Hitit Güneşi uzun, çok uzun zamandır sessiz. Neredeyse iki yıldır gıkımız çıkmıyor. Bunun pek çok nedeni var tabi. Burada düzenli ya da dönemsel yazan herkesin hayatları değişken, yorucu ve dolu. İş, eş, şehir, ülke, dünya derken belirli bir emek ve zaman isteyen Hitit Güneşi'ne vakit ayırmak zor, sallamak ise cümlemize acayip kolay geldi. Sonuç ortada: terk edilmiş bir blog. Tabi ki ne kadar okunuyorduk? Kaç kişi takip ediyordu? Sallayan var mı? Bunlar da gayet yerinde sorular.
Son aylarda sürekli yazmak için bir çaba içerisinde olsam da bahane üretmesi çok kolay olduğu için bugün, yarın, bir ara çemberinde öteledim de öteledim. Sanırım aynı şekilde son iki yıldır kaydedeceğimiz podcast için de geçerli. Onu da beceremedik. Velhasıl erteleme, tembellik, hayat gailesi, o, bu, şu ne dersek diyelim yazmadık, yazamadık.
Bunca zamandan sonra ilk kez klavye başına oturup Hitit Güneşi'ne yazacakken bari bu kadar ara verilmesi ile alakalı bir konu üzerine yazayım dedim; Yazmak ya da tersten okursanız Yazamamak. Yazmak pek çoğumuz için lezüzatlı, tarifi zor, tatminkar, büyülü bir süreç. Ancak yazan için bu kadar eğlenceli olan uğraşının sonucunda ortaya çıkan meyve her zaman, hatta çoğunlukla, okuyan için aynı lezzette olmuyor. Hatta bırakın yazıp bitirip insanların önüne koymayı pek çok kez bitmiyor bile. Sonuçta yazmak bir kas. Ne kadar çok kullanılırsa o kadar çok gelişiyor, kullanılmadıkça da köreliyor. Yanlış anlamayın çalışan herkesin edebiyat şaheseri yazabileceğini felan iddia etmiyorum. Sadece yazmanın bir çalışma ve antreman işi olduğu düşünüyorum. Ne kadar çok çalışılırsa o kadar tatminkar sonuçlar almak mümkün. Tabi ki bu işin bir diğer yüzü de yetenek. O olmadan gelebileceğimiz nokta belli. Yetenek, deha, ilham ne derseniz deyin ortaya çıkan eserin kalitesini ve sınıfını belirliyor. Bu satırların yazarı olarak zaten bende böylesi bir pırıltı olsaydı burada değil başka bir mecrada yazıyor olurdum. Sanmayın ki çok çalıştım bunun da meyvesini yedim. O da yok. Ben biraz tecrübelerimi tersten okuyorum. Elde bulunan tecrübe nasıl yazılmaması gerektiği. Bunlardan yola çıkarak da nasıl yazılması gerektiği konusunda size bir seri fasarya anlatmak istiyorum. Bu sırada benim gibi tam zamanlı bir beyaz yakanın, değersiz ya da bayat deneyimlerini değil de, gerçek yazan, kaliteli yazan, edebiyat eseri ortaya çıkarabilenlerin tavsiyelerini bir araya getirdim. Lafı daha da uzatmadan buyurun yazarların önerilerine.
Kurt Vonnegut
Vonnegut basit ama etkili, sonuca yönelik öğütler vermiş. "Yauv bunu yaparım, hiç sorun değil." desek de hepsini uygulayıp bir de bunları kitap haline getirmek ayrı bir hüner ve yetenek.
- Zamanı kullanırken metne dışarıdan bakan birinin gözlüklerini tak; okurken kimse vaktinin boşa harcandığını düşünmesin.
- Okuyucuya derinden bağ kurabileceği en az bir karakter ver.
- Her karakterin arzu ettiği bir şey olmalı; bu bir bardak su bile olabilir.
- Yazdığın her cümle şu ikisinden biriyle ilişkili olmalı: karakteri açığa çıkarmak ya da olay örgüsünü geliştirmek.
- Metnin mümkün olduğunca sonuna yakın bir yerden yazmaya başla.
- Karakterlerine karşı “sadist” ol. Onlar ne kadar masum ve tatlı olurlarsa olsunlar başlarına korkunç şeylerin gelmesini sağla ki, okuyucu onların aslında kim olduklarını görebilsin.
- Yalnızca tek bir kişiyi memnun etmek için yaz; eğer camı açıp tüm dünyayla “aşk yapmaya” kalkışırsan, öykün zatürre kapar!
- Okuyucuya mümkün olduğunca fazla bilgiyi, mümkün olduğunca erken ver. Merak duygusunun canı cehenneme! Okuyucular öyküde nelerin döndüğünü, bunların nerede ve ne sebeple yaşandığını tümüyle kavramalı, hatta hamam böcekleri son birkaç sayfayı kemirse bile öykünün sonunu tahmin edebilmeli.
Orhan Kemal
Büyük ustalardan Orhan Kemal kendi üslubu ile anlatmış nasıl yazdığını.
Gerçekten de, okurlar meraklıdırlar. Haksız da sayılmazlar
Ben, masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllarca önce beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen o gün kafama bir şey takılmıştır. Ama daha çok, yıllarca önce kafama takılan, beni zaman zaman şu ya da bu vesileyle kendisi üzerinde düşündüren bir konudur da, nasıl yazsam diye, biçimi üzerinde dururum. Öyle ya, öz belirgin. Biçim? Çünkü daha önce çeşitli biçimlerde bir şeyler yazmışsınızdır. Daha önce yazdıklarınızda kullandığınız biçimlerden ayrı, başka, çok başka olmalıdır. İşte gezip dolaşırken beni düşündüren noktalar bunlardır:
1) ÖZ – Niçin yazıyorum bu konuyu? Ne demek istiyorum?
2) BİÇİM – Nasıl söylemeliyim?
Yukarıdaki öz ve biçim çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlayacağım kafamda satırlaşıvermişse, değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre canımın o an çektiği İstanbul’un artık hangi lokanta, ya da meyhanesiyse, atarım kapağı. Fazla içmem. Neşemi sürdürmek, daha iyi düşünmek için pek pek iki duble. Bu iki duble içilirken, konu kendi kendini yazar da yazar. Size bir Örnek: Bereketli Topraklar Üzerinde’nin ilk yazılışında Adana’daydım. Kafamda bu. Öz ve biçimini tespit etmişim de romanı yaşıyorum. Köse Hasan’ın ölüm sahnesine takılmıştım. O sırada tam Seyhan kıyısındayım. Kendi kendime mırıldanarak, Hasan’ın hemşehrisine vasiyetini en iyi biçimde vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir, beş, on, tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama: “-Kardaşlar, beraber tuz epmek yidik. Ola ki, benim size hakkım geçmiştir. Benim iflahım kesik…” falan der ya? Oralara gelince bir an Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için satın aldığım saç tokası. Hemşehrilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum. Öyle dokundu ki, başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden de çekiniyorum. Açtım adımlarımı ama, hemen kâğıda kaleme sarılıp o pasajı notladım.
Çoğunluk geceleri, sabaha karşı saat dörtte kalkar, kahvemi kendi elimle pişirir, makinemin başına geçerim. Üç, dört, beş, bazan hızımı alamam altı saat durmamacasına çalıştığım olur. Hele âşıksam! O zaman iş değişir. Parmaklarım yazı makinemin tuşlarında rüzgârlaşır. Rüzgârlaşır, çünkü yazdıklarımı sevdiğime götürüp okutacağım. O okur, ben onun sesinden kendi yazdıklarımı zevkle dinlerim. İnanır mısınız, o okuduğu zaman, yazdıklarım benden çıkar. Sanki o yazmış da bana okuyor!
Sokakların Çocuğu baştan başa o yılların verisidir. Bir de, evet bir de Bir Filiz Vardı! Dikkat ederseniz, bu iki kitapta üslûp tamamen değişiktir.
Şimdilerde çöller gibiyim. Ne aşk, ne meşk.
Bir de Müfettişler Müfettişi’ni yazarkenki acı günlerim… Bunu özellikle belirtmeliyim. Beş yaş küçüğüm aşağıda, komada, can çekişiyor, ben yukarda, odamda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilecek olan bu romanımı yazmak zorundayım! Bir yanda ölüm, ötede komedi, mizah. Kitabın sonlarındaki ölüm sahneleri, yani romanın kahramanı olan zâtın annesinin ölümünde, sanırım, içinde bulunduğum ruh halinin de payı vardır.
Çoğu zaman öz ve biçim iyice belirlenmiş, hatta yazılmaya da başlanmış olabilir. Olabilir ama, attığım taş istediğim kuşu vuramamıştır. Yâni, “Bayram haftası” demek istedim, yazdıklarımdan “Mangal tahtası” çıkar. O zaman, bir iç huzursuzluğudur başlar. Günler, haftalar, bazan aylar… sonunda kaldırıp atar, unutmaya karar veririm. Ne mümkün? Zaman zaman, başını çıkarır içimden, bana kendini gösterir. Yıllardan sonra, hiç ummadığım, hatta onu düşünmediğimi sandığım bir an kafama düşüverir. İstediğim olmuş, attığım taş istediğim kuşu vurmuştur.
Ahmet Köklügiller’in Varlık, Mart 1968 sayısındaki “Nasıl Yazıyorlar?” adlı yazısından alıntıdır. 23 Ekim 2012
Aziz Nesin
Aziz Nesin yazdığı traji komik öykülerdeki gibi anlatıyor nasıl yazdığını. Ama en önemli kısmını atlamak gerek: "Nerede, neresini, nasıl bulursak orada yazmak zorundayız." yani yazın diyor.
- Birçok ünlü yazar gibi, odamda gidip gelip volta atarak, ayağımı ılık suya sokarak, yatarak yazmam.
- Oysa ben, herhangi normal insan nasıl yazarsa öyle yazarım, başka türlü yazılabileceği de hiç aklıma gelmez. Önüme kağıdı, elime kalemi alır, başlarım yazmaya.
- Çok yazmaktan, sağ elimde on yedi yıldan beri ‘yazar krampı’ denilen bir hastalık vardır.
- Sandalyenin üstünde bağdaş kurarak yazdığım, belki okurlara ilginç gelebilir. Çocukluğumda, yoksul evimizde hep bağdaş kurarak oturduğum için, bu alışkanlık o zamandan kalmadır.
- Gece, gündüz hangi saat olursa olsun, bir olanak bulunca yazmaya çalışırım.
- Hiçbir Türk yazar, yazı yazması için uygun bir ortam arayacak duruma gelmemiştir. Nerede, neresini, nasıl bulursak orada yazmak zorundayız.
- Ben genellikle yazılarımı evimde, tıklım tıklım kitapla dolu odamda yazarım.
Anne Carson
Bu hanımefendiyi ne yazık ki hiç okumadım. Ama yazmak üzerine söyledikleri gayet kıymetli.Çalışın, yazın diyor. Adım adım.
- İşe bir sorun yaratarak başlayın.Kendinize başlangıç noktası olarak öyle bir sorun belirleyin ki, bunu çözmeye çalışmak sizi hiç tahmin etmediğiniz, hayalini bile kurmadığınız sorunlara doğru götürsün.
- “Sil” tuşuna basmaktan korkmayın. Yazdıklarınızı hiç çekinmeden, acımasızca düzeltin. Kendi editörünüz olun, silmekten zevk alın. Silmek eğlencelidir!
- Orijinal fikrinize dönün, ilk notlarınızı karaladığınız kağıdı bulun. Yazdıklarım sıklıkla dağılıp gidiyor, okurlar için için fazla tuhaf hale geliyor. Bazen kendi kendinin parodisine dönüştüğünü hissediyorum. Sezginiz dışında size burada yoklgösterecek çok az şey var. Bu noktada en mühimi, fikir zihninize ilk düştüğünde nasıl hissettiğinizi hatırlamak. Fikri ilk bulduğunuzda bir yere not ettiyseniz, o notların büyüleyici bir ikna ediciliği oluyor. Tertemiz boş bir sayfaya aynı kelimeleri yazsanız, aynı etkiyi yaratamazlar.
- Ekip çalışmasını deneyin. Başkalarıyla birlikte çalışmak, yazdığım şeyin merkezinden mesafe almamı sağladığı oranda işliyor benim için. Üzerinde çalıştığım şeyi, merkez noktasından organize edip yönetmiyorum. Tek bir dayanak noktam yok. Bu bana daha gevşek bir bakış açısı sağlıyor, endişemi azaltıyor ve yaratıcı olmama olanak tanıyor.
- Türlere, kategorizasyonlara kafanızı takmayın. Nihayetinde, neyi nasıl yazmanız gerekiyorsa, ne yazmak istiyorsanız öyle yazıyorsunuz.
- Yazdığınız şiirleri fiziksel birer nesne gibi görün. Bir şiir yazmak bir nesne yaratmak gibidir. Ben her zaman onları bir şiirden ziyade bir çizim olarak düşünürüm. Çizim dediğimiz şey de dilin alanındadır. Böyle düşünürseniz kitaplara dair farklı bir bakış açısı geliştirmiş olursunuz; onları, hem fiziksel olarak hem metinsel düzlemle varolan şeyler olarak görmeye başlarsınız.
- Dili sınırlarına doğru zorlayın (Antik Yunan’daki gibi!) Aeschylus gibi büyük trajedi yazarlarının metaforları kullanışında beni cazbeden bir şey var. Bu taklit edilebilecek bir şey de değil belki ama belli bir yoğunluğu var. Metaforu, deyim yerindeyse sıkıştırıp yoğunlaştırıyorlar ve bunu yaparken ille de bir mana ortaya çıkarma kaygıları yok. Anlamın eşiğinde manevra yapıyorlar sanki ve dilin sınırları da orada bir yerlerde bulunuyor olmalı.
- Ortaya koyduğunuz fikirleri farklı açılardan değerlendirin. Zihinim bir yığın şeyle dolu karman çorman bir sepet gibi. O yığının arasında yol gösterici bir fikre yaklaştığımı hissediyorum. Fikirleri yeniden sıralayıp diziyorum, farklı kavramlar ışığında onlara bir daha bakıyorum. Sonra tek bir fikre tutunmaya başlıyorum.
- Ne yaptığınızı tam bilmeseniz de çalışmaya devam edin. Bazen, bir konuda ne düşündüğümü kestirebilmek adına yazıyorum... Ne yaptığını bilmiyor olmak, yaptığınız şeye devam etmemek anlamına gelmemeli. Hepimiz, el yordamıyla bir şekilde ilerliyoruz.
Murat Gülsoy
Murat Gülsoy hem bir yazar hem de yaratıcı yazarlık dersleri veren bir hoca. Halen veriyor mu bilmiyorum ama Boğaziçi Üniversitesinde ders veriyordu. Ayrıca yaratıcı yazarlık üzerine eğitimler, seminerler veriyor ve bu konuda kitapları mevcut. Okumak ve çalışmak gerekiyor.
Ben kurmaca metinler yazarken bunların nasıl yaratıldığı üzerine de araştıran yazarlardan biri olarak şöyle düşünüyorum: Edebiyat bir sanat dalıdır. Dolayısıyla “Yaratıcı Yazarlık” eğitimi de bir sanat eğitimidir. Resim, yontu, müzik gibi sanat dalları nasıl öğretilebiliyorsa yazma sanatı da öğretilebilir olmalıdır. Edebiyat sanatının öğretilemez olduğunu savunmak, ya da genişleterek söyleyelim, herhangi bir sanatın öğretilemez olduğunu savunmak, bu sanatların doğuştan gelen bir yetenekle yapıldığını iddia etmek anlamına gelir. Bu türden savların çoğunlukla dâhi yazar / sanatçı hikâyeleri ile süslenerek sunulduğuna tanık oluruz. Ben yaratmanın en temel insani özelliklerden biri olduğuna inanıyorum. İnsanın yaşarken kendi varoluşunu gerçekleştirmesindeki en değerli yollardan birinin yaratmak olduğunu ve bunun önüne birer engel olarak dikilen efsanevi yaratıcı-sanatçı hikâyelerinin insanları sanata yabancılaştırmak dışında bir işlev taşımadığını düşünüyorum.
Elbette, her sanat eğitiminde farklı yöntemler benimsenebileceği gibi bu alanda da nasıl bir yol izleneceği eğitmenlik rolünü üstlenen kişiye göre değişir. Örneğin resim öğrenmek için akademiye gidebileceğiniz gibi, usta ressamların atölyelerine de devam edebilirsiniz. Edebiyat da yaratıcılık açısından diğer sanat dallarından farklı bir yerde durmuyor bana göre. Sanatsal etkinliği gerçekleştirmek için esin, içedoğuş, yetenek ve adını koyamayacağımız birçok özellik kuşkusuz pay sahibidir. Ancak en az bunlar kadar önemli olan, o sanat dalında kullanılan tekniklerdir. Teknikler öğretilebilir. Eğitimi veren kişinin izlediği programa göre yazma teknikleri konusunda deneyim kazandırılabilir. Ancak işin yaratıcılık kısmı biraz daha farklı bir yerde duruyor. Kişinin psikolojik mekanizmaları söz konusu olduğu için bu alanda ancak bir “farkındalık” yaratılabilir, katılımcıların içgörü kazanmalarına yardımcı olunabilir. Yaratıcılık ayrıcalıklı bir insan grubunun tekelinde değildir. Herkes yazmayı öğrenebilir. Bu tür bir eğitim almak isteyen kişinin yazmaya gerçekten hevesli olması başlangıç için yeterlidir. Ancak böyle bir eğitimden geçen herkesin yazar olacağını iddia etmek de yersizdir. Her yıl akademiden onlarca kişi mezun olur. Hepsi ressam, yontucu, besteci olabilir mi? Ama o sanat konusunda bilgili, deneyimli kişiler haline gelirler. Bu da az şey değildir. Ayrıca bu tür eğitim programları benzer heyecanları taşıyan insanları bir araya getirdiği için de yararlıdır. Bu anlamda yalnız olmamak kişiyi olumlu yönde besler.
Madalyonun bir de öbür yüzü var. Yaratıcı Yazarlık kavramının ortaya çıkışı, edebiyat alanının geçici olarak durduğu o bağımsızlık noktasından ticarileşmeye doğru evrilişiyle yakından ilgilidir. Çoksatarlık olasılığı, belli bir sermaye birikiminin bu alana kaymasına neden olmaktadır. Ancak bu alana parasal yatırımlar artarken entelektüel yatırım geride kalmıştır. Edebiyatın ciddi bir sektör olduğu Batı ülkelerinde yazar adaylarının bu alana çoğunlukla ticari kaygılarla girdiğini ve Yaratıcı Yazarlık eğitim programlarının bu “müşteri” kitlesinin taleplerine göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Ülkemizde durum nicelik olarak farklı olmakla beraber, nitelik açısından benzerlikler göstermektedir. Yayın piyasasının palazlanması ve Batılı anlamda çoksatarlık mekanizmalarının kurulma çabaları, staryazarların medyada boy göstermeye başlaması kimi zaman edebiyat medyası tarafından kıyasıya eleştirilmekte, ancak bu gelişmeler yine de çok değişik kesimlerden insanların yazmaya eğilimlerini beslediği gerçeğini değiştirmemektedir. Bu tür eleştiriler, çok yazıldığı, birçoklarının ün, para, toplumsal saygınlık gibi itkilerle kitap yayımlatma sevdasına giriştikleri ve ne yazık ki kendilerine benzer heyecanlara sahip yayıncılar buldukları için ortalığın değersiz kitaplarla meşgul edildiği noktalarında odaklanmaktadır. Ben bu tür eleştirilere tam anlamıyla katılmıyorum. Geçmiş zamanların büyük yazarlarının itkilerinin neler olduğunu incelediğimiz zaman bu tespitlerin yeterli olmadığını görebiliriz. Örneğin Çehov’un geçim kaygısıyla durmadan yazmasının (o kadar ki Çehov kendisine bir öykü fikri verene belli bir ücret ödemeye kadar vardırmıştır işi) veya Dostoyevski’nin kimi yapıtlarının avanslarını bile kumar masasında kaybeden biri olmasının, ortaya koymuş oldukları yapıtların edebi niteliklerine gölge düşürdüğünü söyleyemeyiz. Belki bu önemli yazarlar gibi itkilere sahip ama niteliksiz yapıtlar üreten niceleri vardı; ya da tam tersine kendini tamamen edebiyat aşkıyla yazmaya adamış nice Salieri’ler vardı, ancak biz onları bugün hatırlamıyoruz, bilmiyoruz. Kaldı ki yazarları, böyle anekdotlar düzeyinde algılamanın da edebiyata bir katkısı olmayacağını eklemeliyim. Günümüzde edebiyat ortamı tüm bu tartışmaların gölgesinde kendini yeniden üretmektedir. Her ne nedenle olursa olsun çok yazılması, herkesin yazmaya heves etmesi tek başına olumsuz bir durum yaratmaz. Ancak sorun şu ki bunca yapıt yazılmasına rağmen, ne bu kitaplar yeterince okunmakta ne de (daha vahimi) bu kitapların yazarları başka yapıtları okumaktadırlar. Yapıtlarını kaleme aldıkları dilde yazılmış geçmiş dönemin ve bugünün yapıtlarını okumayan yazarların gerek edebiyat gerekse kurmaca teknikleri konusunda yeterli düzeye gelemeyecekleri açıktır.
Elbette, her sanat eğitiminde farklı yöntemler benimsenebileceği gibi bu alanda da nasıl bir yol izleneceği eğitmenlik rolünü üstlenen kişiye göre değişir. Örneğin resim öğrenmek için akademiye gidebileceğiniz gibi, usta ressamların atölyelerine de devam edebilirsiniz. Edebiyat da yaratıcılık açısından diğer sanat dallarından farklı bir yerde durmuyor bana göre. Sanatsal etkinliği gerçekleştirmek için esin, içedoğuş, yetenek ve adını koyamayacağımız birçok özellik kuşkusuz pay sahibidir. Ancak en az bunlar kadar önemli olan, o sanat dalında kullanılan tekniklerdir. Teknikler öğretilebilir. Eğitimi veren kişinin izlediği programa göre yazma teknikleri konusunda deneyim kazandırılabilir. Ancak işin yaratıcılık kısmı biraz daha farklı bir yerde duruyor. Kişinin psikolojik mekanizmaları söz konusu olduğu için bu alanda ancak bir “farkındalık” yaratılabilir, katılımcıların içgörü kazanmalarına yardımcı olunabilir. Yaratıcılık ayrıcalıklı bir insan grubunun tekelinde değildir. Herkes yazmayı öğrenebilir. Bu tür bir eğitim almak isteyen kişinin yazmaya gerçekten hevesli olması başlangıç için yeterlidir. Ancak böyle bir eğitimden geçen herkesin yazar olacağını iddia etmek de yersizdir. Her yıl akademiden onlarca kişi mezun olur. Hepsi ressam, yontucu, besteci olabilir mi? Ama o sanat konusunda bilgili, deneyimli kişiler haline gelirler. Bu da az şey değildir. Ayrıca bu tür eğitim programları benzer heyecanları taşıyan insanları bir araya getirdiği için de yararlıdır. Bu anlamda yalnız olmamak kişiyi olumlu yönde besler.
Madalyonun bir de öbür yüzü var. Yaratıcı Yazarlık kavramının ortaya çıkışı, edebiyat alanının geçici olarak durduğu o bağımsızlık noktasından ticarileşmeye doğru evrilişiyle yakından ilgilidir. Çoksatarlık olasılığı, belli bir sermaye birikiminin bu alana kaymasına neden olmaktadır. Ancak bu alana parasal yatırımlar artarken entelektüel yatırım geride kalmıştır. Edebiyatın ciddi bir sektör olduğu Batı ülkelerinde yazar adaylarının bu alana çoğunlukla ticari kaygılarla girdiğini ve Yaratıcı Yazarlık eğitim programlarının bu “müşteri” kitlesinin taleplerine göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Ülkemizde durum nicelik olarak farklı olmakla beraber, nitelik açısından benzerlikler göstermektedir. Yayın piyasasının palazlanması ve Batılı anlamda çoksatarlık mekanizmalarının kurulma çabaları, staryazarların medyada boy göstermeye başlaması kimi zaman edebiyat medyası tarafından kıyasıya eleştirilmekte, ancak bu gelişmeler yine de çok değişik kesimlerden insanların yazmaya eğilimlerini beslediği gerçeğini değiştirmemektedir. Bu tür eleştiriler, çok yazıldığı, birçoklarının ün, para, toplumsal saygınlık gibi itkilerle kitap yayımlatma sevdasına giriştikleri ve ne yazık ki kendilerine benzer heyecanlara sahip yayıncılar buldukları için ortalığın değersiz kitaplarla meşgul edildiği noktalarında odaklanmaktadır. Ben bu tür eleştirilere tam anlamıyla katılmıyorum. Geçmiş zamanların büyük yazarlarının itkilerinin neler olduğunu incelediğimiz zaman bu tespitlerin yeterli olmadığını görebiliriz. Örneğin Çehov’un geçim kaygısıyla durmadan yazmasının (o kadar ki Çehov kendisine bir öykü fikri verene belli bir ücret ödemeye kadar vardırmıştır işi) veya Dostoyevski’nin kimi yapıtlarının avanslarını bile kumar masasında kaybeden biri olmasının, ortaya koymuş oldukları yapıtların edebi niteliklerine gölge düşürdüğünü söyleyemeyiz. Belki bu önemli yazarlar gibi itkilere sahip ama niteliksiz yapıtlar üreten niceleri vardı; ya da tam tersine kendini tamamen edebiyat aşkıyla yazmaya adamış nice Salieri’ler vardı, ancak biz onları bugün hatırlamıyoruz, bilmiyoruz. Kaldı ki yazarları, böyle anekdotlar düzeyinde algılamanın da edebiyata bir katkısı olmayacağını eklemeliyim. Günümüzde edebiyat ortamı tüm bu tartışmaların gölgesinde kendini yeniden üretmektedir. Her ne nedenle olursa olsun çok yazılması, herkesin yazmaya heves etmesi tek başına olumsuz bir durum yaratmaz. Ancak sorun şu ki bunca yapıt yazılmasına rağmen, ne bu kitaplar yeterince okunmakta ne de (daha vahimi) bu kitapların yazarları başka yapıtları okumaktadırlar. Yapıtlarını kaleme aldıkları dilde yazılmış geçmiş dönemin ve bugünün yapıtlarını okumayan yazarların gerek edebiyat gerekse kurmaca teknikleri konusunda yeterli düzeye gelemeyecekleri açıktır.
Murat Gülsoy, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık, Can Yayınları, 2004
John Steinbeck
Steinbeck saolsun taaa 1963 yılında, yazarlığa başlayan, başlayacaklar bir yazı yazmış.Özetle demiş ki yetenek tek başına işe yaramaz, çalışmak lazım gelir.
“Birçok mükemmel hikaye yazdım, ama şansımı deneyip yazmanın dışında onların nasıl yazıldığını hala bilmiyorum”
Sevgili yazar,
Stanford’daki hikaye yazma kursuna katılmamın üstünden çok uzun zaman geçmesine rağmen, o zamanki tecrübelerimi çok iyi hatırlıyorum. Gözlerim parlıyordu ve güzel hikaye yazmanın gizli formülünü öğrenmek için kendimi hazırlamıştım. Bu yanılsama çok kısa sürdü. Bize söylenene göre iyi bir hikaye yazmak için sadece bir yol vardı: O da iyi bir hikaye yazmak. Hikayenin nasıl yazıldığını görmenin dışında, iyi bir hikaye yazmak ancak yazıldıktan sonra anlaşılabilir. Bize söylediklerine göre hikaye yazmak en zor biçimdi, bu iddialarına ispatı olarak da dünyada çok az güzel hikaye olmasını gösteriyorlardı.
Bize söylenen ilk kural çok basitti: Etkileyici bir hikaye, yazardan okura bir şeyler iletmeli ve bu iletilenler, hikayenin mükemmelliğinin ölçütü olmalıydı. Bunun dışında bir kural yoktu. Bir hikaye etkileyici olduğu sürece herhangi bir şey hakkında olabilir ve herhangi bir tekniği ya da anlamı içerebilir. Bu kuralın bir alt başlığı olarak, bir yazarın ne söylemek istediğini yani ne hakkında konuştuğunu bilmesi gereklidir. Örnek olarak, hikayemizin özünü bir cümleye indirgemeye çalışırken, onu üç-altı ya da 10 bin kelimeye kadar genişletebilecek kadar iyi bilmeliyiz.
Hikaye yazmanın gizli formülü, gizli içeriği budur. Bundan fazlası yoktu, biz yazarlık yolunda artık yalnızdık. Bazı kötü hikayelerin içine atılmalıydık. Eğer mükemmelliğin tüm sırlarını keşfetmeyi umsaydım, benim çabama verilen notlar bana gerçekleri gösterirdi. Ve eğer adaletsiz bir şekilde eleştirildiğimi hissetseydim, yıllarca editörlerin takdirleri benim değil hocaların tarafını tutardı. Okulda yazdığım hikayelerin düşük notları yayınevlerince yüzlerce defa reddedilen hikayelerimde yankılandı.
Bu adil gözükmüyordu. İyi bir hikaye okuyabiliyordum, hatta onun nasıl yazıldığını biliyordum. Niçin ben böyle bir hikaye yazamıyordum? Belki de iki hikaye birbirine benzemeye cesaret edemediği için okuduğum güzel hikaye gibi yazamıyordum. Yıllar geçtikçe, birçok mükemmel hikaye yazdım ve şansımı deneyip onları yazdığım dışında onların nasıl yazıldığını hala bilmiyorum.
Eğer hikaye yazmada bir tılsım varsa ve ben bu tılsımın var olduğuna inansam bile hiçkimse bunu kuşaktan kuşağa aktaracak bir reçete haline getiremez. Formül, sadece yazarın önemli bulduğu şeyleri okura iletme dürtüsünde gizlidir. Eğer yazar bu dürtüye sahipse, bunu iletecek bir yol bulur. Bir hikayeyi iyi yapan mükemmelliği ya da bir hikayeyi kötü yapan hataları algılamalısınız. Aslında kötü hikaye dediğimiz, etkisiz olan hikayedir.
Yazdıktan sonra bir hikayeyi değerlendirmek çok zor değildir, fakat yıllar geçse de bir hikayeye başlamak beni ölüm fikri kadar korkutur. Korkmuyorum diyen yazar mutludur, fakat vasat olduğunun ve iyi bir hikaye yazmaktan çok uzakta olduğunun farkında değildir.
Bana söylenen tavsiyelerin birazını hatırlıyorum. Bu tavsiyeler, aşırı heyecanlı ve bereketli yirmili yaşların coşkunluğunu hissettiğim ve tüm dünyanın yazar olmaya çalıştığına inandığım zamanlardaydı.
Bana söylenen şey: “İyi bir hikaye yazmak çok uzun zaman alacak ve hiç para kazanamayacaksın. Avrupa’ya gitmen senin için daha iyi olabilir.”
“Niçin?” dedim. “Çünkü Avrupa’da fakirlik şansızlıktır fakat Amerika’da fakirlik utanç verici bir şeydir. Fakirliğin utancına katlanıp katlanamayacağını merak ediyorum.”
Depresyona girmek çok uzun zaman almadı. O zaman herkes fakirdi ve çok fazla da utanılacak bir şey değildi. Ve fakirliğe katlanıp katlanamadığımı asla bilemeyeceğim. Fakat hocamın bir konuda haklı olduğuna eminim. Yazar olmak gerçekten çok uzun zaman aldı ve hala devam ediyor.
Sonuç
Bu kadar yazarın pek çok öğütleri var. Teknik, yetenek, kurgu, çalışma, karakterler ve daha pek çoğu hakkında. Bendeniz, yani yazmak konusunda yetenekleri kısıtlı (yeteneksiz diyemedim), tembel, üşengeç, ertelemeye eğilimli bir kişi olarak en basitinden neleri yapamadığımdan yola çıkarak neler yapılması gerektiğini söyleyeceğim. Ne de olsa tecrübe konuşuyor. Hemi de acı tecrübe. Ancak sanmayın ki uzun bir reçete olacak. Benim naçizane söyleyeceklerim çok basit. Okuyun ve de yazın.
Yazmak için öncelikle okumak gerekiyor. Şimdiye kadar yazılmamış bir şeyler yazacağınızı zannediyorsanız ne yazık ki size kötü haberlerim var. Yok öyle bir şey. Yazmayı bu yüzden bırakmayın tabi ki. Ama okumak size yeni bakış açıları, fikirler ve en önemlisi yazma isteği ile enerjisi verecektir. Okuyun.
Yazmak için ayrıca yazabilmek gerekiyor. Yetenekten bahsetmiyorum. Bilgisayar, daktilo, not kağıdı, defter, kağıt, peçete, tuvalet kağıdı, her neye yazıyorsanız, yazın. Her gün yazın. Bazen sadece yazın. Zırvalayın, içinizdekini dökün, günlük tutun, hedeflerinizi anlatın, kişileri anlatın, yani ne olursa olsun yazın. Yazmadan, çalışmadan yazılmıyor. Yoksa ancak evinizi, odanızı, masanızı düzenler, temizler, telefonunuzla yeni ufuklar keşfeder, erteler, yatar, uyur, gevelerseniz. Yazmak istiyorsanız sadece yazın.
Aşağıda yazmak üzerine daha fazla yazarın görüşleri var. Daha uzatıp hepsini buraya koymak istemedim. Meraklısına, haydin afiyet olsun.
2 yorum:
Buna okuyamamayi da ekle. :(
İşte şimdi bir fark yarat ve oku. Ya da birazdan da okuyabilirsin :)
Yorum Gönder