Perşembe, Mart 25, 2010

Süs Eşyası

Yabancıların gemisine ilk bindiğimizde hepimiz heyecanlıydık. İlk defa vatanımızdan, gezegenimizden, güneşimizden uzaklaşacaktık. Hedefimiz Galaksi müzelerinden birisiydi.

Günlerimiz yabancıların dev uzay gemisini gezmekle geçti. Dediklerine göre sadece bu gemide onbinlerce varlık yaşamaktaydı. Şu anda olmasa da yüzbinin üzerinde varlık ile dolaştıkları normalmiş. Yine de bu görkemli, kocaman gemide olup biten sosyal hayatın zevklerine bizi de bütün hevesleriyle katmaları hepimizin hoşuna gitmişti. Her gün yeni varlıklarla, yeni sanatçılarla tanıştık. Sanatçı bütün gücüyle diğer sanatçılar ile ortak çalışmalara girdikçe benim yanında dolaşma gereğim azaldı ve kendimi hedonistik zevklere verdim. Yabancıların kendilerini eğlendirmekteki yetenekleri gerçekten hayranlık verici idi.

Bir gün arkadaş canlısı bir yabancı ile geminin yüzeyinde kocaman bir parka çıktık. Gemi zıplamaların arasında, normal uzaydaydı. Ufukta küçücük ama parlak bir yıldızın ışıkları üstümüze düşüyordu ve hemen üzerimizde kocaman bir gezegen bütün haşmetiyle dev gibi bir hilal yaratmaktaydı. Kendi gözlerimle gördüğüm ilk yabancı gezegendi ve etrafımdakileri unutup gezegene takıldım. Arkadaşım sonunda dayanamayıp beni hafifçe dürttü ve "Buraya ne seyretmeye geldiğimizi unuttun galiba?" dedi.

Bütün park binbir çeşitli botanik bitkileriyle kaplıydı. "Zıplamalarda ve yıldızlardan uzaktayken bunlara ne oluyor?" diye sordum. Cevap vermektense ellerinden birisini uzatip tepemizde doğrulttu, hiç farketmemiştim ama hayli tepemizde çok ince bir ağ vardı. "Yukarıdan ışık ve yağmur yağdırıyoruz. Bazı bitkiler daha az veya fazla istiyor, onları da farklı bölgelere koyuyoruz" dedi. Kendimi küçük bir cocuk gibi hissettim, bu kadarını tahmin etmem lazımdı, bilgisizliğimden utandım ve konuyu değiştirmeye çalıştım. "Bana biraz örnek gösterecektin?"

Arkadaşım koluma girerek beni parkta gezdirmeye başladı ve daha önce bitkilerden farketmediğim şeylerden bahsetmeye başladık. "Bu heykel, Zanfoe İmparatorluğundan" dedi, "daha doğrusu bizden önce bir imparatorluktular, şimdi bize bağlılar ama onlardan tek istediğimiz efendi olmaları ve sanatlarını bizimle paylaşmaları".

Yabancılar bizim sistemimize geldiğinde hayli bir tantana olmuştu. Sonunda galakide yanlız olmadığımız ortaya çıkmıştı ve herkes hayli heyecanlıydı. O günleri pek hatırlamıyorum, daha yeni doğmuştum ve herkesin benimle ilgilenmesinden, Sanatçı'nın yanında bir oraya bir buraya gitmekten olup bitenleri pek takip edemiyordum. Anladığım kadarıyla bir süre sonra heyecan azalmış ve herkes günlük hayatına devam etmişti. Sonuçta uzaydan bir takım varlıkların gelip "Merhaba, barış içinde geldik, bizi liderlerinize götürün" demesi ekmek kapısı dertlerini yok etmiyor.

Yabancılar sadece gezegenin liderleriyle muhattap olmak yerine bizlerin arasına da inmişlerdi ama sonuçta milyarların arasında birkaç bin yabancı ne ki? Sanatçı'nın ünü olmasaydı bir yabancı ile tanışma şansım çok düşük olurdu, onların uzay gemisine binip yıldızlar arasında yolculuk ise...

Arkadaşımın dediği bir şey dikkatimi çekti, "Önce bir imparatorluktular? Ne demek istedin lütfen açıklar mısın?"

Sanki bir küçüğe anlatır gibi "Çok dert etme. Gezegeninize bir şey yapmayacağız. Tek istediğimiz aranızda büyük savaşlara girmemeniz ve her birinize uygar davranmanız. Hükümetlerinize bazı kurallar koyacağız ve gezegeninize bir konsolosluk kuracağız. Bunun karşılığında diğer gezegenlerle ve bizlerle ticaret yapmanıza yardımcı olacağız ve son olarak, kültürünüzün en iyilerinden bir tadımlık alacağız" dedi.

"Kültürümüzden bir tadımlık mı alacaksınız?"

"Bu resim" olağanüstü bir portreye işaret ederek, "Uban halkının en büyük eseri. Tarihlerinde bu kadar meşhur bir portre yapılmamış. Bir çok kişi İnsanlığın Mona Lisa'sı ile karşılaştırıyor. Her ne kadar onların atanomik yapısı ile Mona Lisa'nun anatomik yapısı son derece farklı olsa da aralarındaki bir çok benzerlik estetik zevkin bütün galakside ortak olduğunu düşündürüyor. Heykeller, resimler, çizimler. Şiir, romanlar, tiyatro oyunları biraz daha kültür farklılığını gösteriyor, filmler ise genelde anlaşılmaz oluyor belli bir aşamadan sonra. Ama elle tutulur eserler her nasılda bütün gezegenlerde ortak bir tepki oluşturuyor, olumlu ya da olumsuz."

Başka bir grup soyut heykel grubunun önüne geldik. Bir süre heykelleri seyredip ne mana ifade ettiklerini anlamaya çalıştıktan sonra dayanamayıp soruyu patlattım. "Peki Uban halkı Mane Lise'lerini çalmanız hakkında ne dedi?"

Arkadaşım bu kez açık ve hafif bir kahkaha attı. "Çalmak? Yoo, hayır, kesinlikle hayır. Uban halkı istedikleri zaman başkentlerindeki sanat müzesine gidip Mona Lisa'larını izleyebilirler. Bizimki bir kopya. Ama gerçeği kadar iyi bir kopya."

Sonra uzun uzun bana nasıl bu eserleri topladıklarını anlattı. Eserler özel bir makina içerisine yerleştiriliyormuş. Teker teker içindeki her atomun bir kopyası yapılarak eserin - tam manasıyla - bire bir kopyası alınıyormuş. Yanyana koysalar bile hangisi hangisi anlamak mümkün olmayacak bir şekilde kopyalanan eserin orjinali geri iade edilip kopyası Galaksi müzelerinden birisine veya içinde olduğum gemi gibi büyükçe gemilerindeki parklara yerleştiriyorlarmış.

"Peki hangisini geri verdiğinizi nasıl bilebiliriz eğer o derecede kopyalıyorsanız, ya orjinalini çalıyorsanız?" sorusuna "Güven. Sadece güven ile bilebilirsin. Kimse ayırt edemez her iki kopyayı. İzotoplara kadar bire bir kopyalanmış bir şeyi nasıl ayırt edebilirsin? Öte yandan bizim için maddi bir değeri yok bunların. Kime ne kadar satalım ki? Ne de olsa bir tane daha istersek bir kopya daha yapmamızı kim engelleyebilir? Bizim için sadece bir estetik değeri var, gemilerimizde ve müzelerimizdekiler ve senin gibi misafirlerimizin zevki için bunlar. Sonuçta yaratılan eserlerin neredeyse hepsini kopyalıyoruz ancak en meşhur olanlara bu gemi gibi yerlerde yer var" cevabını aldım.

Buna diyecek bir şey bulamadım. Ne hakları vardı bir sürü kültürün en değerli varlıklarını kopyalamaya? Kim karar verebilirdi galaksideki en güçlü varlıkların bunları yapmasına izin vermeye? Bir sürü düşünceler içerisinde gezegen ve yıldızın ışığı altında dolaşmaya devam ederken aniden etraf birden karardı. Birkaç saniye sonra üzerimizdeki ışıklar devreye girdi. Ne yıldız ne de gezegen ortalıktaydı. Zıplama anonsunu duymamıştık bile. Arkadaşım "sonunda hedefimizin yolundayız" dedi.

Aradan birkaç gün geçti ve yine parkta bir sürü şaheserin arasında dolaşırken aniden tepemde mavi-beyaz bir gezegen belirdi. Hedefimiz, Galaksi Müzesi merkezlerinden birisine sonunda ulaşmıştık. Sanatçı ve Yabancı arkadaşlarım son derece heyecanlıydı. Hep beraber gezegenin yüzeyine bir mekikle indik. Bütün gezegen galaksinin dört bir yanındaki eserlerin 'kopyalarını' inceledik. Aradan haftalar geçtikten sonra en sonunda önemli gün geldi ve ben, Sanatçı ve yabancı arkadaşlarımız müzenin merkezinde buluştuk.

Karşımızda bir çok karışık gözüken aletin arasında iki büyük saydam küre vardı.

Sanatçı kaptığı bir sandalyenin üstüne çıktı ve hepimize seslendi. "Sevgili arkadaşlarım, sanatçılar, artistler, zevkli varlıklar! Benim en önemli eserimi müzenize katmanızdan çok gururluyum. Bu gün burada eserimi huzurlarınızda müzenize bağışlıyorum. Umarım gelecekte nice farklı kültürlerden varlıklar eserlerimize bakıp bizim aldığımız hazları alsınlar ve isimlerimiz zamanla unutulsa da eserlerimiz mutluluk ve zevk vermeye devam etsin!" Herkesin alkışları arasında yabancı arkadaşım kolumdan tutarak beni kürelerin birisine doğru yöneltti ve bana "hiç korkma" diye fısıldadı. Niye korkacağımı anlamadan kendimi kürenin içinde buldum.

Kürenin altından beyaz bir duman fışkırmaya başladı ve kendimden geçtim.

Kendime geldiğimde diğer kürede birisini farkettim. Simsiyah pürüzsüz derisi, inanılmaz bacakları, altı olağanüstü şekilli kolları ile bu muhteşem varlık, etkileyici zeka dolu gözleriyle bana bakıyordu. Etrafımızda yabancılar ve Sanatçı bizleri izleyerek alkış tutuyorlardı.

Aniden korkunç bir fikir aklıma geldi. Hangimiz kopyaydık? Hangimiz gerçek bendi? İkimiz aynı anda bir türlü bitmez bir çığlık atmaya başladık.

Pazartesi, Mart 15, 2010

Hakan'dan Saçma Fikirler

Bazen aklıma nasıl saçma sapan fikirler geliyor inanamıyorum.

Beren ve Luthien'in hikayesini bilirsiniz. Luthien ormanda dansederken Beren'in gördüğü halinin meşhur bi illustrasyonu vardir... (Bakınız yandaki resim).

Bir yandan BBC'nin From Our Own Correspondent'i dinlerken dünya felaketlerinden bahsedilirken ekrandaki herşeyi minimize edince arka görüntü olarak bu karşıma çıktı ve aklıma gelen fikir "Acaba Luthien modern dans mı yapıyordu yoksa Lazlar gibi dimdik durup "Hop! Hop! Hoooy!" diye olduğu yerde zıplayarak mı dansediyordu???" oldu...

Sonuçta halk oyunu, Elf'ler modern dans/bale yapacak diye bir kural yok, belki bi ellerinde mendil, davul ve zurnaya oynuyorlardı arkada yüz elflik senfoni orkestrası yerine... Niye olmasın?

Pazar, Mart 14, 2010

Vampir İmparatorluğu / Daybreakers

Çok Düşünen Kadın'ın Bilincimin Akışı blogundan. Birlikte seyrettik emme ben tembel çıktım. Çok şaşırtıcı değil sanırım :)

Türkiye'de Vampir İmparatorluğu adıyla gösterime giren Daybreakers son dönem ergen vampir filmlerinden oldukça farklı. Biraz True Blood havası taşımakla birlikte, diziden farklı olarak bu kez vampirler ötekileştirilen azınlık değil, baskın çoğunluk rolündeler.

Adeta bir salgın hastalık gibi, birbirlerini dönüştürerek çoğalan vampirler, toplumun çoğunluğu vampire dönüşüp de "doğal kaynaklar" tükenmeye yüz tutunca açlıktan kıvranmaya başlıyorlar. İnsan kanının yerini tutacak sentetik kan denemeleri de (True Blood'ın aksine) boşa çıkınca, vampire dönüşmeden hayatta kalmayı başarabilmiş bir avuç insanın peşine düşüyorlar. Biz şunları avlayıp kanlarını sömürelim de parayı veren düdüğü çalar, fakir vampirler yine aç kalır, açlıktan başka başka yaratıklara dönüşüp birbirlerini yerler, biz de elimizdeki üç-beş damla kanı en çok parayı veren sosyete vampirlerine veririz zihniyetiyle bugünkü kapitalist sistemi gayet güzel özetliyorlar.

Bu durum yakın zamanda insanlığın içine düşeceği durumdan çok farklı değil. Bugünkü tüketim toplumunda biz de doğal kaynaklarımızı hızla tüketirken yarını hiç düşünmüyoruz. Muhtemelen benzer bir durumla karşı karşıya kalıp bir avuç yiyecek ve bir damla su karneye bağlandığında aç vampirler gibi birbirimizi yemeye başlayacağız.

Filmde aile ilişkilerine dair, biraz 28 Hafta Sonra'yı hatırlatan, mesajlar da var ve pek yerinde olmuş. Sonunda (spoiler vermek gibi olmasın ama) hem vampirleri hem de insanları mutlu edecek bir çözüm bulunuyor. Tabii bir miktar zaiyat da oluyor doğal olarak.

Manasız Alacakaranlık serisinden sonra beklediğimiz ayarda bir vampir filmi olmuş olmasına lakin saçmalıklar da yok değil. Gerçi bunlar vampir türünün "undead" olması hasebiyle yazarların bir türlü başa çıkamadıkları saçmalıklar olsa da kimileri kolaylıkla önlenebilirmiş.

Örneğin baş karakterin kalbi atmayan (ki bunu EKG makinesine bağlandıklarında net olarak görüyoruz) bir vampir olmasına rağmen fosur fosur sigara içiyor olması bendenizi ziyadesiyle rahatsız etti. Hernekadar filmin ikinci yarısında bu sigara bağımlılığı halinin de mesaj kaygılı olduğunu anlasak da bence olmamış. Nefes almayan ve hatta (burdan sonrası SPOILER! içerir) tekrar insana dönüştüğü anda nefes almaya başlaması ve bundan duyduğu haz özellikle vurgulanan bir adam sigara dumanını nasıl içine çeker de nasıl üfler. Tabii bu noktada şöyle bir soru da yöneltilebilir: vampirin olduğuna inanıyorsun da sigara içtiğine mi inanmıyorsun???

Mesaja gelince: kanımca insan kanı içmeyi reddeden, zaten kendi isteği dışında, şerefsiz biraderi tarafından dönüştürülmüş olan esasoğlan sefil hayatından o kadar tiksinmektedir ki, zaten ölmüşüm deyip adamakıllı ölemeyeceğine lanet edip birini söndürmeden diğerini yakar. Ancak tekrar insana dönüştükten sonra tek bir sigara dahi içtiğini görmeyiz zira artık hayatı kıymetlidir.

Velhasıl Daybreakers izlenesi bir vampir filmi.

Bu arada yine yakın zamanda izlediğim 30 Days of Night'a da değinmeden geçemeyeceğim. Rezalet bir filmdi. İzlemediyseniz hiç vakit harcamayın derim. Filmde hoşuma giden tek şey lider vampirin tüm kasabayı yiyip bitirdikten sonra "şimdi burayı yakıp yıkalım ve de kaza süsü verelim ki insanlar bizim hayal ürünü olduğumuza inanmaya devam etsinler, biz de mutlu mesut undead olmaya devam edelim" demesiydi. Onun dışında beş para etmez.

Pazartesi, Mart 08, 2010

Oskarlar - En çok kaybeden ödülü? Avatar!

Hepiniz duymuşsunuzdur. Oskar amcalar dün verildi. Aktörler ve aktrisler ağladılar ve yalakalıklarını yaptılar... Herhalde. Ben izlemedim. Vakit kaybı.

Herneyse, son birkaç gündür belli olan bir dedikodu gerçek oldu ve Avatar en iyi film ödülünü kaçırdı. Bizler ise Avatar'ın kazanacağını düşünüyorsak da en iyi senaryo, yönetmen veya film ödülüne layık olduğunu düşünmüyorduk. Anlaşılan Akademi tayfası da aynı fikirdeymiş ve Avatar sadece üç teknik ödül kazanabildi. Onca tantanaya rağmen... Sadece sanat yönetmenliği, sinematografi ve görsel efekler ödülleri (ve kazandıkları trilyonlar) ile idare edecek Cameron amca.

Bu konuyu aramızda konuştuğumuzda sadece Kansu'un The Hurt Locker'i izlediği ortaya çıktı ve Kansu'nun hakkında düşündükleri pek hoş değildi. Ancak yine de ödülleri toplamayı başardılar. The Hurt Locker'in yönetmeni artık Oskar ödüllü Kathryn Gigelow'un Cameron'un eski eşi olması ve geçen hafta "Avatar'a vermeyin, bana verin" kampanyası yaptığının ortaya çıkması da bunların boşanma sonrası yaşamlarının pek de anlaşarak geçirmediklerini düşündürüyor!

Öte yandan başka olumlu bir ödül en iyi animasyon Oskarının Up filmine verilmesiydi. Daha önce burada bahsettiğim gibi hastasıyım, yalarım, süper bi film.

Ne yazık ki Tarantino'nun geyik İkinci Dünya Savaşı fantazisi Inglorious Basterds filmi ciddi bir ödül alamadı.

Pek tabii ki burada bir noktaya parmak basmadan geçemeyeceğim. Her ne kadar Avatar son derece kötü bir senaryoya sahiptiyse de Titanik'den kötü değildi. En azından Leonardo yoktu bu filmde. Ayrıca 3D modelleme de olsa Sigourney Weaver'in oynadığı karakter son derece başarılıydı ve yardımcı aktris ödülünü bence hakkedebilirdi. Öte yandan senaryo olağanüstü olsa bile, oyuncuların genelinin karakterizasyonu iki boyuttan çıkıp çok daha derin olsa bile, kısacası ağızlarıyla kuş yakalasalar bile Avatar'ın gerçekten en iyi film ödülünü alma ihtimali yoktu.

Niye?

Çünkü bilim kurgu. Bilim Kurgu olduğu için ciddiye alınmıyor. Birçok bilim kurgu yazarının son derece başarılı ve derin kitaplarını kıçı kalkık "Edebiyat" tayfasının ciddiye almaması gibi. Sigourney Weaver ne demiş bakın Avatar'daki rolü hakkında: "Jim Cameron bana bilim kurgunun nasıl kötü bir ünvanı olduğunu anlatıyordu ve belki bu değişir simdi diyordu ... ve ben de düşündüm ki 'Bilim Kurgu? Harbiden? Bu film bunun hakkında mı?'"... Tek diyeceğim şudur: "SALAKKKK!!!! ARGHGHGHGHGHGHGHHGHGHGHGH!!!!". Filmde oynayan aktris böyle düşünüyorsa işimiz iş.

Kansu ayrıca birşeyler yazarım demişti, umarım benden daha çok derli toplu düşüncelerini dökebile.

Hitit Gunesi MiniMi Bolum 11 XL! - TRT Ankara Radyosu - Animasyon vs. 2/2

Supriz! TRT Ankara Radyosundan Bahadir Derya, Aslihan Sahin ve Efe Us bizlerle!
Bu da ikinci ve son bölüm ne yazık ki.