Pazartesi, Aralık 31, 2018

Yeni yılınız kutlu olsun, az kaldı


Bir yıl daha geride kaldı. Gözüken o ki zamanımız azalıyor, yıldızların doğru konuma gelmesine pek fazla vakit kalmadı. Siz siz olun, tedbiri elden bırakmayın. İyi yıllar :)

Pazar, Aralık 30, 2018

Seksenler geri dönüyor: Commando Ninja!

https://static1.squarespace.com/static/51b3dc8ee4b051b96ceb10de/t/5c23187c4d7a9c6cf88880df/1545803904214/?format=2500w
Kan revan, işte Vietnam
Seksenler sadece şalvar pantolonlar, uzun enseler, vatkalar, abartılı saçlar, renkli makyajlar, beta vhs çekişmesi, vidoe kaset kiralamak ve kafa ayarından ibaret değil. Pek lezüzatlı filmleri unutmamak gerekiyor.  Filmlerde maço polisler, zor durumda, tercihen sarışın, hanımlar, gösterişli konuşmalar, manasız silah tutuş tarzları ve pek çok diğer detay da olsa o filmlerin tamakta bıraktığı değişik bir tat vardı. Sanırım bu giriş ile yaşımı da ele veriyorum. Neyse rakamlar ortada saklayacak bir şey yok. 



Lafı fazla uzatmadan konuya gelmek gerekirse son yıllarda b tipi dönem filmleri giderek daha çok ilgi çekiyor. Kung Fury 2015 yılında yayınlanmıştı. Akabinde Turbo Kid çıkmıştı. Onların izinden giden bir film daha geldi. Commando Ninja!

Salı, Ekim 30, 2018

Umutsuz bır okurun dramı: The Consuming Fire - John Scalzi

Of ya of.

Scalzi sevdiğim bir yazar. Hayli sıkı macera dolu olan romanlarından tutun, geyiğin dibine vurmuş, bilim kurgudan çok komedi romanlar yazdığında da hastası olmuştum. Gel zaman git zaman, bazı romanları dışında neredeyse bütün serilerini topladım, okudum, raflara dizdim.

Ama ben galiba ‘peak Scalzi’ oldum. The End of All Things ile galiba benim Scalzi ile işim aşağı yukarı bitti. Tabii isterim ki devam edeyim okumaya - almaya, ama dur demenin zamanı geldi galiba. Old Man’s war ile 2005’de başlayan bu macera, galiba benim için 2018’de bitecek.

The Old Man’s War serisini bitirdiğinde araya birkaç farklı kitap sıkıştırsa da, Scalzi kendisini Uzay Operası tarzından çok uzak tutamadığından The İnterdependency (Dayanışma) adinda yeni bir seriye başladı, ilk kitabı ‘The Collapsing Empire - Yıkılan İmparatorluk’ 2017’de piyasaya çıkmıştı, hemen arkasından da 2018’de ‘The Consuming Fire - Tüketen Ateş’ de bu en son okuduğum çift.

The Collapsing Empire ağzımda çok kötü bir tad bırakmıştı ama bu sorun End of All Things’de başladı. Karakterlerin birisinin cinsiyetini kabaca 170 sayfa beraber geçirdikten sonra öğrenince ‘oha’ diyerek geriye gitmiş, sayfa sayfa aramıştım acaba daha önce bahsi geçti mi diye - ve sadece bir tane daha referans bulmuştum. Karakterin cinsiyeti önemli değil, ancak o noktaya kadar bilseydim kafamda çok daha iyi canlandırabilecektim.

Burada da soruna geliyoruz. Diyalog.

Her iki kitap da neredeyse %90 diyalogdan oluşmakta. Karakterler neredeyse hiç bir şekilde tasvir edilmiyor, daha yukarıda gördüğümüz üzere cinsiyetlerini bile bilmekte zorluk çekiyoruz - saç rengiymiş, boyuymuş filan hadi nerdeeee…

Tamam - eh Hakan, sen de hayal gücünü kullan diyebilirsiniz, kullanıyorum, kesinlikle kullanıyorum çünkü başka türlü mümkün değil. Uzay gemilerinin bile ‘büyük’ veya ‘‘küçük’ sıfatları dışında pek bir açıklaması yokken, başka şey yapmak da mümkün değil ki?

%90 diyalog olsun - tamam - ancak neredeyse bütün karakterlerin aynı şekilde Amerikanca konuştuğu bir evren düşünün. Hepsi aynı şekilde kendilerini ifade ediyorlar, anlatıyorlar ve aynı şekilde küfür ediyorlar… Karakterlerden iki boyutlu diye şikayet etmeyi geçtim, bir boyutu aşan pek bir şey görmedim. Böyle bir durumda özellikle bahsi çok az geçen karakterleri insan çok rahat unutuyor, hatta hayli önemli karakterleri bile ‘Ulan bu herif de kimdi?’ diye sorduruyor, eğer bir yandan isimlerle görevlerini not almıyorsan bir yerde, veya Kindle sağolsun, en son nerde bu isim geçti diye hop aratamıyorsan işin gerçekten çok zor.

Hızlı ve iğnemeli standart Scalzi diyaloğu bu romanlarda bolca var, ancak insan bir yere kadar çekiyor bunları.

Bu kadar şikayet ettim, biraz kitaplardan bahsedeyim… Hatta etmesen daha iyi. The Consuming Fire daha bu pazar günü bitti, bugün Salı, ve daha şimdiden kitabı unutmaya başladım. Aklımda ne kaldı ki?

Kısacası durum şöyle. 48 gezegenden oluşmuş bir imparatorluk, aniden imparatorluğun sonu ile karşı karşıya, ancak bir bilim adamı Lord Claremont ile babası ve kardeşi suikastlara uğradığı için istemeyerek imparator olmuş olan Cardenia dışında neredeyse kimse geleceği düşünmüyor. Ultra-kapitalist mega şirketlerin gezegenleri sahip çıktığı bu imparatorlukta tek yüzeyinde yaşanabilen gezegen ‘The End’ bir iç savaş içerisinde. Lord Claremont buradan canı dışında fazla bir şey olmadan kurtulup imparatorluğun merkezine gittiği an ışıktan hızlı yolculuğu mümkün kılan, ‘The End’i galaksinin geri kalanına bağlayan ‘akıntı’ tüpü kapanıyor.

Claremont’un bilim adamı babası Kont Claremont’un teorisine göre imparatorluğun varlığını sağlayan bu akıntı tüplerinin hepsi birkaç yıl içerisinde kapanacak ve imparatorluk bir krize girecek. The End dışında hiç bir gezegende yüzeyde yaşanmadığı için milyonlarca insanın ölümü demek. Ancak Megacorp’ları yöneten ailelerin tek derti güç ve Cardenia’yı indirip yerine geçmek.

Bundan sonra her iki kitap da hem bu akıntıların nasıl çalıştığı üzerine, hem de imparatorluk içi politikalar hakkında.

Tekrar şikayet yerine geldik.  hem bu akıntıların nasıl çalıştığı üzerine, hem de imparatorluk içi politikalar hakkında dedik ancak her ikisi de 10 yaşında bir çocuğun bunları nasıl anlayacağı seviyesinde. İyi tamam, gençler için yazılmış bir kitap olduğunu varsayalım, o zaman normal diyelim - ama değil. Kitabın hedef kitlesi en azından 16 yas grubu, bol miktarda nedensiz seks ile karakterleri ciddiye almam zorlaşıyor. Seksin serbest olduğu bir kültür olsa hadi neyse, karakterler arada bir sadakat sorunlarından bahsediyor olmasalar anlayacağım. Yani hem sadakatin beklendiği bir evrendeyiz, hem de gırla hiçbir sebebi olmayan seks - bir çelişki yaratıyor.

Her iki kıtap sonuna kadar okuttu, esasında okumayı bırakacaktım ama bu Pazar öğleden sonra keyfim yerinde koltuğa oturunca, kitabı da yarıladığımı da görünce ‘Eh, bari bitireyim’ dedim, Kindle bana 2 saat için var dedi, bir saatin biraz üzerinde bitti, hatta sonlara doğru sürükleyici bile hissettim ancak önüme sunulan olay döngülerinin hepsi hayli uzaktan sırıttığı için öyle iyi bir zevk de almadım. Eğer keyfim de bozuk olsaydı bu yorum çok çok daha negatif olacaktı.

The Consuming Fire’ı Kindle’de önden sipariş etmeseydim ve sonra bunu unutmuş olmasaydım hiç almayacaktım. Gaflete düştüm, siz düşmeyin. Düşerseniz de en azından beklentilerinizi buna göre ayarlayın.

Bu seri benim için burda biter. Diğer romanlarını alacağımı hiç zannetmiyorum. Bu demek değil ki Scalzi’den tamamen ümidi kestim - umarım yazım tarzı biraz değişir de ben de tekrar zevk almaya başlarım.



Cumartesi, Ekim 27, 2018

Space Opera - Bir Eurovizyon Faciası

Space Opera, Cat Valente tarafından yazılmış bir uzay opera bilim kurgu romanı. Her nasılsa hayli yüksek puanlı yorumlar, bir de bizim tayfaların Facebook grubundan birisi gaflete düşüp önerince salak gibi Kindle fiyatını da düşük bulduğumdan (£7.99!) hop alıverdim. O aralar yine aynı anda bir sürü kitabı bir arada götürdüğümden, hadi bu kolay okunacak bir şey gibi diye de giriştim. Kindle bana 5 saatte insanlar bitiriyor diyince, ben de normalde hızlı okuduğumdan herhalde 2-3 saatte bitiririm diye ümitliydim.

YANLIIIIŞ! Otur yerine, sıfır. 

Uzun süredir ilk defa bir romana da puanım aynen, sıfır, nada, zilch. zeroö нулевой, ゼロ.

Cat Valente, amerikalı bir yazar, ancak Edinburgh'da okumuş. İngiltere'yi görmüş olsa gerek. Şu günlerde Maine'de yaşıyor imiş Twitlerine inanırsak. Kitabın sonunda yazdığına göre bir gün bir grup arkadaşı Eurovizyon izlemeye davet etmiş. 

Bizim çocukluğumuzdan beri midemiz bulana bulana, milliyetçi ve politik oy vermeleriyle nefret ettiğimiz Eurovision, Cat Valente'nin inanılmaz hoşuna gitmiş! Sonra da tutup uzayda geçen bir Eurovizyon romanı yazmış. Of be of. Yapmasaydın keşke kardeş. Niye uğraştın bu kadar, niye zamanını harcadın... 

GoodReads'da 3.6, Amazon'da 4 yıldız nasıl aldı bu kitap? Yani mümkün değil. 

İki nokta ilginç kitapta, en azından benim için. 

Bir... Kitabın iki ana karakterinden birisinin adı Ömer Çalışkan, 2. nesil İngiliz. Hatta o kadar ingiliz ki, kitabın ilerilerinde en mükemmel İngiliz insan prototipi haline geliyor, ancak sürekli bir yerde göçmenliğin getirdiği eziklik ve kendini ortama uydurma baskısı altında. 

İki... Kitabın diğer ana karakteri, Desibel Jones, bir Afgan göçmeni. Biseksüel, David Bowie'nin Ziggy karakterinin bir karikatürü, ancak (Türkiye'de de çok baskın olan) toksik erkekliğe baş çıkmış bir karakter...

Bu kadar yazdım, biraz kitabın temasından da bahsetsem iyi olacak. Bir gün uzaylılar dünyaya 'Merhaba Dünyalı, biz barış içinde geldik, esasında barış içinde gelmedik ancak eğer bize düşünen ve duyguları anlayan canlılar olduğunu ispat edemezseniz, gezegeninizi yok edip, sizleri yiyeceğiz' diyorlar!

Desibel Jones, Ömer Çalışkan ve grup arkadaşları Mira Wonderful Star, pop listelerinden yükselip herkesin başına geldiği gibi tekrar alçalıp dağılan bir grup. Mira'nın intiharından sonra grup bir daha toparlanamıyor, Jones solo çalışmalarını yaparken Ömer de aile babalığı görevine yoğunlaşıyor. Ancak uzaylıların gelmesiyle herkesin olduğu gibi bu çiftin de hayatı çok hızlıca değişiyor.

Uzaylılar ellerinde 100 tane meşhur sanatçı ve grup listesi ile gelmişler, iş bu ki onlara ulaşan radyo yayınları eski olduğundan (zaman yolculuğu da işleri karıştırıyor), 99 tanesi nalları çoktan dikmiş, ve 100. sırada tahmin edin kimin grubu var?

Desi ile Ömer, apar topar hop uzay yolculuğuna girip arkasından katılacakları yarışmanın kurallarını öğrenmeye başlıyor ve bir yandan da yeni bestelerine girişiyorlar.

Ve işler daha da karışıyor... 

Benim şikayetlerim ise bitmiyor. Cat Valente'nin yazım tarzı - yarım sayfaya ulaşabilecek uzun, çok tamlamalı cümlelerden oluşan uzun paragraflar - beni hiç açmadı. John Scalzi hakkındaki en büyük şikayetim son zamanlarda romanlarında zekice olduğunu düşündüğü diyalog tarzı ile bütün karakterlerin aynı şekilde konuşup davranması idi. Cat Valente'nin yazım tarzı ise tam aksi, uzun uzun tanımlamalar, çok değil, neredeyse hiçbir mana içermeyen diyaloglar derken, benim bu kitabı okumam aylar sürdü. 5 saatlik bir kitabı neredeyse 5 ayda okudum herhalde. 

Ben komedi okumayı severim, bilim kurgu / fantazi komedisini de çok severim. Mesela James Bibby'nin Ronan the Barbarian'ı bunca seneden sonra hala sevdiğim ve andığım kitaplardandır. The Hitchhiker's Guıde to the Galaxy'nin hastasıyım, Red Dwarf'a taparım.

İyi de bu ne yahu? Kitap Eurovizyon teması ile hafif, komik bir kitap olmaya çalışmış ancak bana kalırsa her yerden su alıyor, hatta batmış suların altında denizaltı taklidi yapıyor ama haberi yok bu kaptanın. 

Böyle olunca... Meh. Yani ben niye ısrar ettim bilmiyorum, ama kitabın gidişatından haberdar olur olmaz pes etmeliydim.

Bana bir ders olsun. Bu kadar az zamanımın olduğu bir dönemde bir kitabı almış olmam bitirmem gerektiriyor demek olmamalı. Oturup L. Ron Hubbard'ın Battlefield Earth faciasını 'bu  kadar da olmaz, daha ne kadar kötüye gidebilir' diye diye okudum ama o zamanlar üniversitede, zamanı görece olarak bol birisi idim. 9-5 iş hayatı artı git gel, üstüne yemek yap filan falan derken azten günde 2 saat okuma zamanı bulsam laylaylom bugün çok okudum diyebilecek iken 5 saat veya 5 ay bu kadar zayıf ve kötü bir kitaba zaman ayırmış olmak beni sinirlendiriyor, kızdırıyor, bu kadar da inatçı ve salak olmamalıyım diyorum. 

Öte yandan, birisinin kendisine ders vermesi zor. Son birkaç gündür yine zorlaya zorlaya Scalzi'nin The Consuming Fire romanını okuduğum düşünülürse, daha dersimi anlamama çok var.


Cuma, Ağustos 31, 2018

Valerian - Bin Gezegen İmparatorluğu

Bazen bekleriz, bekleriz, bekleriz. Hayaller kurarız. Kendimizi hazırlarız, pompalarız. Yüksek beklentiler yaratırız. Heves yaparız, arkadaşlar arasında konuşur, nasıl istediğimizi anlatırız, birkaç resimden nasıl olacağını hayalleriz, hayal gücümüzün bizi götürdüğü yerlere gideriz.

Ondan sonra gelir önümüze esas eser. Şanlı Edessa’da künefe yemekten tut, yeni bir Yıldız Savaşları filmine kadar, önümüze sunulan hayallerini kurduğumuzun bir gölgesidir ancak. Bir tadına bakarız, ama aklımızın bir köşesinde hep bizim umduğumuz vardır. Elimizdeki hiç de vasat olmasa da, ortalamanın üstünde olsa da, biz bir şaheser beklerken elimizde ancak ‘iyi’ bir şey vardır… Bunun verdiği acı, o kadar hakkında konuştuğumuz arkadaşlarımızdan utanmamız, kendimize kızgınlığımız, hepsi birden ‘ne bu yaaaa’ sorusuna dönüşür. Oysa ki sorun önümüzdeki değil, hayallerini kurarken çok yüksek çıtaları geren bizlerdir. Çıta alçakta olsa hop, üstünden atlardık ancak boyumuzun çok üstündeki bir çıtanın değil üstüne çıkmak, altından bile zor zıplayınca tad iyice kaçar…

Valerian & Laurelline orjinal sahneleri...

Çarşamba, Ağustos 29, 2018

La Belle Sauvage

Arkadaşlarla biraz içtik.
The Trout Inn'in lisanssız bir fotoğrafını bulamadığımdan,
temsili olarak bu fotoğrafımı koymak zorunda kaldım.
Philip Pullmann, bundan kabaca 20 sene once Lyra’nın hikayesini bizlere okutarak kendimizi çok farklı bir evrende, ruhlarımızın vücutlarımızın dışında yaşadığı ve hayvan şekline büründüğü, cadıların arktik bölgelerde cirit attığı, kilisenin insanları baskı ve kontrol altında tutmaya çalıştığı maceralardan geçirmişti. Devam iki kitabı aynı derece etkileyici olmasa da kendilerini okutturmuş, ve üçüncü romanında Tanrı’nın öldürülmesi ile seriyi bitirmiştik.

Aradan geçen yıllarda Amerika’da en çok yasaklananlar listesinde olmaya devam eden, hatta benim bir iş arkadaşımın bile ‘çocuklara o kitapları okutturmuyoruz’ dediği bu seri yine de bir çok insana da ‘Daha! Daha!’ çığlıkları attırmıştı.

Cuma, Ağustos 03, 2018

Haftanın Resmi

Karnın iki parmak altından dikkatlice fileto çıkartıyoruz.
Geçenlerde internette denk geldim bu resime. Görünce aklıma fugu balığı yapan özel lisanslı Japon ahçılar geldi. Hani şu çook zehirli balığı hazırlayabilmek için uzun, zor ve pek çoğunun bitiremediği bir sınav sonunda elde edilen lisans gerekiyor. Neyse gel gör ki bu mizansen bir fugu balığına değil bir suşi mutfağına göndermeymiş. Rocky Meng pahalı zevkleri olanların müdavimi olduğu bir mutfak çizmiş. Ama kaynak resim ona ait değil. Resimle ilgili daha fazla bilgi aşağıda mevcut.

Cumartesi, Temmuz 28, 2018

Yaz(ama)mak

Hitit Güneşi uzun, çok uzun zamandır sessiz. Neredeyse iki yıldır gıkımız çıkmıyor. Bunun pek çok nedeni var tabi. Burada düzenli ya da dönemsel yazan herkesin hayatları değişken, yorucu ve dolu. İş, eş, şehir, ülke, dünya derken belirli bir emek ve zaman isteyen Hitit Güneşi'ne vakit ayırmak zor, sallamak ise cümlemize acayip kolay geldi. Sonuç ortada: terk edilmiş bir blog. Tabi ki ne kadar okunuyorduk? Kaç kişi takip ediyordu? Sallayan var mı? Bunlar da gayet yerinde sorular.

Son aylarda sürekli yazmak için bir çaba içerisinde olsam da bahane üretmesi çok kolay olduğu için bugün, yarın, bir ara çemberinde öteledim de öteledim. Sanırım aynı şekilde son iki yıldır kaydedeceğimiz podcast için de geçerli. Onu da beceremedik. Velhasıl erteleme, tembellik, hayat gailesi, o, bu, şu ne dersek diyelim yazmadık, yazamadık. 

Çarşamba, Ocak 24, 2018

"Duymak istiyorsan sessiz ol"


Düşünce ve duygu iklimimizin her geçen gün çoraklaştığı distopik Dünyamızda bir hayal ustasını daha yitirdik. “Bütün olmak parça olmaktır; Gerçek yolculuk geri dönüştür” sözlerinin sahibi Ursula Le Guin aramızdan ayrılarak gerçek yolculuğuna yelken açtı. İyi yolculuklar Ursula…