrol ediliyor.

Kitabin ortasina kadar tempo basarili ve sikiydi, birinci kisi gozunden anlatilmis bir hikaye seklinde basliyor, aniden, ortasina dogru baska bir karakterin (ki daha once hic tanismadigimiz bir karakterin) gozunden anlatilmaya baslaniyor hikaye, biraz daha gecmisten baslayarak - sanki o ana kadar olup biteni anlamadiysak birisinin bize anlatmasi fena olmaz. Nitekim bu karakter gorevini bitirince tekrar ilk kahramana donuyoruz ama butun ogrendiklerimizi ilk kahraman bilmediginden dolayi aniden affaliyor insan okurken, kitabin ana kahramani bir seylerden bahsediyor ama okuyucu (ortadaki karakterin bakis acisi yuzunden) olup biteni cok daha iyi biliyoruz. Nitekim bir daha oteki karakterin bakis acisina bir daha gecilmiyor. Acikcasi okuyucuyu bilgilendirmek icin cok zayif bir edebi teknik ve beni rahatsiz etti.

Dahasi, kitabin en sonunda bir epilog var ki burada da gun be gun olup bitenlerden tekrar bashediliyor - "kitabi buraya kadar anlamadiysan dur bi aciklayayim da kendini aptal etme" gibi bir dusunce var sanki - haliyle kitap cok basarisizca bitiyor.

Kitabin konusuna, olup bitene fazla giremeyecegim, es kaza alir da okursunuz diye, bozmayayim. Butun conspiracy kitaplarinda oldugu gibi olup biteni yazarsam kitabin butun ana temasi bok gibi gider. Nitekim kitabin arkasindaki blurb ile kitabin kendisi arasinda hic bir alaka yok.

Bazi karakterler ise tanitilip hemen ortadan kayboluyor - kahramanimiz bir lab'da calisiyor, iki tane post-doc asistani var. Bu asistanlar kitapta sadece birkac sayfa boyunca gozukuyor, hemen arkasindan kaybolup bir daha bahsedilmiyor. Madem oyle olacakti niye uzun uzun tanitma ihtiyaci gordu Bear? Bunlardan bir suru var kitapta.

Kitap cok hizli bir sekilde olumsuzluk iksirinden beyin kontrolune geciyor ve bir daha olumsuzluk iksirinden bahsedilmiyor - en azindan direk bir sekilde. Beyin kontrolu ise cok sacma - insanlar seni telefonla arayip bir takim numaralar okuyor ve sen aniden bazi seyleri yapacak kadar kontrol altindasin - veyahut belli bir durum/kisilige giriyorsun (depressif, manik, saldirgan vesaire). Dunyayi kontrol eden bir organizasyon icin cok zayif bir yapi - mesela bir otele gidiyor kahraman, otel telefon numarasindan araniyor - eger kahramanimizi surekli takip etmiyorlarsa nasil bilsinler? Dahasi, bu ozel orgut butun dunyayi boyle yonetiyorsa herkesi telefonla arayacak zamani ve telefon numaralarini nereden buluyorlar?

Kisacasi cok tatmin olmadim, macera kitabi tadinda okudum. Cok fazla bilim kurgu ogesi icermiyor olumsuzluk ve biyolojik beyin kontrolu haricinde. Denizin dibine bir DSV ile inis ve cikis kisminin son derece guzel bir sekilde anlatilmasi disinda cok fazla teknoloji de yok. Bir miktar biyoloji var, ote yandan uzun suredir biyolojiyle ugrasmadigimdan cok yabanciyim ve cok etkilemedi o fasillar. Bir yerde serce parmaginin ilk bogumu buyuklugunde tek hucreli bakterilerden bahsedildi ki bunun gercek olabilecegine inanmiyorum.

Greg Bear'dan daha iyisini beklerdim, bu adamin Eon'u, Anvil of Stars, Forge of Gods kitaplari filan son derece daha iyiydi, bazilari da Hegira, Legacy ve Blood Music'i cok daha sever.

Greg Bear'in biyoloji temelli ilk kitabi bu degil. Eon serisinin son kitabi Legacy son derece ciddi bir sekilde uzayli bir gezegenin biyolojisi uzerin idi. Blood Music ve Darwin's Radio da biyolojiyi cok kullaniyordu.