Güneş henüz batmıştı. Vitoşa dağının arkasında kara bulutlar daha yeni yeni toplanıyordu. Şehri Sofya’nın iç kale kapısında adı üzerine kapıkulları, yeniçeriler bekliyordu. Göbeği ile kuşağı oldu olası mücadele eden Karadağlı Sarı Hasan Çavuş nöbetteydi. Yanında ise kıdemli nöbet ağacı, karakullukçu Arnavut Kavruk Ethem vardı. Kısaca Barbut Ethem derlerdi.
Hasan Çavuş kıdemli yeniçeriydi. Kapı nöbetine çıkmazdı. Ancak Ethem ile barbut oynarken Subaşına yakalanmışlardı. Ethem’in kumar oynaması yasaktı. Ancak inatçı Arnavutun gözünü zar bürümüştü. Aldığı cezalardan ömrü nöbette tükeniyordu ama hiç umrunda değildi. Zar atacak adam bulamayınca Hasan Çavuşun kanına girip, ayartmıştı. Yatakhanede kemikleri yuvarlarken Subaşının gelmesiyle olanlar olmuştu.
Sarı Hasan homurdanırken yerli halkın “Kral Yolu” dediği, Hünkar Şehri İstanbul yolunda bir yolcu göründü. Gökte toplanmaya başlayan fırtına bulutlarını önemsemeden, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk edasıyla yürüdü yolda.
Üzerinde eski, yamalı bir cübbe vardı. Yamalı cübbesinin içine göğüsünü bağrını açık bırakan, düğmeleri kopuk, dokuma bir gömlek giyiyordu. Beline yırtık çakşırını zor tutan, eski püskü bir kuşak dolaşmıştı. Sırtında ucuna çıkınını bağladığı ahşap bir kılıç taşıyordu. Kılıçın ucu kavruktu. Yeni kazınmış kafasını dağılmak üzere olan bir takke örtüyordu. Takkenin altında eski gazalardan kalan alemetlerin görünüyordu. Diz altında ve cübbesinin dışında kalan çıplak bedeninde envai çeşit dövme vardı. Boynundan artık rengi solmuş, kör gözüne parmak, irice bir muska sarkıyordu.
Ağır aksak yürüyordu yolcu. Acemice atıyordu adımları. Adeta bacaklarında gövdesini taşıyacak, yürüyecek derman yoktu. Hafif de kambur duruyordu. Gören onu hasta ya da sakat zannedebilirdi. Oysa elinden sarkan toprak testi, kesif ucuz şarap kokusu tüm hikayeyi anlatıyordu.
Yolcu kah sendeleyerek, kah yalpalayarak arşınladı ıssız, taş döşeli Sofya sokaklarını. Düşe kalka ama telaşsız geldi iç kale kapısına.
Kapıkulları gecenin kör karanlığında kapıya dayanan meçhul yolcuya garip garip baktılar. Üstü başı perişan tanrı misafini kapıda koymak ayıptı. Ayıp olmasına ayıptı da elinde testisiyle belli ki körkütük sarhoştu. Böylesini içeri alırlarsa Subaşı değnekten tabanlarını paralardı. Yeniçeri dilaveri Sarı Hasan Çavuş baştan aşağıya süzdü yabancıyı.
“Tiz de bakıyım, gecenin bu uğursuz vaktinde ne işin vardır ağa kapısında. Bilmez misin gelmek hem yasaktır gece gece, hem de tekinsizdir buranın gecesi. Alalım mı istersin seni kapıya. Falaka mı çeker canın ? Oooo beyzadem demi ile sarmaş dolaş dolaşır. Ancak elinde testi taşımaya devam ederse de, kellesini taşımasına hiç gerek kalmaz. Solak Ahmet Paşa Efendimiz vurdurur kelleni bilesin. Hiç mi hiç haz etmez bekriden. Öfkesi hep topuğunda zaten devletlinin.”
Yolcu konuşmaya üşenircesine, zorla açtı ağzını. Önce afiyetle bir esnedi, sonra konuşmaya başladı.
“Hacı Bektaşi Veli kaddese sırrahü hazretlerinin köçekleri, yiğit yeniçeri dilaverleri. Ne isterseniz şuncacık garibandan. Kim görmüştür demden bir gıdım zarar, ziyan. Ben silmişim varlığı yokluğu. Unutmuşum diğerlerini. Uğraşım kendimi bilmektir. Doldururum şarabı, alırım geniş bir nefes. Alsın canımı teberdar paşanız. Zati kim bilir ki alırız kaç nefes ?”
Yeniçeri yolcunun konuşmalarını duyup, sırtındaki ahşap kılıcı da görünce duraksadı.
“Hem o sırtında ahşap kılınç neyin nesidir ? Abdal, derviş taifesinden misin yoksa ?”
“Haşa ! Fakirin ki abdallık değil, aptallıktır. Hemi de süzme aptallıktır. Fakirliğimiz aptallığımızdan, değneğimiz de fakirliğimizdendir. Bugün yatağan, pala, kılınç kaç akçedir ? Yok mudur haberiniz ? Dolaşır dururum Rumelide. Ararım kendimi. Yabanda taban teperken nice mahlukatı vardır bekleyen. Alır canını sen daha salavat getiremeden. Değnek de benim karındaşımdır. Yoldaşlık eder yolda. Sohbet eder benle. Canımı da korur gerekirse . . .”
Yolcu konuşurken toplanan bulutlar ayın son kırıntılarını da örttü. Ortalık iyiden iyiye karardı. Ayaz karanlığı fırsat bilip ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Yapraklar havalara uçuştular. Çember olup döndüler. Sonra ay son bir kez daha gösterdi kendini kara, yağmur dolu bulutların arasından.
Konuşmayı bırakıp yolcu uzun uzun bulutlarla boğuşan ayı süzdü. Usulca elindeki testiyi Barbut Ethem’ın eline tutuşturdu. Uykudan yeni uyanımışcasına bir gerindi. Uyuşuk adımlarla uzaklaşmaya başladı. Omuz üzerinden karakullukçulara şöyle bir baktı.
Konuşmayı bırakıp yolcu uzun uzun bulutlarla boğuşan ayı süzdü. Usulca elindeki testiyi Barbut Ethem’ın eline tutuşturdu. Uykudan yeni uyanımışcasına bir gerindi. Uyuşuk adımlarla uzaklaşmaya başladı. Omuz üzerinden karakullukçulara şöyle bir baktı.
“Siz ki, pürhaşmet ağalar derseniz varma ağa kapısına, o vakit fakire geceleyecek kurusundan dam bulmak düşer. Velakin bekriye de hoş gözle bakılmaz ise demim az sizde kalsın. Zaten canım size emanetti. Canımdan gayri bi de demim vardır. Artık hem canım hem kanım size emanettir. İyi bakasınız.”
Yeniçeriler adamın konuşmasındaki rahatlık karşısında kala kaldılar. Adam yavaş yavaş uzaklaşırken tek kelime etmeden arkasından bakakaldılar. Arnavut Ethem elindeki testiye iç geçirip baktı. Hasan Çavuş Arnavutu görünce “İlişme lan deyyus !” diye kükreyip ensesine bir tokat patlattı. Ethem şaşkın şaşkın bakınırken dağın ardında şimşekler çaktı. Şehre yağmur damlaları düşmeye başladı. Hemen kale kapısının içine kaçtılar.
Yolcu karanlık Sofya sokaklarına daldı. Kendinden emin, ara sokakları, kestirmeleri seçerek yürüdü. Nereye gitmesini çok iyi biliyordu. Yürüken yağmur iri damlalarla yağmaya başladı. Islandıkça adımları güçlendi. Kamburu kayboldu. Giderek soğumaya başlayan ıslak havayı iyice içine çekti. Yamalı cübbesinin iç ceplerinden birinden deri matara çıkarttı. Özel günler için sakladığı şarabından büyük bir yudum aldı. Kendi kendine bir türkü tutturup yürümeye başladı. Gün gaza günüydü.
Bütün şehir sessizliğe bürünmüştü. Kapılar kilitli, camlar sımsıkı kapalı, perdeler gecenin karanlığına engeldi. Yolcu ise tekinsiz gece ile bir başınaydı. Karanlık evler yumağının karanlığından sıyrılıp Perlovska Deresinin bir ucuna çıktı yolcu. Derenin aktığı yönde, fırtınanın göbeğinde Vitoşa Dağı zorlukla seçiliyordu. Fırtına dağın zirvesine yıldırımlar savurmaya başladı tam bu sırada. Düşen yıldırımların, patlayan şimşeklerin sesleri karanlık sokaklarda yankılandı. Yolcunun ayağının altındaki yer titredi. Aldırmadan yürüdü.
Yürürken derenin karşı yakasındaki evlerin arkasına bir yıldırım düştü. Evlerin karanlık şekilleri gecenin içinde aydınlandı. Yıldırımı görünce yolcu olduğu yerde durdu. Yüzündeki rahat ifade değişti. Belki de geç kalmıştı. Takkesini çıkartıp kuşağına sıkıştırdı. Kafasındaki küfi harflerle yazılmış dövme ortaya çıktı.
Cübbesinin ceplerini karıştırdı. Aradığını bulamadı. Şarap etkisini göstermeye başlamıştı. Başı dönüyordu. Sonunda astara iğreti dikilmiş bir cepte, aradığı muskaları buldu. Garip bir şekilde yuvarlak, derileri aşınmış iki adet muskayı elinde şöyle bir tarttı. Çabucak karar verip, bir şeyler mırıldanıp muskaları derileri ile her iki eline de sardı. Derin bir nefes aldı. Şarabından bir kaç büyük yudum çekti.
Çıkınının düğümünü çözüp, içindekileri yere serdi. Çıkının içiniden kemik parçaları, kurumuş böcek ve ufak hayvan leşleri, iple bağlanmış kağıt sarmaları ve ne olduğu anlaşılamayan bir sürü ıvır zıvır çıktı. Bütün bu garip neşriyatın arasından sıkı sıkıya sarılmış bir deri yumağı çıkardı. Tozunu silkeleyip ağzına tıktı. Çıkını tekrar bağlayıp yolun kenarına savurdu. Tahta kılıcı sıkıca kavrayıp koşmaya başladı.
Yolcu sırıl sıklam eden yağmura, yüzünü gözünü kesen sert rüzgara karşı, dere yolu boyunca koştu Kısa süre sonra dere üzerinde eski taş köprü gecenin içinde belirdi. Köprünün bir ucu karanlığa boğulmuştu. Karanlığa doğru koşarken ağzındaki deri yumağı çıkarttı. Kendi kendine konuşmaya başladı.
“Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan.
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran.
Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz Hünkara ayan.
Üçler yediler kırklar. Gülbankı Muhammed, Nuh-u Nebi, Kerem-i Ali
Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektaş Veli. Demine devranına hu diyelim.”
Gülbank bitince deri yumağı tekrar ağzına tıkıp, dişlerinin arasına sıkıştırdı. Ağzındaki yumağa rağmen “Yektir Allah. Yek !” diye haykırıp karanlığın içine atladı.
* * * *
Hikayemizin bir sonraki bölümünde şehlevent Derviş ortalığı kızılca kıyameta verip, ay parçası, peri peyker, dilruba Gülpareyi Azazil Tohumu iblisin pençesinden alabilmek için kendini ateşlere mi atacak ?
4 yorum:
Meraklandım şimdiden :)
yazılanları takip ediyorum ama sitenin zemin rengi inanılmaz yordu gözümü, lütfen açık bir renk, lütfen...
bu renk daha iyi; teşekkürler.
Sitenin renk ve diğer ayarlarına çok hakim değiliz. Elimden geldiğince renkleri karıştırdım.
Yorum Gönder