Pazartesi, Aralık 27, 2010

Mutlu Bir Yılbaşı İçin Tavsiyeler

Valla krismıs olsun diğer ecnebi adetleri olsun bizi bozar ama bu yürüyen ölüler kadar bozmaz. Dikkate almakta fayda görüyorum.

Mutlu seneler!

Salı, Aralık 21, 2010

KTHULHU DÖNGÜSÜ

“The Cthulhu Cycle: Thirteen Tentacles of Terror”
Robert M. Price, Series Editor
Chaosium 1996

Cthulhu Cycle Zamanında Call of Cthulhu oyununun yaratıcısı Chaosium’dan oyun ortamlarına zenginlik katmak amacıyla çıkmış Kthulhu kısa öykü kitaplarından biri.

Serinin editörlüğü Robert M. Price yapmış. Price sıradışı bir Baptist rahibi. En azından bir zamanlar öyleymiş. Sonradan edebiyat dergilerinin editörlüğünü yapmış ve Kthulhu Mitosuyla ilgili çokça kitap ve makale yayımlamış. Kthulhu derlemelerine yaptığı editörlük de cabası.

Bu eserde Lovecraft’ın en çok bilinen ürünü olan Kthulhu’nun edebiyattaki kökenlerini araştırmış. Farkında olarak ya da olmadan sularında altında yatan dev anası ahtapot için yazılmış kısa öyküleri (ve bir de şiiri) bir araya getirmiş. Şiir Alfred Lord Tennyson’ın The Kraken adlı şiiri. Adam sanki Kthulhu’yu anlatmış.

Öykülerin bazılarının telif hakları kalkmış. Aşağıdaki bağlantılardan okuyabilirsiniz.

The Kraken – Alfred Lord Tennyson 
A Shop in Go-By Street – Lord Dunsany
Count Magnus – M.R. James
The Call of Cthulhu – H.P. Lovecraft
The Black Island – August Derleth
Some Notes Concerning a Green Box – Alan Dean Foster
Patiently Waiting – C.J. Henderson
The Sign of Kutullu – David C. Smith
Recrudescence – Leonard Carpenter
Rude Awakening – Will Murray
The Eye of Hlu-Hlu – Donald R. Burleson
Black Fire – Will Murray
In the Light of the Lamp – Steven Paulsen
Zombies from R’lyeh – Pierre Comtois

Öyküler bir zaman sırasına göre dizilmişler. Lovecraft’ın Call of Cthulhu’su dördüncü sırada yer alıyor. Call of Cthulhu’nun meşhur dedektifi Legrasse’la ilgili, Lovecraft’ın öyküsünün devamı niteliğinde bir öykü de kitabın devamında yerini almış. C.J. Henderson’ın bu öyküsü oldukça çarpıcı bir Kthulhu öyküsü olmuş.

Bütün öykülerin çarpıcılığı bir tarafa Will Murray’in Rude Awakening öyküsü aralarında ilginç bir özelliğe de sahip. Uluslararası bir araştırma gemisinin okyanus tabanına yakın yapacağı sonik bir deneyi anlatıyor. Her ne kadar araştırmacılar yerel yetkililerden gerekli izni almış olsalar da, bu civarını sakinleri ve kalan her türlüsünden sivil toplum örgütü ve kuruluşlar onları “Aman Kthulhu’yu uynadıracaksınız,” diye vazgeçirmeye çalışıyorlar. Sonunu anlatmıyım.

Bu yazıyı fırsat bilerek Cthulhu’nun adını Türkçeleştirmeyi de kendime bir görev olarak gördüm. Bir harfi değiştirmek kelimeyi Türkçe yapar varsayımıyla, Cthulhu’yu da huzurlarınıza Kthulhu olarak çıkardım. Adındaki bu küçük değişikliğin Kthulhu’nun kendisini zerre kadar rahatsız edeceğini sanmıyorum. Olur da rahatsız olursa o zaman rüyalarıma girip benden durumu düzeltmemi rica edebilir. Böyle olursa ve akıl sağlığım hala yerinde olursa yeni bir yazıyla bu hatamı düzeltirim. Sağlıcakla.

Pazartesi, Aralık 20, 2010

Necronomicon Now!

The Esoteric Order of The Old Ones and Cthulhu Cultists tarafından önerilen kaynak eser. Hemen sipariş edin. Pişman olacaksınız!

Pazar, Aralık 19, 2010

Votka, ayaklar, Danimarkalılar...

Gariplikler sadece bilim kurgu ve fantazide değil. Bazı şeyler gerçekten adamı dumur etmekte.

İddiaya göre Danimarka'daki bir inanca göre ayaktan alkol alınabiliyormuş. Tabii ki bir takım doktorlar biz bu işi denemeyeliyiz demiş.


Üç şişe votkayı döküp ayaklarını sokmuşlar ve ne kadar alkol aldıklarını test ederken bir takım sorulara cevap vermişler. Sonuç? Sıfır.

En sonunda ilginç bir fikir daha ortaya atıyorlar, anlaşılan bazı zibidiler gözlerinden de alkol almayı deniyormuş ve ilerde bunu incelemek lazım diyorlar.

Benim bildiğim alkol iki şekilde alınır: Bardaktan veya şişeden, eğer çok abarttıysan damardan...

Bilim kurguda gözden ilaç almaya kalkışanlar vardır (aklıma hemen Cowboy Bebop'daki kırmızı göz ilacı gelir) ancak başka bir şey hatırlamıyorum. Aklınıza gelen metodlar var mı?

Cuma, Aralık 17, 2010

Bibik SG:U!

İzlemediğim bir dizi daha iptal... Scalzi kardeşimiz bunda danışmanlık yaptığından hayret ettim. Bazı insanlar ikinci sezonu çok daha iyi diyordu ama yeterince izleyici çekmediğinden SlyFy iptal etmiş. Salak Amerikan Güreşi daha çok izleyici çekiyormuş. Anlaşılan Amerika halkının geneli hakkındaki önyargımın yıkılmaması için herşeyi yapıyor bu millet.

 

Tahmin edileceği gibi şu an tatildeyim. Biraz boş zamanım var. En iyisi gidip şunları indirip bir izleyeyim. Zamanı gelmiş gibi. Sizin izlediğiniz bir şey ise yorumlarınızı beklerim.

Kafatası, deri rengi, tanrılar ve Irkçılar

Efendime söyleyeyim, Thor ve saz arkadaşları dedik mi aklımıza şöyle bir şey gelse gerek:

Bu süper Thor imajını DeviantArt'tan Genzoman'a borçluyuz.

Herneyse, kısacası bildiğimiz Thor, elinde balyozu, uzun boylu, sarışın, Nordik diyebileceğimiz bir Yavrudur.


Anlaşılan o ki bazı dingiller bu imajı kendilerine çok yakıştırmışlar. İngilazya gazetelerinden The Guardian'ın dediğine göre gelmekte olan Marvel tabanlı süper kahraman filmi Thor kahramanlardan birisi olarak sayın İtalya başöküzü Berlusconi'nin dediği gibi 'süper tan yapmış' birisini seçmiş.

Kendilerine 'Tutucu (Muhafazakar?) Vatandaşlar Konseyi' diyen Amerikalı Dingil tayfası lan sen misin diyerek sunları demiş:


"Biliyorsunuz Marvel ideolojiler ve nedenleri solcu için savunucuları, bir şirket olduğu bilinmektedir . Marvel yaratıcısı Stan 'Lee' Lieber Adayların solcu önemli finansörü olmakla övünür ve şiddetle Tea Party hareketi, muhafazakarlar ve Avrupa mirasına saldırdı."


"Şimdi işi daha bir ileriye götürdüler, Thor adlı yeni filmlerinde bir İskandinav tanrı siyah bir adam olarak biçimsenmiş. Marvel şimdi Avrupa mitolojisi içine sosyal değişimi sokmuş bulunuyor."

Bu arkadaşlar(!) ayrıca farklı deri rengindeki insanların evlenmelerine karşılar, eşcinsellik haklarının varlığını kabul etmiyorlar filan falan.


Marvel'in yeni Heimdall'ı DJ Elba  da (adam Thor'u bile oynamıyor ki!) şöyle cevap vermiş: "Thor'un elinde parmaklıklarını şıklattığında kendisine geri uçan bir balyozu var, bu tamam da benim deri rengim mi yanlış?"

Elba arkadaş iyi demiş, benim ayrıca bu kafatasçı dostlara bir dost övüdüm var: "Sitteaaeaeaarrr! Anca yürürsünüz hödükleaarrr!!!!"

Her şeyden önce serinin yaratıcısı Marvel'e ve filmi çeken tayfaya kalmış kimi aktör seçecekleri. Ayrıca kuzey kutbuna doğru yola çıkmadan önce bütün insanlık Afrika'dan çıktı ve hepimiz zenciydik o ara, gel zaman git zaman kuzeylerde yaşarkene yaşanılan doğal seçimden beyazlaştık çoğumuz. Thor veya Heimdall adı verilen hayal eserinin deri rengini İkibinli yılların bakış açısıyla bakarak karar veremezsin. Ayrıca sayın Muhafazakar kitle, İsa yahudiydi ve muhtemelen esmer tenli birisiydi, Thor gibi sarışın hippi saç sakal ile tasvirini yapmak, bizim ülkemizdeki ırkçıların uzun saç sakal artı avrat gibi takı takan belli bir sanatçıyı öpüp başlarının üstüne koymaya benzer: Mantıksız!


Dahası, tasvir edilenler gerçek tanrılar değil, Marvel'in süper kahramanları. Bu Prof Xavier'in diplomasının sahte olduğundan şikayet etmek gibi bir şey!

Ayrıcana Thor'un kendisini filmde Chris Hemlsworth oynamakta. Kendisi son derece kuzey-avrupalı görünüşlü bana sorarsanız. Bir de bu Heimdall karakteri filmde ne kadar önemli merak ettim. Üç beş dakika için tantana çıkarttıklarını düşünüyorum ama aynı güruhun "Obama aslında Amerikalı değil, Kenyalı" diye yedikleri naneleri düşününce hiç şaşırmıyorum. Irkçılıkta mantık aramak boş iş.

Heimdall'ı Avrupalılar şöyle hayal etmişler zamanında. Başka ilginç tasvirlerini görmek isterseniz Wikipedia'daki Heimdall sayfasına bir bakın.

Umarım bu salak Muhafazakar kitle kazara Monty Python'un Life of Brian filmini izleyip Brian'ın aslında İsa ile dalga geçen bir film olduğu fikrine kapılmaz!

En son olarak da Deviant'tan bir Heimdall resmi verelim:

Maşalmitra... Erulian kardeş sağolsun.

Perşembe, Aralık 16, 2010

Dirk Gently - Douglas Adams'ın daha az bilinen kahramanı

Douglas Adams'ın Otostopçu'nun Galaksi Rehberi'ni herhalde bilmeyeniz yoktur. (Cidden bilmiyor musun? Hadi len! Ciddi? Gidip bir kitabını alıp okusan yararlı olacaği kanımdayım!)

Douglas Adams aynı zamanda herseyin birbirine bağlı olduğunu incelediği detektiflik / bilim kurgu / fantazi romanları da yazdı. Bunların baş kahramanı ilginç bir karakter olan Dirk Gentry.

Birkaç sene önce BBC bir radyo oyunu olarak bu karakteri canlandırmıştı. Harry Enfield'in Dirk Gentry'yi seslendirdiği bu diziyi çok olumlu hatırlamıyorum ama hiç yoktan iyidir demiştim.


BBC şimdi Dirk Gentry serisini televizyona getiriyor. Bu akşam 9'da yayında. Ne yazık ki Hawkwind konserine gideceğimden canlı izlemem mümkün değil ancak yarın için iPlayer sayesinde bir programım var galiba bu adamlarla.


Anladığım kadarıyla henüz bir seri değil, bir iki bölüm yayınlayıp geçecekler. Ayrıca bütçe çok düşük olduğundan orjinal kitaplardaki bir çok şey kesilmiş, kısacası pek kitaplara sadık bir adaptasyon olmayacak gibi. Ama... Ama... Hala derim ki hiç olmamasından iyidir. Elektrik Monk olmasa bile...


Salı, Aralık 14, 2010

Hitit Güneşi Epizort 43! Conan! Barbar Conan!



Her şey Eralp'in bizi Leuven'de bir çizgi roman dükkanına götürmesiyle başladı. Kabaca bir saat agzımızdan salya aka aka sağa sola bakarken Eralp elini kocaman bir Conan kolleksiyonuna attı ve "Ben bunu alıyorum, siz karar verdiniz mi?" dedi. Ondan sonraki iki gün Özgür bütün zamanını Conan okuyarak geçirdi.

Ben de güzel bir gribe tutulmuş, ufaklıklara bulaştırmamaya çalıştığımdan sıradaki epizort'un 42 olduğunu unuttum ama herkesi zorla yukarı çıkartıp kayda sokmayı unutmadım. (Tabii, unuttuğum başka bir olay ise Leuven'de dolaşırken yaptığımız süper geyik bilim kurgu kaydından önce RECORD düğmesine iki defa basmam gerektiğiydi ki aman aman hiç hatırlatmayın o salaklığı. Bir de Eralp "kaydediyoruz değil mi" diye sordukça salak gibi kafamı sallamam vardır ya...)

Herneyse, umarım eğlenirsiniz.

42 no'lu kaydımız nerde derseniz... Onu Douglas Adams için bi kenara ayırdım, geri geleceğiz o noktaya. Ne de olsa hepimiz zaman yolcusuyuz!

MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

Pazartesi, Aralık 13, 2010

Bilim Kurgu ve Radyo

İngiltere'nin BBC Radyo 4'ü herhalde dünyanın en meşhur konuşma tabanlı radyosu olsa gerek. Amerika'da NPR olsa da BBC'nin yeri bir ayrı. Sürüyle süper bilim, politika, edebiyat, çevre ve genel bilgi podkastları herkese açık. (BBC Dünya Servisini de unutmamak lazım.)

İngiltere'de bilim kurgunun sevilmesi sayesinde BBC son derece sık olarak bilim kurgu radyo oyunları da ortaya çıkartmakta. Muhtemelen bunların en meşhur olanı da hayata burada başlayan Otostopçunun Galaksi Rehberi (daha sonraları 6 parçadan oluşan bir triloji, televizyon disizi ve en son olarak da film!).

Her ne kadar BBC iPlayer adli site sayesinde bunları İngiltere'de yayınlandıktan bir süre istediğin zaman internet üzerinden dinleyebiliyorsan da be yazık ki İngiltere dışından bunlara uluaşmayı engelliyor BBC.

Neyse, bu kayıtları herkese sunan örgütler sağolsun. Radio Archive adlı site bir çok eseri torrent halinde yayınlamakta. Temel amaçları sadece bilim kurgu olmasa da ciddi bir bilim kurgu yığınları var.


Bir başka göz önünde tutmanızda yarar olan site ise SFF Audio. Bu arkadaşlar sürekli etrafta ne var ne yok yazıp çizmekteler.

Başka önerileriniz var ise hemen not düşün, paylaşalım!

Pazar, Aralık 05, 2010

Tanrı'nın Sol Eli

Doğan Kitap 2010
347 Sayfa
Paul Hoffman
Çeviren: Belgin Selen Haktanır Us

Tanrı'nın Sol Eli üçlemesinin ilk kitabı Tanrı'nın Sol Eli 2010 piyasaya çıkmış, çıktığı gibi de ellerine sağlık, çeviri çevrelerinde ismi dehşet ile karışık huşu ile anılan, Yedi Denizlerin en yaman ve hızlı çevirmeni, yalakalığı bir borç bildiğimiz Belgin Selen Haktanır Us tarafından göz açıp kapanıncaya kadar çevirilmiş. Hoffman'ın ilk fantastik romanı. Bundan önce hakkında pek de fazla bilgi olmayan iki romanı var. Hatta ilk kitabının bir kısmının film olduğu yazıyor.

Piyasa yeni düşmüş bu yazarın kitabı Kurtarıcılar Tapığında bir Rahip Yardımcısı olan Thomas Cale hakkında. Kitabın arkasında "Onun dünyayı yok edebilme gücüne sahip olduğu söylediler. Acaba Cale bu gücü kullanacak mı?" şekilde bir gaz cümlesi var. İlk kitap itibari ile bu konuda pek de bir bilgiye sahip olamıyorsunuz. Sanırım Ocak 2011'de piyasaya çıkacağı beyan edilen ikinci kitapta daha fazla bilgi olacaktır.

Bu noktadan sonra aman ben detaylarını öğrenmeyeyim, ipuçu olursa zevki kaçar falan diyen varsa son paragrafa atlasın, kitap hakkında döşeyeceğim çünkü. Velhasıl tüm bu geyikleri kesip sadete gelirsek Cale karakteri ve Kefaret Uçurumunda bulunan Kurtarıclar Tapınağı bende bir Menzoberranzan'lı Drizzt Do'urden tadı bıraktı. Tabi ki bire bir benzerlik yok ama ortamın acımasızlığı, çocuğun yeteneği benzer geldi bana. Buna rağmen kitabın en ilginç bölümü bu tapınağın ve tarikatın anlatıldığı yerler. Askeri bir tarikat olan Kurtarıcılar, yaklaşık 2000 yıl önce öldürülmüş olan Asılmıs Kurtarıcı'ya ve Tanrı'ya inanıyorlar. Her şeyi günah olarak nitelendiriyorlar ve dört bir yandan topladıkları çocukları savaşçı rahipler olmak üzere kedni inançları doğrultusunda yetiştiriyorlar. Asılmış Kurtarıcı ve İsa arasında bir çok benzerlik var. Ama ne tür bir gönderme var emin değilim. Kitap kurgu bir coğrafyada geçse de Kudüs ve Nasıra gibi şehirlerin ismi anılıyor. Hatta balinanın karnındaki Nasıralı İsa'dan bahsediyorlar. Şehirlerde Yahudiler var. Dine ve fanatikliğe de bir sürü gönderme var. Muhtemelen yazar dünyamız ile yarattığı bu dünya arasında bir ilişkiyi daha sonra anlatacak.

Kahramanlarımız kitabın başında anlatılan tarikat ve tapınağından çıktıktan sonra kitap yapısı, kurugusu bir hayli değişiyor. Ne yalan söyleyeyim bana biraz daha sonraki bölümler ve olay baştan savma yazılmış gibi geldi. Olaylar silsilesi gereksiz yere bir hızlanıp bir yavaşlıyor. Arada gayet gereksiz gözüken karakterler hakkında uzunca açıklamalar var. Belki de diğer iki kitapla ilişki kurmak için yapılmış olsalar da çok havada kalmışlar. Anlattığı kişiler, aileler ve şehirler hakkında anlatıkları bir iki konu haricinde orjinallikten çok uzak. Bazen kendimi AD&D'deki ucuz bir campaign kitabı okur gibi hissettim.

Yazar kitapta anlatığı büyük bir meydan savaşı için kitabın sonunda anlattığı üzere ortaçağ savaşları, özellikle de Agincourt Muharebesi üzerine çalışmış. Silah ve zırhlar hakkında anlatıklarında bir sorun yok, bilgilendirici ama savaş tasviri bana bir hayli karışık ve tatsız geldi.

Sonuç olarak bir kaç ilginç karakteri ve sonunu nasıl getireceğini merak ettiğim Kurtarıcılar Tarikatı ile ilginç ama kurgusu açısından bir yavan bir kitap. İkincisi çıkınca büyük ihtimalle edinip okuyacağım umarım memnun kalırım.

Aşağıda sitesinde bulunan tanıtım filmi var. Kitabın satışına çok bir katkısı olmamış olması muhtemel.


Çarşamba, Aralık 01, 2010

Iron Sky


Star Wreck'in yönetmeni Timo Vuorensola son filmi Iron Sky çekilmeye başlandı. İkinci Dünya Savaşı'nın son demlerinde aya giden Nazi Almanyası birliklerinin 2018 yılında geri dönüşünü anlatan film değişik bir yöntemle finanse ediliyor. Film çekilmesi için öngörülen 6,9 Milyon Avroluk bütçenin 6 Milyonluk kısmı bulunmuş. Kalan 900 Bin Avro ise sinema severlerden bekleniyor. Bugüne kadar da 341 Binini toparlamışlar. "Impress your girlfriend : Buy War Bonds!"

Star Wreck'i indirmiş de olsam itina ile seyretmedim. Hakan ve birkaç kişiden (Hakan dışındakileri sallıyor olabilirim) olumlu izlenimler almıştım. Filmin çekimleri bitmeden izlemek lazım.

Filmin fragmanı bir hayli hoş. Hatta ikinci fragmanı da yayınlamışlar. Umarım devamını getirip güzel bir film çıkartırlar. Hevesle ve dört gözle bekliyorum.

Ahanda fragmanlar:




Çarşamba, Kasım 24, 2010

Whedon, Buffy ve gunun alintisi

Joss Whedon ve eski aktörler Buffy filminden tekmeyi yemişler.

Whedon arkadaş aşşadaki lafı diyerek beni mutlu etti:

"This is a sad, sad reflection on our times,
when people must feed off the carcasses of beloved stories from their
youths – just because they can't think of an original idea of their
own," he said. "I always hoped that Buffy would live on even after my
death. But, you know, after."


Daha çok bilgi nah burda.

Tabii Whedon haklı bir yerde. Adamın yarattığı bir şey elinden alınıp b.k ediliyor. Yeni bir şeyler yaratmaktansa eskileri tekrar tekrar önümüze koyuyorlar ve neredeyse hepsi moktan. Bir tek BSG başarılı diye Biyonik Kadın, Kara Şimşek, Flash Gordon(!) ve yeni V'yi unutmak mümkün mü? (Esasında daha V'yi izlemedim ama eminim o da başarılı olmayacak, bikaç hafta sonra tükürük yalamaya gelebilirim).

Yeni bir şeyler yaratsınlar. Firefly yeniydi (uzayda kovboylar ve inekler hakkında olsa bile). Buffy yeni idi. X-Files yeni idi. Orjinal BSG, Kara Şimşek vesaire hep sıfırdan fikirlerdi, çoğumuzun çocukluğunu renklendirdiler, bizleri BK olayına şu ya da bu şekilde soktular. Zevkten zevke izledik, nostalji tribi olarak güzel anılarla anıyoruz. Biraz kıçlarını kaldırıp yeni bir şeyler üretsinler de izlesek!

20 sene önce Dexter gibi bir şey TV'de yayınlanabilir miydi? Yepyeni bir fikir, hep beraber oturmuş favori seri katilimizi izliyoruz...

Cumartesi, Kasım 20, 2010

Gathering Storm, Wheel of Time #12

Orbit, 2010
844 Sayfa
Robert Jordan'ın ölümünden sonra mümkün değil bu silsile bitmez, bitse de bir şeye benzemez dedikten sonra çıkan kitap ve çıkacak kitaplara sırt çevirmiştim. Kitap çıktı lütfedip netten bakmadım. Türkçesi çıktı ilgilenmedim, elime bile almadım. Ne kadar dirayetli ve lafım arkasında olduğum hemen belli oldu. Ay başında kitapçıda boş boş dolaşırken son kitabın karton kapaklı ingilizce baskını görünce şöyle bir yokladım. Derken yanlışlıkla almışım. Bir yanlışlıktır sürdü gitti, dün gece de bitirdim. Pişman mıyım? Hiç değilim. Tükürdüğümü yaladım mı? Afiyetle :)

Bu kadar laf salatasından sonra gelelim kitaba. Uzun zamandır Zaman Çarkı hakkında bir şeyler okumamıştım. Jordan'ın ağır yazım tarzı, sürüsüne bereket arka hikayeleri ve kitaplardan taşan kahramanlarını düşününce bir hayli gözüm korktu. Bu nedenle utanmadan vikipediden bir önceki kitabın özetini karıştırdım. Çok da bir şey hatırlamayınca besleme ile kitaba giriştim. Kesinlikle korktuğumun onda biri bile olmadı. Jordan'ın veliathı Brandon Sanderson çok başarılı bir iş çıkartmış Diğer on kitapta başıma gelenin aksine ne olduğunu kavramam için onlarca sayfa, bir yığın bölüm geçmesi gerekmedi. Amca (benden bir yaş büyük, kariyer planlamamı bir kez daha gözden geçirmem lazım) Jordan'a göre daha sade bir dil ile yazmış. Hem de onun aksine ortalığa kuş yemi gibi saçtığı ucu açık hikayeleri bir bir toparlayıp kapatmış. Kitap öncekilere göre daha akıcı ve sona giderek yaklaştığı için verdiği bilgiler daha tatmin edici. Artık kadınlar bölümler boyunca eteklerini düzeltirken, erkekler (oğlanlar) kafaları son derece karışık ortalarda arpacık kumrusu gibi fink atmıyorlar. Ancak kılıç dövüşleri halen gereksiz isim tanımlamalarından ibaret. Sanırım yaşımdan mütevellit artık uzun kılıç dövüşü tasvirlerin hattı zatında sıkıldım. Velhasıl diğer kitaplara göre daha rahat okunabilir ve sonuca doğru yol alan bir kitap çıkmış ortaya. Zevkle okudum. (Bu aslında bitsin artık bu çile, batsın bu feleğin tekeri şuursuzluğu da olabilir)

Her ne kadar bu yeni yıldızımız olayları daha kısa kesme niyetinde olsa da tabi ki Zaman çarkının bitmez, tükenmez devinimi devam ediyor. Daha önce tek kitap ile son erdirileceği beyan edilen serinin nur topu daha üç kitabı olacak. Başında Sanderson da utanmadan bunları aslında bir kitabın üç bölümü olarak düşünün diyor. Sekizyüz küsür sayfalık bölümler. Peh peh peh.

Ben onikinci kitabı alırken onüçüncü kitap Towers of Midnight kasım başında piyasaya ciltli olarak çıkmış. Karton kapaklısının ne zaman çıkacağı meçhul. Büyük ihtimalle diğeri gibi yazın çıkar. Sanırım bu kitaptan oluşan memnuniyet ile ciltli baskısını tez elden edinip okuaycağım. Jordan'ın Karanlıkların Efendisi ve Rand Al'Thor'un beklenen kapışmasını vefat etmeden önce yazdığı söyleniyor. Oniki kitaptan sonra açıkcası bir hayli merak ediyorum. Umarın ikinci bir Lost vakası yaşanmaz.

Sonuç olarak Robert Jordan'ın, toprağı bol olsun, başıma sardığı bu belanın s
onu gözüktü. Umarım güzel olur.

Salı, Kasım 09, 2010

THE FIRST LAW TRILOGY


Joe Abercrombie
Gollancz 2006

Dopdolu bir üçleme. Aslında bir üçlemeden çok üç parçaya ayrılmış tek bir kitap. Kitaplar arasında ne bir zaman atlaması, ne bir olay değişimi var. Her şey kaldığı yerden devam ediyor. O kadar ki okuyucuyu öyküye alıştırmak için kullanılan geriye dönük anlatımlardan zerre eser yok.

Bütün öykü dönüşümlü olarak altı ayrı karakterin bakış açısından anlatılıyor. Dolayısıyla her birine yeterince değinecek kadar yer var. Yazım tekniği olarak tüm olayları ve çevreyi karakterlerin görüşünden anlatmayı seçtiği için, olaya ya da ortama aykırı kaçan anlatımlara yer vermemiş. Bu yüzden de olaylar hiçbir zaman odağını yitirmiyor, karakterler her zaman ön planda ve capcanlı kalıyorlar. Sonuç olarak kitaba odaklanmak güç olmuyor.

Kitabın altı önemli karakterinden üçü biraz daha önde duruyorlar. Kuzeyli barbar Logen Ninfingers bunlardan biri. Logen dokuz parmaklı oluşunu bir düelloya borçlu ve kuzeyin en azılı katili. Bloody-Nine olarak tanınan Logen kim ona daha çok adam öldürme olanağı tanıyacaksa onun tarafına geçmeyi seçen biri. Ancak Logen zamanla durulmuş ve geçmişte yaptıklarının azabını duymaya başlamış. Eskiden en seçkin savaşçısı olduğu Bethod'la arası açılınca da kendi gibi Bethod'dan nefret eden adamlardan bir çete kurup dağlara çıkmış.

Sand dan Glokta ise zamanında, kısaca Union olarak bilinen geniş krallığın soylu, gözde ve genç albaylarından biriymiş. Ancak Gurk imparatorluğuyla yapılan savaşta Gurklara esir düşmüş ve iki yılını imparatorun zindanlarında işkence görerek geçirmiş. İki yıl sonra salıverildiğinde artık o genç albaydan bir eser yokmuş. Yeni Glokta kalçası çıkarılmış, ayak parmakları kesilmiş, dişleri sökülmüş ve türlü türlü işkenceden geçmiş bir adam olarak bambaşka biri olarak ortaya çıkmış. Sonunda soylu ailesinin tüm itirazlarına karşın iki yıl boyunca kendine uygulananlardan öğrendiği şeyi en kolay yapabileceği yere kraliyet engizisyonuna engizisyoncu olarak katılmış.

Jezal Luthar soylu bir ailenin tekne kazıntısı oğlu. Onunla ne yapacaklarını bilemediklerinden ve büyük kardeşleri yüzünden aile mırasından da zırnık kalmayacağından onu asker yapmışlar. Soylu olmanın üstünlüğüyle teğmen olarak işe başlamış. Ancak zamanla kılıç kullanmada sergilediği yetenek onu komutanlarının gözünden bir miktar ön plana çıkarmış ve onu geleneksel kılıç müsabakalarına katılması için eğitmeye başlamışlar.

Collem West ordu da yüzbaşılığa kadar yükselmiş bir kuzeyli. Diğer pek çok subayın aksine fakir bir aileden geliyor. Geleneksel kılıç müsabakasını kazanarak ve Gurk imparatorluğuyla verilen savaştaki kahramanlıklarıyla kendini göstermiş. Jezal'ın komutanı.

Dogman, Logen'in çetesinin iz sürücüsü ve Logen'in sağ kolu. çetenin kalanının yanında oldukça çelimsiz oluşunu iz sürme ve ok atmadaki becerisiyle kapatıyor. Sağduyusu ise en güçlü silahı. Lakabını da koku duyusunu iyi kullandığı için almış.

Ferro Maljinn ise Gurklardan intikam almaya yemin etmiş bir kadın. Gurklar onu ve ailesini köle yapmışlar hepsini bir başkasına satmışlar. Ferro ise kölesi olduğu adamdan kaçana dek zor zamanlar geçirmiş. Kaçtıktan sonra da en iyi gurk ölü gurktur felsefesiyle önüne çıkanı öldürmeye başlamış.

Tüm bu karakterleri biraraya getiren de Bayaz adında ortalık karıştığı zamanlarda ortaya çıkan yaşı belirsiz bir büyücü. Kimsenin hoşlaşmadığı ama saygı göstermek zorunda olduğu bu adam, krallığın kurtuluşu ve sürekliliği için elinden geleni ardına koymuyor ve esrarengiz bir yolculuk için öykünün kahramanlarını şu ya da bu şekilde biraraya getiriyor.

Yeni nesil fantastik yazarlarının elf-cüce-ejderha kısırdöngüsüne kendilerini kaptırmadan yazdıklarına iyi bir örnek. Umarım bir araya Türkçe’ye de çevrilir ve daha çok kişi okuma fırsatı bulur.

Çarşamba, Ekim 27, 2010

Hitit Güneşi Epizort 41! Iain M. Banks, Surface Detail ve Transition!



Kansu ve Hakan oturup Iain M. Banks'in yeni Culture romanı Surface Detail'den azcık bahsedip Kansu henüz okumadığı için Banks'ın Avrupa'da M'siz, Amerika'da M'li yayınlanan Transition kitabına girişiyor.

MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.





Bu da Libsyn'in playeri, deneme devam ediyor.

Pazar, Ekim 10, 2010

Hitit Güneşi Epizort 40! Inception!



Ankara ekibimizle (Banu, Mert, Özgür, Yiğit) ve Hakan'la uzun süredir bahsetmek istediğimiz Inception'ı yorumluyoruz.

Giriş müziğimiz bu kez, 30. yılını kutlayan New Model Army'nin, "Here Comes the War" şarkısından bir kolaj. 1 Ekim'de İstanbul, 2 Ekim'de Ankara konserini de Özgür, Yiğit ve Belgin beraber izledi. Hititgüneşi ekibimizden Kadir Yiğit US'un, grubun vokalisti Justin Sullivan ile yaptığı röportajı şu adresten görebilirsiniz:

http://www.superonline.com/muzik/masumiyet-muzesi-100881

Kısa (!) bir özetten sonra, Inception'ı; Memento, Dark City, Matrix, 6. His gibi filmlerle kıyasladığımız gibi İhsan Oktay Anar, Neil Gaiman, Philip K. Dick ve Lewis Carroll'un eserleri ile de mukayese ediyoruz. Kah Derrida'dan dem vuruyor, kah siber metin ve labirente giriyor, ama asla derun zen geyiğinden vazgeçmiyoruz.

Biz eğlendik, umarız siz de eğlenirsiniz.

Kayıtları her Ankara podcast'inde olduğu üzere Stüdyo CODA'da yaptık. Stüdyo CODA, Kızılırmak 5/2. (312) 419 69 88.

Haydi Dürüm Yemeye!


MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

Bu da Libsyn'in playeri, deneme devam ediyor.

Salı, Eylül 28, 2010

Alternatifler

"Hanımım, evden çıkmazdan evvel gaz maskenizi takmayı unutmayınız!"
"Tamam tamam Hikmet efendi, unutmam, artık 10 yaşında değilim."

Bu sözlerle konağın kapısını kapatıp yola koyuldu Elif. Çankaya yokuşundaki bahçeden çıkıp bir yukarılara, yüce liderin konağına gözü gitti, sonra aşağılara doğru yola koyulmaya başladı.

Karşısında bütün Ankara gizliydi, hiç bir şeyini göstermeden belli ediyordu varlığını. Çankaya üst tabakası ile Ulus tarafındaki alt tabaka arasına sıkışmış bir bulut tabakası, bu kış sabahında renkleri ayrıca bir soluklaştırmaktaydı. Yüzbinlerce canın ısınmak için yaktığı kömürlü ve odunlu sobaların dumanları daha erkenden şehri kaplamış, Çankaya'nın sırtından aşağı koyu bir bulut tabakasının üstünden daha yeni doğmuş güneş, gaz maskesinin camlarının arasından eski zamanların nefret dolu bir tanrısı gibi tebaasını tapınmaya çağırır gibiydi ama nerdeee....

Erkenden buluşma sözü verdiği için adımlarını hızlandırdı ve yokuştan aşağı inmeye başladı Elif hanım. Tam sisin arasına girmeden batı ufkunda sinek gibi bir sağa bir sola uçuşan, yana döndükçe kanatları parlayan uçakları gördü ve kalbi pır pır attı. Eski sınıfından Hızır her gün hayatını tehlikeye atanlardandı. Gönüllü cepheye gittiği günü andı, arkadaşının salaklığına diyecek birşeyi o gün de bulamamıştı. Öte yandan hain İngilizlerin Ankara'yı bombalamasını engelleyen tek şey Hızır gibilerin cesaretiydi.

Akif ile buluşacakları kahveye gelince dikkatlice çift kapıdan geçti, gaz maskesini çıkartıp omzuna astı. Saat daha erken olduğundan içeride henüz pek kimse olmadığından Akif Elif'i hemen farketti ve elini sallayarak yanına çağırdı.

"Elif hanım, hoşgeldiniz, umarım yürüyüşünüz keyifliydi. Oğlum, iki çay getir!"
"Akif bey, siz benden de erkencisiniz, çok mu merak ediyorsunuz yorumlarımı?"
"Pek tabii ki, ilk okuyan sizsiniz."

Elif masaya oturdu, kahvehanecinin çırağının getirdiği çaya şekerini atıp karıştırdı. Pek bir acelesi yoktu. Hızır ve arkadaşları cephede savaşmaya gideli beri konuşacak pek bir arkadaş edinememişti ve Akif ile sohbet etmek en büyük zevklerinizden birisi olmuştu.

"Akif bey, yazdıklarınız hakkında sert yorumlarım olacak, kusura bakmayın eğer ağır gelirse dediklerim."
"Yok haaşaa, olur mu? En sert laflarınızı esirgemeyin."
"Açıkçası bu güne kadar yazdığınız en büyük saçmalık. Yazdıklarınız hiç de olası değil. Nasıl bu kadar uydurursunuz inanamadım!"
"Ama Elif hanım??!!"
"Susun da dinleyin! Diyorsunuz ki Mustafa Kemal Paşa Sakarya meydan muhaberesinde ölmeseymiş herşey bir farklı olurmuş. Bir insanın tarihi bu kadar değiştirmesi mümkün değildir."
"Vallahi Elif hanım, Kemal Paşa o ana kadar milli mücadeleyi göturen adamdı, herşey onun başının altından çıktıydı."
"Külliyen yalan, palavra. Rauf efendi, Fevzi Çakmak efendi ve nicelerini nasıl unutursunuz? Yüce liderimiz değil miydi İnönü'nde gavurları durduran, arkasından Sakarya'da sipheleri kazdırıp hem İngilizleri hem yunanlıların ilerlemesinin önünü kesen, arkasından 14 yıl boyunca aynı yerde tutan?"

Akif bu saldırganlığı beklemiyordu. Elleri titreyerek cebinden bir sigara kutusu çıkarttı, kahvehaneci boşları toplamaya gelmişti ki hemen bir kibrit çakıverdi. Derin bir nefes çekip, bir gri duman arasında ne cevap vereceğini düşünmeye çalışırken Elif bu sessizliği kabullenme olarak görüp biraz acıdığındna tekrar lafa başladı.

"Tabii ki Mustafa Kemal Paşa'nın savaştaki katkıları hatırlanmaya değer ancak kendisi kendi ölümüne yol açtı. Dumlupınar'ın galibi Gelibolu'daki gibi eline bir nişancı tüfeği alıp Yunanlıları vurmaya kalkışmasaydı belki dedikleriniz olurdu. Belki Sakarya muhaberesi gerçekten 14. gününde biterdi, belki iki taraf toparlanmak için zaman bulurdu, belki bir sonraki yaz sonu büyük bir hücumla hem Yunanlıları hem İngilizleri dışarı atardık, ne Almanlardan ne de Ruslardan yardım almadan!"

"Elif hanım, bence biraz haksızlık yapıyorsunuz. Mustafa Kemal Paşa bir keskin nişancı tarafından vurulmasaydı burdaki savaş devam etmezdi, birkaç seneye biterdi bence. Kitabımda uzun uzun anlattım, kendisini tanıyanlar gerek Saltanat'a, gerek imam tayfasına nefretinden bahsederler. Eğer bu savaş hemen bitse İngilizlerle Ruslar arasındaki yüzyıllarca süren mücadele sona ererdi, Almanya yenik bir ülke olarak kalmaya devam ederdi, buradaki mücadelenin teknolojik yanı olmaz, bütün dünya yıllarca sürecek bir barışta mutlu mutlu yaşardı."

"Hiç zannetmiyorum Akif efendi. Dediğim gibi bence çok uçmuşsunuz. Nasıl Alman imparatorluğunun hemen pes edeceğini düşünmüşsünüz anlamıyorum. Sağolsunlar, bizim hala emperyalistlerle mücadelemizi görüp hemen kendilerini toparladılar, bize destek çıktılar. Uçak ve silah fabrikalarını Sivas yöresinde kurdular, bilim adamlarını gönderdiler. Rus yoldaşlar da cabası. Hep beraber savaşıyoruz İngilizlere ve hain Yunanlılara karşı 14 yıldır. 14 günde bitecek bir savaş değildi Sakarya."

Akif diyecek birşey bulamadı. Elif de dostuna biraz sert çıktığını farkettiğinden bakışlarını masaya çevirdi ve susakaldı. Kahvehaneci elinde iki taze tavşan kanıyla geldi ve "Akif bey, Elif hanım, buyrunuz, ateşli ateşli tartışıyorsunuz yine, gören de iki aşık kavga ediyor zanneder!" dedi.

Akif kahvehanecinin tepsisinden bardağı hışımla kaptı. Elif ise kızarmış yüzünü nasıl saklayacağını dert ederken kahvehaneci devam etti.

"Kusura bakmayın, kulak kabarttım. Siz gençler bilmezsiniz. Kemal Paşa bizi nasıl etkilemişti. Ben hem Gelibolundaydım hemde Sakarya'daydım. 13. gün akşamı iki taraf da mahvolmuştu. Paşalar hep beraber cepheye gelmişlerdi, zirvelerin ötesine bakıyordu. Ben de hemen orada yanlarındaydım bir şans. Aralarında ordunun ne kadar yorgun olduğunu, Yunanlı pes etmezse kaybedeceğimizi konuşuyorlardı ki Kemal Paşa sinirlendi, eline bir tüfek kapıp zirvenin tepesine kadar çıktı. Etraftan vızır vızır mermiler uçuşuyordu. Kemal Paşa ölümsüzlüğüne inanıyordu. Gelibolu'da gavurlarla mücacelemizde de aynısını yapardı, hepimizin yüregine güç katardı. Ancak şans işte. Elindeki tüfekle tek tek nişan alırken birden bir mermi kafasının yarısını uçurdu ve zirvenin üstüne öylece düştü. Bütün ordunun gücü o an gitti. Hepimiz olduğumuz yerde kaldık. Yavaş yavaş haber cephe boyunca yayıldı. Anafartalar'ın galibi Mustafa Kemal Paşa gitmişti."

Saşkın kalan Arif ağzı açık kahvehaneciye bakıyordu. Kahvehaneci nerde olduğunu bilmez gibi elini uzatıp  Arif'in elindeki sigarayı aldı ve derin bir nefes çekti.

"Orda, o an bir millet öldü çocuklar. Hayallerimiz, ümitlerimiz, hepsi Kemal Paşa ile o zirvede kaldı. İsmet Paşa iyi bir asker olsa da Kemal Paşa gibi bir lider değildir, resmi tarihe inanmayın. Tek bir cephe  savaşını bile kazanamıştır. İnönü'de Yunan pes etmeseydi biz bitmiştik. O zamandır ne yaptık? Hain Padişah  hala İstanbul'da, gavurlar ülkenin yarısını işgal etmiş. 14 yıldır biz de her gün Yunanlıyla savaşıyoruz, İngiliz uçakları bizi zehirleyecek diye korkuyoruz. Yaktı bizi İsmet Paşa..."

Kendini ilk toparlayan Elif oldu.

"Hain! Alçak! Nasıl Milli Şef hakkında böyle konuşursun?"

Kahvehaneci de utandı, yüzünü yere dönüp "Umarım bir gün mücadelemizde başarılı oluruz, gençler, bunlar sizin tasanız artık" diyerek ocağının yanına gitti, omuzları çökük bir şekilde.

Akif ve Elif bir süre seslerini çıkartmadan oturdular, yaşadıkları günleri ve alternatifleri düşünerek. Aniden dışarıdaki bulutlar açıldı ve kahvehanenin içi güneş ışıklarıyla doldu.

Akif, Elif'e dönerek "Biraz yürümek ister misiniz Elif hanım?" diye sordu. Elif başını sallayınca ayağa kalkıp dışarı çıktılar.

Ağaçların arasından sokaklarda manasızca dolaşırken üstlerinden bir grup jet büyük bir patırtı ile geçti. Akif, Elif'e dönerek konuşmaya başladı.

"Belki haklısınız Elif hanım. Sakarya 1921 yazındaydı. Aradan sadece 14 yıl geçti. 1935 yılındayız. Belki ben fazla attım yazarken. Benim hayalimdeki dünyada 1935 yılında Mustafa Kemal hala başımızda. Jet uçakmış neymiş, hiç bir şey yok."

Aniden bir gümbürtü duydular, başları doğuya cevrildi. Kırıkkale yönünden batıya doğru üzerlerinden geçen beyaz ize baktılar. Elif cevap verdi Akif'e:

"Emin değilim Akif efendi, belki siz haklısınız. Belki daha güzel olurdu, barış içerisinde bir dünya. Alman fon Braun efendi ile Yoldaş Korolyev belki beraberce İngilizlere karşı Anadolu'da çalışmazdı. Belki dünyanın barış dolu olduğu bir zaman içerisinde amaçları fezaya erişmek olurdu, belki bu zamana Ay'da bizim yaşadığımız dünyayı konuşurduk."
"Ah ah Elif hanım, sizin hayal gücünüz benimkinden zengin!"


Dipnot: İlk laf Kansu'nundur, bisürü tenkyu!

Cumartesi, Eylül 25, 2010

CESET DUVARLARI


Fahri Coşkun
Kentkitap 2009


Bir genç kızı tıkanmış yazgısından kurtarmak için yaşadıkları modern dünyadan gizemli ve ölümcül bir ormana ansızın çekilen dört adamın öyküsü.

Kitabı tek bir tümceyle özetlemek yeterli gibi görünüyor çünkü kitap yetersizliklerle dolu.

Sayısız bozuk anlatımlar, yetersiz zarflar ortalığı doldurmuş. Sözlük uzak kaldığından herhalde bir kaç hatalı kullanım da var. Hemen şöyle bir örnek cümle kurup göstereyim, “Önlerindeki patika yolundan yürüyüp dağlarında arasında önce daralıp sonra genişleyen bir kalyona çıktılar”, gibi.

Karakterler yavan. Görsel bir doluluk verme uğruna neredeyse karakterlerin her adımı tasvir edilmiş. Okuyucuya araları dolduracak bir şey pek kalmamış.

Kitabın bir iyi yanı sonuydu. Bir zamanlar yazdığım bir öyküyü anımsattığı için hoşuma gitti.

Kitabın bir diğer sorunu da arka kapak yazısı. Bir yerinde şöyle diyor: “... dilin sınırlarını zorlamadan derdini anlatmanın yolunu seçiyor.” Keşke diğer yolu seçip dilin sınırlarını zorlasaydı. O zaman kurgu eksiklerine karşın hiç değilse kullanılan dil olarak çarpıcı bir eser okumuş olurduk.

Tanıtımın sonuysa şöyle: “Türk fantastik romanının yönünü belirlemeye [...] şimdiden aday görünüyor.” Böylesine zayıf bir kurgu ve olay örgüsüyle, havada asılı karakterlerle, neden olduğu belli olmayan olaylarla herhangi bir yön belirleyici özellik taşımıyor.

Arka kapak yazısı bir tek bu kitabın soruna değil. Genel olarak arka kapak yazıları kitapların içeriğini yansıtmakta oldukça başarısızlar. Kitabı çevirip arkasına baktığımda, kitabın içerisinden yazarın ya da başka birinin şiirsel bulup alıntıladığı bir iki paragrafı okumak yerine doğrudan eserin içeriğini yansıtan bir bilgi almayı tercih ederim. Kaldı ki alıntılar kitabın genel konusuyla ilgili çoğunlukla yanıltıcı bilgi veriyorlar. Çünkü bu, koca eserdeki bir küçücük anı bütün kitaba mal etmek oluyor. Ayrıca alıntı ne kadar güzel yazılmış olursa olsun, eserin kurgusu ve kalanın güzelliği hakkında zerre kadar ipucu vermiyor. Okuyucunu ağzının suyunu kaçırmaktan öteye gitmiyor.

Uzun lafın kısası, biri iki ayrık, elle tutulur fikir içermesi dışında ne yazık ki vasadın altında bir eser.

Cuma, Eylül 24, 2010

E-kitaplar ve pazar payı.

Slashdot'a göre e-kitapların pazar payı sadece %6'ya ulaşmış.

Manyak mısınız millet. Niye almıyonuz? :)

Amazon ise bir iddaya göre her sattığı 100 ciltli kitaba karşın 180 tane e-kitap satmakta, öte yandan ince ciltileri göz önüne alırsak oran üçte birden aşağıya düşmekte.

Öte yandan yine bu bence büyük bir başarı. Daha birkaç sene önce yayınevleri tarafından ciddiye alınmayan e-kitaplar artık ele alınır bir oranda satıyor. Bu gün havuz kenarına giderken elimde ince ciltli bir kitaplaydım, sonrasında güneş altında tembellik yaparken elimde Sony Reader'im vardı. Su geçirmeyen modelleri bir çıksın, küvette bile okurum!

(Evek, Datça'da deniz kenarı saadeti yapmama rağmen e-kitap olayını takip etmekteyim hevesle!)

Şu güne kadar Palm PDA'dan tut Blackberry'ye kadar bi sürü yerde e-kitap okudum. En favorim yine de  Sony Reader ancak iPad gibi olayların etkisini unutmuyorum.

Siz ne diyorsunuz? Henüz bir şey almadınız mı yoksa bir yerden başladınız mı e-kitap olayına?

Perşembe, Eylül 16, 2010

Hitit Güneşi Epizort 39! Eralp, Hakan, geyikler!



Eralp ve Hakan bi araya geldi, gerisi gelemedi! Ama çenemiz yine de düşüktü!

  • Up
  • Flushed
  • The Tale of Desperaux
  • Kung Fu Panda
  • Wallace and Gromit
  • Charles Stross: The Fuller Momerandum ve The Atrocity Archives
  • Yeni Ebook okuyucular

MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

Bu da yeni deneme:

Cumartesi, Eylül 11, 2010

Fırsatları Ayarlama Enstitüsü

Zayi İrdal iğneleri yere düşürmemek üzere tasarlanmış sıralı kutular silsilesi Ankaray’da bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken, öte yandan fısıldarının ayarlarını düzeltmeye çalışıyordu. Ortama yapılan gümbür gümbür yayın bir taraftan da fısıldarlara erişiyordu. Pek kıymetli halkın gündemden uzak kalmaması için büyük bir titizlikle verilen bu hizmet, kamusal alan sayılan Ankaray’da fısıldarların ayarlarını değiştirme hakkı demekti. Aynı sloganlar her yerdeydi. “Gündem Masası, size mi düştü elalemin tasası? Kaçırmayın kazancı, işte Cemal Ayarcı!” Her görüntüde, her fısıldarda aynı adam vardı. Mesai saatlerinde Kuantum Loto ve biricik sunucusu Hülya Kübra’ya erişim ne yazık ki yoktu.

Fısıldarın ayarlarını düzeltse de bu sefer kalabalıkta ite kaka kendine yer açıp canlanan 4B reklamlar vardı. Her fırsatta yolcuların türlü şirinliklerle dikkatlerini çekip haber özetlerini ve haberle ilgili ürünlerini tanıtıyorlardı. Pek mühim yolcuların haberleri, daha da önemlisi reklamları mümkün olan her fırsatta izlemeleri için tasarlanmış sistemden kaçış yoktu.

İş mülakatına gidiyordu. Mezun olduğundan beri sayısız işe başvurmuş, mülakata girmişti. Ehlivukuf bir işsizdi. Hangi işlere başvurmamalı, mülakatta neler söylememeli gibi konularda tam bir uzmandı. Şirketler tuvalet kağıtlarını dolduracak kadar uzun özgeçmişler istiyorlardı. Şartlar ağır ama işe alınma ihtimali kabul edilebilir düzeydi. Kamu ise hayaldi. İşe alınacak “uygun kişi” hep belliydi. Yine de bugün bir kamu mülakatına gidiyordu. Annesi onun yerine başvurmuş, sıkı sıkıya öğütlemişti.

“Devlet kapısı demek hayatının kurtulması demek. Garanti iş, garanti aş. İşsize kız da vermezler, açıkta kalıverirsin. Dünya gözüyle seni işe sokup bir de evlendirsem başka bir şey istemem.”

Evden çıkarken giderek anneleşmişti.

“Sakın kendini kovdurma emi!”
“Anne işe alınmadan nasıl kovulabilirim?”
“Sözümü dinle sen. Amirlerine saygıda kusur etme. Sahip çık işine. Kovulma.”
“Anne sonuç belli, işe alacaklar veyahut almayacaklar. Yok ötesi.”
“Olsun oğluşum, hiç belli olmaz. Kulağına küpe olsun.”
“Anne lütfen!”

Tam ortama alışmışken Ankaray İdaresince görülen lüzum üzerine tekrar ayarlanan fısıldarlar, kullanıcılarının elinde olmayan nedenlerle Kamu Kanalına bağlanıp saatin Gündem Masası saati olduğunu ilan ettiler. Ankaray’ın başında, sonunda, ortasında Cemal Ayarcı bedenlenerek yolcuları selamladı.

“Amerika’dan dört nala gelen, arada Avrupa’yı sallayan fırsatlar ülkemize bugün saat 11.05’de ulaşacak. Derhal yazınız, tekrar etmeyeceğim. Kilit ürünler keten pantolon, yapışmaz tava ve oto lastiği. Ürünlerden en az beş, ortalamada ise sekiz adet alınması sizi, ülkemizi, yani cümlemizi ihya edecek. Evet! Tam bir fırsat. Gerisi teferruat.

Geçen hafta Gündem Masasının önerilerine uyarak Ahşap Masa, Pastörize Yumurta ve Sac Levha alanlar kazandı. Fırsatları Ayarlama Enstitüsünün açıkladığı raporlara göre kar oranları %523’den başlıyor. Haberlerin şahı, Cemal Ayarcı! İyi günler diler.”

Zayi Yeni Bakanlıklar durağından çıkacakken fısıldarı fısıldadı.

“Kısmet Cihazı”

Kaderle, kısmetle arası iyi değildi. Yine de fısıldarın öğüdüne uyarak kedi resimlerinin altında kocaman “Gerçekleşmeyene kadar her şey mümkündür!” yazan cihaza barkodunu okuttu. Birkaç saniye öncesine kadar reklamların harman olduğu camda bir kelime ve bir sayı belirdi. “Mkim 3033” Zayi sabır ve saflık arasında bir noktada falını beklemeye devam etti. Ekrana gelecek kehanetin umuduyla fakir karnını doyurdu. Geçte olsa hakikati anlayınca okkalı bir küfür salladı.

“Elaleme destan yazar, bana gelince küfür sayar. Lanet olası silikon bazlı kuantum yaşam formu.”

Durağın iradesini durarak gösteren yürüyen merdivenlerini geçip eski nostaljik merdivenlerden çıkarken yükselen bakanlık gökdelenlerine baktı. Hepsi devletin, iktidarın gücünü ve ihtişamını dışa vurmak, göğü delerek fezaya ulaşmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Güneş bu metal ve beton ormanından aşağıya sızamıyordu.

“Ara Sokak No:3 Yeni Bakanlıklar" Sahip olduğu ucuz, işsiz model fısıldar ancak adresi fısıldayabilir, mevcut noktadan hedefine ulaşmasını sağlayacak ve bu sırada en karlı alışveriş olanakları sağlayacak yolu ballandıra ballandıra anlatamazdı. Bırakınız üç boyutlu bir tasviri, basit iki boyutlu yol göstericiden bile mahrumdu. İşsizliğin göz kör olsun.

Etrafındaki sokakları süzdü. Sokağın ismine yaraşır bir ara sokak aradı. Binaların yanında sokaklar önemsiz, sönük kalıyordu. Her binanın girişinde albenili görüntüler ait olduğu bakanlığın ismini ve bittabi halka yol gösteren reklamları sergiliyordu. Görüntüler akıyordu. Bakanlığın kuruluşu, bakanlığın başarıları, bakanlığın önemi derken Bakan Efendinin kendisi işgal ediyordu camı. Bakan Efendi toplantı halinde, Bakan Efendi açılışta, Bakan Efendi kapanışta, Bakan Efendi Başefendiyle, Bakan Efendi orada, Bakan Efendi burada. Her bakanlığın görüntüleri diğeri ile kıyasıya bir rekabet halinde, daha canlı görüntüleri silah yapmış, değişik ve can alıcı sloganları mermi etmiş birbirleriyle çatışıyordu. Kapışmanın ortasında ise kara takımlı bürokratikler kendilerinden emin, etrafta olan bitene ilgisiz meşhur ifadeleriyle her ne işleri var ise, onlara yetişmek için hızlı ama vakur adımlarla koşturuyorlardı.

Fısıldar görüşme saatinin yaklaştığını fısıldamaktan yorulup titremeye başlayınca Zayi adresi bulmak için sadece on dakikası kaldığını fark etti. Bürokratiklere sormak ihtimal dahilinde olmadığı için elindeki son çareye başvurdu. Gözüne kestirdiği ara sokaklara baktı. Hesapladı. Saydı. Okulda ona öğretilen tümevarım, tümdengelim, türlüsü işe yaramayınca en işe yararına kullandı. "ya ondadır ya bunda, helvacının kı-zın-da!" İlla ki bu sokak olmalıydı. "İşte talihli sokak. Ya kısmetimde ya kuantumda, Kübra’nın ku-ca-ğın-da!" derken buldu kendini. Bugünlerde fazlasıyla Kuantum Loto seyrediyordu. Geçenlerde Kübra onu rüyasında ziyaret etmiş, hülyalardan hülyalara koşturmuştu. Şeytan kulağına kurşun, sakin kalmalıydı. Önünde koskoca bir mülakat vardı.

Seçtiği ilk ve sonra seçtiği eser miktarda sokaklardaki üç numaralı binalara girdi. Cümlesinden görevli koruma bürokratiği tarafından çeşitli şekillerde kapı önüne konuldu. Kazara adresi bulduğunda mülakat saati gelmiş, utanmadan geçmeye bile başlamıştı. Sokak, ismini arada olmasından değil, bulmak için insanların onu aramak zorunda olmasından almış olmalıydı.

Gündem Bakanlığı, İnsan Kaynakları Müdürlüğü, 42 Nolu Ek Kamu Hizmet Binası camda gururla parlıyordu. Zayi aceleyle içeri girdi ve ilk gördüğü insan evladının yakasına panikle sarılıp sordu:

"Mülakata geldim ama çok geç kaldım, ne yapacağım? Gerçekten benim hatam değildi."

Elinde parça hızlandırıcılı yer, cam, tavan, kapı ve de köşe silme zımbırtısının naylon kaplanmış uzaktan kumandasını sadece tutan ama kullanmayan adam Zayi'yi itti. Üzerine giymiş olduğu kara, düğmesiz tulumu tiksinti ile düzeltti. Kendinden emin bir ifade ile "Tek düğme beş yıldan başlar hemşerim. Boru değil." diyerek aralarındaki statü farkının altını açıkça, herhangi bir tereddüde yer bırakmaksızın çizdikten sonra babacan bir sevecenlikle yolu tarif etti.

Binanın üçüncü katındaki bekleme salonuna ulaştığında kan ter içerisinde kalmıştı. Kravatı görev yerini terk eylemiş, gömleği ise isyankar bir tutum içerisinde pantolonunun boyunduruğundan kurtarmıştı kendini. Üstüne üstlük katta yer gök kapı idi. Zihnindeki kısıtlı sayıdaki gri hücreyi adresi aramak için tükettiğinden uzayan tepki süresiyle gözünün önünde tren olarak şekillenen kapılara bakakaldı. Bu sırada kapılardan birisi açıldı. Koyu renk dar tayyörü, yüksek topuklu ayakkabıları, kalın çerçeveli dijital gözlükleri, elinde son üretim fısıldarıyla bir kadın çıktı. Aşağılayıcı bakışlarıyla Zayi’yi sadece birkaç salise süzdükten sonra bas bariton sesi ile ona hükmetti: “Gir içeri aday!”

Zayi kadının iktidarı karşısında ezilerek, adeta sürünerek odaya girdi. Mülakat denen durum genel kabul görmüş hali ile bir seçici zümrenin kişiye seçici sorular silsilesi yöneltmesidir. Soruların çap ve ebatları değişiktir. Yer yer acımasız, çoğunlukla yargılar bir ortamda geçer. Zümre kibar ise “zorlandık ama sonunda karar verdik” mesajını vermek için işi uzun tutar. Kısa sürenlerde verilen mesaj basittir. “İkile!” Zayi hiçbir mülakatta başarılı olamadığı için işe alınacağı zaman ne yaptıkları hakkında hiç bir fikri yoktu. Bu nedenle o andan sonra yaşananları algılayamadı.

“Otur ve adını söyle.”
“Zayi İrdal. Babam Ziya koymak istemiş ama aval nüfus memuru Zayi yazmış. Kısmet işte. Gül gibi isim adım misali zayi ol…”
“Kısa kes! Ben Mülakat Masasından Kıdemli Sorgu Memuresi, Mahmude Sorangöz.

Aday: Zayi İrdal.
Okuldan yeni mezun.
Ailesinin en küçük mahdumu.
Baba: Emekli.
Anne: Ev kadını.
Okul: Kamu yönetimi.
Zeka: Vasat.
Siyasi eğilim: Kararsız.
Adli sicil: Temiz.
Derecelendirme: Genel H-, özel A+.

Söyle bakalım Zayi İrdal bu iş için seni öneren herhangi bir memur, yüksek makamlardan birini işgal eden bir akraba, tanıdık veyahut benzeri mühim bir zat var mıdır?”

Derin ve anlamlı bir sessizliği acı bir cevap takip etti:

“Ne yazık ki tanımam. Ama yan koşumuz Minare Hanımın rahmetli beyinin …”
“Kafi! Çık ve dışarıda bekle.”
“Ez beni, kır benliğimi, esir eyle ruhumu. Al beni!” diye haykırmak istedi Zayi. Gece gördüğü rüyalar tekrar dikkatini dağıtmıştı. Mahmude Hanım dolgun hatları ve tartışmasız iktidarıyla cezbediyordu. Kendini toplayıp belki yararı olur umuduyla kafasını mahzunca eğerek odayı terk etti.

Bekleme salonu olarak tanımlanan mekanda tek bir koltuk, tabure ya da oturma işlevini destekleyecek nesne yoktu. Ayakta beklemeye başladı. Ancak geçen zaman içerisinde beklemenin verdiği dayanılmaz bıkkınlığı bacakları kaldıramayınca merdivenlere oturmaya yeltendi. Ne vakit ve nasıl olay mahalline duhul ettiği belli olamayan Hizmetli Bürokratiğin “O merdivenleri işgal etmek kaç yıldan başlıyor, haberin var mı hemşerim?” cümlesi yüzünde patladı. Yetmedi yankılandı duvardan sekti tekrar patladı.

Bacaklarını kopmuş, ayaklarını ise hiç var olmamış hissetmeye yetecek kadar süre geçince kapıda sorgu memuresi gözüktü. Olabilecek bütün sevecenliği ile konuştu.

“Aday Zayi İrdal sen misin?”
“Hatırlamıyor musunuz? Mülakatta idiniz ...”
“Cevap ver aday!”
“Evet”
“Sonuçlar için evrakını beşinci kata çıkar.”

Beşinci katta üçüncü katın tam tersine kapılardan imtina edilmişti. Açık bir ofis olarak düzenlenmiş, dalga dalga, birbirini destekleyen siperler misali masalar kullanılmıştı. İlk ve onu takip eden eser sayıdaki masayı işgal eden Bürokratiklerin yakın ilgisizlikleri sonucunda ulaştığı masadaki nur yüzlü Bürokratik işlemlerine elinden geldiğince hızlı başladı. Sayısız 4B reklam arası, çay molası ve yan masalar ile girişilen sohbet partilerinin sonucunda işlemler neredeyse tamamlanarak Zayi sekizinci kattaki amire sevk edildi.

Odasına girdiği Amir Bürokratik ise diğerlerinden farklı olarak onla konuştu. Ne kadar tek taraflı olsa da içi bir an mutlulukla doldu. Sadece bir an.

“Bilir misin neden kamu bu çağda halen kağıt kullanır? Bu kamunun gücüdür. Tüm imkanlara karşılık işleri halen kağıt üzerinden sürdürebilme gücü. Bunu tasavvur etmeye çalış. Dönmekte inat eden arzı durdurmakla eş değer bir kudretidir.”
“…”

Evrakı imzalayıp, kaşeleyip, mühürleyerek düğümledikten sonra Zayi’yi defetti. Böylece katların tavafını tamamlayarak üçüncü kata dönebildi. Katta Mahmude Hanımı görünce Zayi’nin yüzü aydınlandı.

“Sen aday Zayi İrdal mısın?”
“Biraz önce bana evrakı ...”
“Cevap ver aday!”
“Evet”
“Evrak!”

Mahmude Hanım uzun uzun evraka baktı.

“Zayi İrdal?”
“Ama?”
“Cevap ver! Sen artık bir memursun. Memur emir alan kişi demektir. Burada ve dışarıda, soruları sadece ve sadece ben sorarım Zayi İrdal. Niye? Ben Mülakat Masasından Kıdemli Sorgu Memuresi, Mahmude Sorangöz’üm! Tevellütün nedir ki benimle böylesi doğrudan bir münasebete giriyorsun. Kıdem yok, tecrübe ekside, zeka ise yerlerde. Haddini bil memur!”

Zayi’nin vücudundaki kaslar aynı anda, tek başlarına ve cümleten titrediler. Emir almaya, hükmedilmeye, memuriyete aç benliği “Yerle yeksan et beni. Ufala beni. Sahip ol bana!” diyerek haykırırken, beynindeki şimdilik hasarsız, az sayıdaki ufak gri hücrelerin birbirlerine ilettikleri elektrik sinyalleri Zayi’nin yüzüne boş ve anlamsız bir ifade olarak yansıdı. Sorgu memuresi sonuçtan memnun devam etti:

“Mühim Krizleri İkame Memuru olarak Gündem Bakanlığı, Fırsatları Ayarlama Enstitüsü’ne asaleten atandın. Fısıldarına gerekli talimatlar yüklendi. Yarın gel, işe başla. Takım elbiseni unutma. Koyu renkli. Tercihen siyah. İçerisine beyaz gömlek. Kravatı da unutma. Koyu renkli. Tercihen siyah. Sicilin 3033. Sakın geç kalma memur!”

Zayi bu mutlu haberden dolayı mutluluktan memureyi öpmek ile iktidarı karşısında ayaklarına kapanmak arasında kalıp tereddüde düşünce herhangi bir icraat gerçekleştiremedi. Sonuçta taze kapanmış kapıya bakakaldı.

Yaşanan gariplikleri idrak edemeyecek kadar mutlu ve bir o kadar da toy olan Zayi’nin Ankaraya binip eve gitmesi, sevinçli haberi vermesi ile annesinin onu takım elbise (tercihen siyah) ve gömlek (tercihen beyaz) alışverişine götürmesi uzay zaman düzleminde hemen hemen aynı noktaya isabet etti.

Uyumakta zorlanarak canlı ve banttan, üç ve dört boyutlu, defalarca Hülya Kübra ile Kuantum Loto eşliğinde geçen gece, sabaha dönerken kendine geldi Zayi. Acele bir tıraş, ne tüketildiği hatırlanmayan ancak okunmuş su ve pirinç ile taçlandırılan kahvaltı ardından törenle ana evini terk ettiğinde artık Yeni Bakanlıklar semtinin bir sakini idi.

Ne Ankaray’ın kalabalığı ne de fısıldarına defalarca tecavüz etmeye çalışan Ankaray idaresi umurunda değildi. Ne de olsa o artık bir Mühim Krizleri İkame Memuru idi. Pek afili pek anlaşılmaz bir unvanı vardı. Ne iş yapacağını çok merak ediyordu. Herkesin imrendiği Fırsatları Ayarlama Enstitüsünde çalışacaktı. Mahallede herkes onu tanıyacak ona hürmet gösterecekti. İlk fırsatta evlenmeliydi.

Birden her yere konuşlanmış 4B reklamlar kendi görüntüsü ile bedenlendi. Aynı anda fısıldarı Kamu Kanalına geçerek yayına başladı. Cemal Ayarcı’nın sesi tüm Ankaray’ı doldurdu. Hüzünlü ve bezgin konuşuyordu.

“Pek muhterem efendiler. Dün ülkemize gelen fırsat ne yazık ki şu anda gördüğünüz zat tarafından yapılan hatalı hesaplamalar neticesinde zayi olmuş olup, satın aldığınız ürünlere rağmen fırsatlar ülkemizi teğet bile geçmemiştir. Ülkece kaybımız yüksektir. Ancak Gündem Masası ve Fırsatları Ayarlama Enstitüsü ulvi görevi gereği içi kan ağlayarak da olsa evladı olan MKİM 3033 Zayi İrdal hakkında yasal işlemleri başlatmış olup, memuriyetle ilişiği kesilmiştir. Lütfen yaptığı bu hataya rağmen bedbaht Zayi İrdal’ı hor görmeyiniz. Saygılarımla arz ederim.”

Birden sesi canlandı. Eski neşesi yerine geldi.

“Yeni fırsatların eli kulağında. Unutmayın konu fırsat ise gerisi teferruattır. Bizi izlemeye devam edin. Az sonra bugüne özel Kuantum Loto ile Hülya Kübra.”

Pazar, Eylül 05, 2010

Hugo 2010!

Charlie Stross ödül aldı! Eyooo!

Başka süprizlerden birisi Fred Pohl dedenin en iyi fan yazar ödülü (tabii blogunu takip eden biri olarak ben bile şaşırdım). Fanzin ödülünün de eskiden beri hastası olduğum Starship Sofa Podcastının kazanmış olması da ayrıca bir hoşuma gitti. Afferin Tony kardaş!


En iyi kısayı kazanan hikayeyi ben hiç beğenmemiştim Escape Pod'dan dinlediğimde ya neyse.

  • Best Novel: TIE: The City & The City, China Miéville (Del Rey; Macmillan UK); The Windup Girl, Paolo Bacigalupi (Night Shade)
  • Best Novella: “Palimpsest”, Charles Stross (Wireless; Ace, Orbit)
  • Best Novelette: “The Island”, Peter Watts (The New Space Opera 2; Eos)
  • Best Short Story: “Bridesicle”, Will McIntosh (Asimov’s 1/09)
  • Best Related Book: This is Me, Jack Vance! (Or, More Properly, This is “I”), Jack Vance (Subterranean)
  • Best Graphic Story: Girl Genius, Volume 9: Agatha Heterodyne and the Heirs of the Storm Written by Kaja and Phil Foglio; Art by Phil Foglio; Colours by Cheyenne Wright (Airship Entertainment)
  • Best Dramatic Presentation, Long Form: Moon Screenplay by Nathan Parker; Story by Duncan Jones; Directed by Duncan Jones (Liberty Films)
  • Best Dramatic Presentation, Short Form: Doctor Who: “The Waters of Mars” Written by Russell T Davies & Phil Ford; Directed by Graeme Harper (BBC Wales)
  • Best Editor Short Form: Patrick Nielsen Hayden
  • Best Editor Long Form: Ellen Datlow
  • Best Professional Artist: Shaun Tan
  • Best Semiprozine: Clarkesworld edited by Neil Clarke, Sean Wallace, & Cheryl Morgan
  • Best Fan Writer: Frederik Pohl
  • Best Fanzine: StarShipSofa edited by Tony C. Smith
  • Best Fan Artist: Brad W. Foster
Başka diyeceklerim de var.
Patrick Nielsen Hayden muhtelemen dönemimizin en önemli editörlerinden. Şu anda başarılı olan genç yazarların büyük bir kısmının editörü olmakla birlikte Ebooks olayındaki fikirleri dikkate değer. Başka kazananlardan birisi olan Girl Genius çok sevdiğin olaylardan birisiydi, Steampunk ve fantazi karışımı süper eğlenceli bir olay.

Tabii ki Moon'un en iyi film ödülünü kazanmış olması da ayrı bir olay bence. Bu filmin ne kadar iyi olduğunun bir kanıtı daha. İzlemeyen kalmasın.

    Pazar, Ağustos 29, 2010

    Simurg

    İşte yeni sabah. Bir kez daha gün doğuyor. Yeni bir gün. Yeni bir çatışma, kavga, savaş. Ufak dairemin, derme çatma penceresinden içeri ağır ağır akıyor güneş. Sıcak kollarına beni alıp, odamı ısıtması tedirgin ediyor beni. Karnımda bir yumru büyüyor. Herkes mutlu, heyecanlı, hevesli iken ben daha ilk dakikadan yılıyorum. Biliyorum ki bugün de etimin dayanılmaz lezzeti için bekleyenler var. Bitip tükenmez açlıklarını dindirmek için körpe etlerimi kemiklerimden ayırıp meze edecekler. Bir an bile tereddüt etmeden saldıracak boş bedenli Simurg’un evlatları. Ben ise her gün bir kez daha başlayan bu işkenceye kendi ayaklarımla kuzu kuzu gideceğim. Bayramda başına geleceği bilen ama bir kez bile direnmeyen kurbanlık koyun gibi. Onlar ise orada olacaklar. Ben daha gitmeden pusuya yatmış, benden öncekinin kalanlarını dişlerinin arasından temizlerken beni düşleyerek bekleyecekler


    Neredeyse on yıl oldu gavur ellerden döneli. Onca okul, ders, disiplinden sonra ver elini anavatan. Ancak döndüğümden beri farklı gibi. Sanki üvey olmuş, ben güvey gelmişim gibi. Eskisi gibi kollarına alıp şefkati, sevgisi ile sarıp sarmalamıyor. Aksine gittikçe artan bir şiddetle her yeni günde dövüyor, sövüyor. Ayrı yoruyor, ayrı hırpalıyor. Etraf yabancı gibi. Herkes ecnebi diyarlardaki ecnebilerden daha yabani, daha gavur. Bense daha bir yabancı, daha bir tek başımayım. Orada olduğumdan daha bir oryantal, daha bir Osmanlıyım. Hiç dönmemiş gibi halen gurbette gibiyim.


    Peder Bey derdi “hayat gailesi her yerde yorar, bu şehir ise yer, bitirir adamı.” Haklıydı herhalde. Kim bilir? Belki de ben haklı olmasını istiyorum. Zayıflığımın üstünü örtmek için babamın başarısızlıklarını kullanıyorum. İşime geliyor koskoca Paşa Babamın bile bu yedi başlı canavar ile başa çıkamamış olması. O, beni gizliyor. Beni mazur gösteriyor. Halen Peder Beyi kullanıyorum, halbuki O öte tarafa geçeli yıllar oldu. Bencil adamdı vesselam. Beni gözünü kırpmadan sırf O rahat etsin diye başından atmış, ilim, irfan, fen okuyayım bahanesi ile küffar eline vermişti. Vaktini doldurunca da öte tarafa tek başına gitmemiş validemi yanına katmıştı. Bir taşla iki kuşu vurmuştu.


    Defnettiklerinde halen okuldaydım. Vefat haberi bana ulaştığında her şey olup bitmişti. Peder Beyin mallarını bir çırpıda afiyetle yemişlerdi. İstanbul’a döndüğümde mal, mülk, han, hamam ne varsa kamuya geçmişti. Güya Peder Bey yedirmemiş yemiş, içirmemiş içmiş, çalmış, çırpmış. Kapımızın önünde yatanlar, kuyruk sallamaktan bitap düşenler en önde, en güçlü bağırıyorlardı “hırsız, günahkar, cehennem çırası” diye. Günahı Onun boynuna şu yaşıma geldim halen anlamadım bu Devleti Aliye’nin işlerini. Anlamam da pek mümkün gözükmüyor.


    Alamanyada Ingenieurschule Für Dampfmaschine’i bitirip temelli İstanbul’a dönünce anladım bir başıma kaldığımı. Gerçekler o zaman çarptılar. Ne anam, babam, ne bir dost, ne de bir soran vardı. Çocukluğumun geçtiği köşk, bahçesinde koşturduğum yalı yoktu. Peder Beye kırmızı kadife keselerde gelen çil çil mecidiye suretinde iltifatlar da yoktu. Bir tek Valide Hanımdan kalan bu daire. Yalnızlığımı benle paylaşan bu eski, yıkık daire. Benim şimdiki mahpushanem.


    Paşa Babamı bilip de bana acıdıklarından mı, yoksa Alamanyalarda mühendis çıktığımdan mı bilinmez beni Sanayi Nezaretinde kaleme aldılar. Kalem dediysek kalem efendisi olduk sanmayın. Durup dinlemeden çalışıyorum. Ne de olsa bizim borcumuz Padişah Efendimize, bu koca İmparatorluğa. Bir kaleme, bir Tersane-i Amirhaneye, bir Tersane-i Havaiyeye koşturup duruyorum. Bir elimde çekiç, bir elimde kalem, kah hazarfen, kah amele oluyorum.

    Kalemde “Kalem Efendi” dedikleri okumuş, mürekkep yalamışlar beni bekliyor. Mürekkep yalamış dediysek sanmayın ki besinleri divittir. Onlar esasen ete tamah ederler. Kanlı, canlı, pembemsi insan etine. Bin bir ketenpere ile dişlerini Adem evladına geçirmenin hesaplarını yaparlar. Her gün bir parça, bir okka. Ne de olsa ecnebi sayılırım. Ucube, Ingenieur, Alaman yalaması, hırsızın evladı diyorlar arkamdan. Yüzüme gülüyorlar. Ama gözlerindeki açlık anlatıyor her şeyi. İhtiyaçları olduğu için gülüyorlar. Ben olmasam kim uğraşacak cihazlarla, kim peşinden koşacak hava gemilerinin. İşte bu yüzden gül yüzüne, vur beline. Yükle eşeğe yükleyebildiğin kadar. Ne de olsa onlar paşazade, kibarzade. Ben ise yetim, biçare.


    Kalemden tersanelere kaçınca da durum farklı değil. Amele taifesi de aynı soydan. Yek derdi pembe pembe et. Kendi aralarında anca dalaşıyorlar, hırlaşıyorlar. Benimkisi onlara kolay ve tatlı geliyor. Kalem Efendisi Eti diyorlar. Ne de tatlı, ne de körpedir. Isırdıkça sıcak kanı dolar ağzına. Lezzeti başını döndürür. Nice şaraptan daha tatlıdır. Barba Yorgi’de bile yoktur böylesi ile yarışacak şarap. Onlara önce et sonra işlerine gelince mühendisim. Kazan patlayınca, çarklar takılınca, piston durunca Mühendis Efendi, işler yoluna girince küffar, ecnebi, hırsızın dölü. Zaten eti kemiğe kadar sıyırıp geriye bir şey kalmayınca ilim beş para etmiyor.

    Bir de ilmiye taifesi var. Onlar daha beter, daha acımasız. Bir o kadar da korkak. Bilmedikleri onları ölesiye korkutuyor. Bu yüzden görmüşlükleri, bilmişlikleri yokken bile benim peşimdeler. Uzaktan salıyorlar tazılarını. Etimi isteseler de, gelip kendileri tatmıyorlar. Aracılar düzüyorlar. Diğerlerinin açlığına körüklüyorlar. Gavur icadı, iblis tohumunu saçıyormuşum Müslüman toprağına. Yatacak yerim yokmuş. Cehennemde şeytan kollarını açmış beni beklermiş. Tüm makineler, her ne olursa olsun şeytan icadıymış. Hepsinin buhar salması, ateşle çalışması bunun kanıtıymış. Daha neler neler.


    İşte yataktan kalkmak demek böylesi bir cendereye girmek demek. Ancak girmeden de yaşanmıyor. Hayat ateş pahası. Karnımı doyurmak, bir yere gelebilmek için daha çok çalışmak, kendini kanıtlamak gerek. Kalmadı aileden kimse. Yok sırtımı sıvazlayacak, etrafta bekleyen çakallara kışt diyecek bir büyüğümüz. Bunun için sıkı çalışmak gerek. Daha çok çalış ki etin daha bir lezzetli olsun. Peşine düşenlerin sayısı artsın. Onlardan kurtulmak, yerini sağlamlaştırmak için de yine çok çalışmak gerek. Böyle koşturuyor seni Simurg. Feleğin tekerine tıkmış seni. Çemberi çevirmeye tenezzül bile etmiyor. Sen varsın çünkü. Koştukça çeviriyorsun çemberi. Koşmak zorundasın düşmemek için. Koşmak zorundasın çünkü Simurg’un canı öyle çekiyor. Ta ki beyzadenin canı çekmeyene kadar.


    Belki de bu sabah yataktan kalkmamak lazım. Öylece uzanmak. Uzun uzun uyumak, dertleri, tasaları içeri sokmamak lazım. İçeri sadece güneş girmeli. Gelen yeni günün acılarını getirmemeli. Sadece içimi ısıtmalı. Bu yetime güç vermeli. Unutturmalı gelen günün derdini. Para sıkıntısını, kalemin efkarını, insanın açlığını, sokakları arşınlayanların yabanlığını dışarıda tutmalı. Baş düşmanım Simurg’u kovmalı.


    Bu sabah da kalkacağım. Ancak her şey farklı olacak bu sefer. Bu tuluatın bir parçası olmayacağım artık. Simurg’un tekerinden ineceğim. Dönmezse dönmesin. Karnım doymasın. Ana yadigarı daireyi de bırakıp, bana vatan diye dayattıkları bu toprakları, kuyruğumda ayrılmayan doymak bilmeyen yürüyen naaşları, yıkamadığın duvarları ardıma alıp yollara vuracağım kendimi.


    Yalan bana söylenenler. Boşunaymış bunca bekleme, özlem, hüzün. Meğer onca yıl gavur elinde yatıp, kalkıp, okula giderken gurbette değilmişim. Boşu boşuna beklemişim gurbetten dönmeyi. Hayal ettiğim şehir bir serapmış. Gerçek gavurlar hep yanı başımdaymış. Esas gurbet buradaymış.

    Cumartesi, Ağustos 14, 2010

    Hitit Güneşi Epizort 38! Ankara'dan!



    Ankara tayfamızın süper gecikmiş kaydı!

    Herkesin ayrı ayrı tatile gidiyor olması buluşup yeni kayıtlar yapmamızı biraz engellediğinden böyle oldu. Kaydı yapan Yigit'in de son derece meşgul olması, benim de iş yüküm birleşince böyle oldu.

    Umarız en kısa zamanda yeni kayıtlarla ve yazılarla burada olacağız.

    Perşembe, Ağustos 05, 2010

    Bibiiik Google Wave

    Google Wave olayında teslim bayrağını çekmiş.

    Hitit Güneşi geyikleri olarak podcast hazırlığında kullanmayı denedik bunu ama bir halta yaramadığına kanaat getirmiştik. Eralp RPG oynamak için ideal dese de o iş için de kullanamadık.

    Son derece bilim kurgusal bir teknoloji olsa da insanların böyle teknolojilerden pek hoşlanmadığını mı çıkartmak lazım emin değilim. Muhtemelen Google'in bir amaç bulamayan iyi teknolojilerinden birisi olarak hatırlanacak Google Wave.

    Bibiiik!

    Cumartesi, Temmuz 31, 2010

    Scalziiiii!!!

    Scalzi kardesimiz kitap yazmak icin Whatever bloguna ara veriyor ancak bir grup yazisini bedava ebook olarak dagitmakta. Hemen  gidip kapiniz!

    Pazartesi, Temmuz 26, 2010

    Hitit Güneşi Epizort 37! Book of Eli!



    Kansu, Kerem, Hakan, Eralp ve bi ara Mert oturup Book of Eli hakkinda geyiklerken... Bunu Hakan'in super salakligi yuzunden ikinci defa kaydetmek zorunda kaldik.



    MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

    Köşedeki RSS linklerini de podkast yazılımlarınızla kullanabilirsiniz.

    Cumartesi, Temmuz 10, 2010

    Hitit Güneşi Epizort 36! Cargo!



    Basar ve Hakan Londra'da, Kansu ve Kerem de Seattle'da izlediler ve beraberce geyiğini yaptık. Ayrıca Hakan Test Pilot Pirxa filminden bahsediyor.



    MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

    Köşedeki RSS linklerini de podkast yazılımlarınızla kullanabilirsiniz.

    Salı, Haziran 22, 2010

    Ware Dörtlemesi

    Rudy Rucker adlı arkadas Ware serisinde yazdığı 4 kitabı bir PDF veya RTF olarak indirmenize izin vermekte. Buradan indirebilirsiniz.

    İki Philip K. Dick ödülü kazanmış olmalarından bahsetsem belki ilginiz coşar.

    Haliyle ben indirir indirmez "başka neler alabiliriz bu adamdan" diyerekten Amazon yollarına çıktım. Bedava malın tüketime yolaçtığını tekrardan belirtesim geldi.

    Pazartesi, Haziran 21, 2010

    Hitit Gunesi - Epizort 35! London Scifi 9 Film festivali!

    Hakan ve Basar'in London Scifi maceralari.



    Emir, Kansu, Hakan ve Mert sizlerle...

    MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

    Köşedeki RSS linklerini de podkast yazılımlarınızla kullanabilirsiniz.

    Pazartesi, Haziran 14, 2010

    Şimdi haberler

    Kusura bakmayın, elimizde iki kayıt var, adam edip postalayamadık daha bi sürü sebepten dolayı. Yakında...

    Çarşamba, Haziran 09, 2010

    Scalzi'den ufak tefek çerezler - Nefret Dolu Mesajlarınız Değerlendirilecektir!

    Ben küçükken amcamlara veya halamlara gittiğimde bizimkilerde olmayan kitapları bulup okurdum. Bunların en eğlencelileri genelde Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü kitapları olurdu.

    Bu ikisinin hapisane ve Anadolu maceralarına çok gülerdim o yaşlarımda, şimdi hatırladıklarım hakkında düşününce 10-12 yaşında anlayabileceğimden daha derin olduklarını farkediyorum. Özellikle Aziz Nesin her darbede hapisaneye tıkılmış olsa da kısa makalelerinde ne güzel anlatırdı başından geçenleri.

    Herneyse, nerden nereye. Oturmuş John Scalzi'nin Your Hatemail Will be Graded kitabını okumaktayım. Scalzi benden sadece 5 yaş daha yaşlı, yani aşağı yukarı aynı dönemlerin adamlarıyız. Öte yandan arkadaş benden çok daha yetenekli ki şu günlerde Hitit Güneşi tayfası olarak favori yazarlarımızdan, adi dilimizden düşmüyo farketmişsinizdir(!).

    Scalzi bizim aramızda bilim kurgu yeteneği ile bilinse de geri kalan dünya kendisini kedisine jambon yapiştirip fotografını yüklemesiyle bilir. Haliyle anlayacağınız gibi son derece geyik bir arkadaş.



    Bu kitap, Whatever blogunda yıllardır yazıp döken Scalzi'nin seçme yazılarından oluşuyor ve son derece komik, eğlenceli ve her nedense bana Aziz Nesin'i hatırlattı. Scalzi'nin ne darbe macerası var, ne hapis ama başından geçenleri, fikirlerini ve o gün ne yazmayı değer bulduysa inandırıcı ve eğlenceli bir şekilde dile dökmeyi başarıyor.

    Aramızda en Scalzi manyağı bile "Bu kitap biraz gereksiz olur" diyordu, ben gidip aldım ve pişman değilim. Eger düzenli bir Whatever okuyucusu iseniz, Scalzi'nin kendisinin "bunlar iyi yazılar" dediği bir grubu okumak istiyorsanız öneririm. Yok para vermem diyorsaniz Whatever'de bütün bunlar zaten bedava sizleri bekliyor ama biraz araştırıp bulmanız gerekecek. Bir seferde oturup okunacak bir şey değil ama her gün birkaç sayfa okumadan edemiyorum.

    Her Scalzisever için öneririm.