Pazartesi, Şubat 26, 2007

VOYAGERS - Ben Bova

Dünyadaki uzaya dönük radyo alıcıları Jupiter civarından daha önce orada olmayan yeni bir sinyal alırlar. Bunun üzerine bütün hakim güçler ayağa kalkar. Amerikalılar uzay teleskobuyla elde ettikleri fotograflardan bunun sıradışı uçan bir cisimden geldiğini görürler. Aynı anda Sovyet Rusya gelen sinyalleri bir dilbilimciye çözdürmeye uğraşmaktadır.

Sinyallerin farklı bir uzay cisminden geldiğini belirleyen Keith Stoner, deniz kuvvetlerinin idaresindeki bir projeye zorla alınır ve kimisi kendisi gibi gönülsüz kimisi de gönüllü olan bir bilim adamı topluluğuyla Pasifik'teki bir gözlem istasyonuna gönderilirler. Aynı yere Amerika ve Sovyet Rusya arasındaki anlaşma gereği bir Rus heyet de gelir.

Gök cismiyle ilgili çalışmalar sürerken cisim Jupiter'in yörüngesindeki konumundan ayrılır ve dünyaya doğru gelmeye başlar. Bunun üzerine bir uzayda buluşma düşüncesi ortaya çıkar ve eski astronot Stoner buluşmanın gerçekleştirilmesi için kolları sıvar.

Kitap, uzaydan gelen bir misafir ya da tehdit karşısında soğuk savaş dönemi güçlerinin yaklaşımlarını üstünkörü bir tavırla anlatmaya uğraşmış. Her parametreyi göz önüne almış ama hepsini ucunu kifayetsiz düğümlerle bağlamış.

Öyküde geçen bir yığın karakter kitabı güçlendirmekten çok zayıflatmış. Her karakterin güçlü ve zayıf yanları kesin çizgilerle ayrıldığı için gerçekçilikten biraz taviz vermişler. Her birinde verilen bu taviz sonunda da bir çığa dönüşmüş. Kimler yok ki: astronom, tae-kwon-do üçüncü dan siyah kuşak sahibi, astronot eskisi Keith Stoner; astronot olmak isteyen, Stoner'a deli gibi aşık ama nasıl göstereceğini bilmeyen ve aşkı uğruna herşeyi(!) yapmaktan çekinmeyen genç ve güzel bir kadın, Jo Camerata; Rus dilbilimci, zampara Kiril Markov; Kiril'in KGB ajanı, suratsız, soğuk karısı Maria; Nobel ödülü sahibi bilim adamı, ancak uygunsuz cinsel eğilimleri ve alkol bağımlılığı yüzünden keşiş olmuş ve projede Vatikan'ı temsil eden Reynaud; uyuşturucu bağımlısı Hollandalı bir öğrenci; vaazlarıyla gönülleri fetheden ve uzaylıları kendi çıkarları için kullanan (ama bunun farkında olmayan) bir dinadamı; beyni yıkanmış, çift taraflı oynayan Rus ajanı, İngiliz Cavendish; her iki ordunun her seviyesinden askerler; ülke başkanları; kızıl ordu; deniz piyadeleri; NASA memurlar, vb diye süren bir liste. Hepsinin de iyi kötü bir bölümü var. Geniş karakter ordusu bu cephede savaşı kaybetmişler. Bir prototip karakter cümbüşü.

Ancak temel kurguda yatan fikir öyle iyi ki sırf bunun uğruna okunuyor. Bir yandan da, bu karakter çorbasını ve yaptıkları saçmalıkları ne zaman konuya bağlayacağını merak ettiriyor. Son bir kaç bölümde çetrefilli çatışmalar tükenip geriye bir astronot, bir kozmonot ve ilgi konusu uzay aracı kalınca işler ilginçleşiyor. İşin tuhafı, öyle bir noktaya geliyor ki, "Voyagers" serisinin diğer iki kitabını da okuyasınız geliyor. Öte yandan yine böyle saçma karakterlerle dolu olduğu endişesi de içinizi kemiriyor ve bu azaba bir kez daha dayanıp dayanamayacağınızı merak ediyorsunuz.

Eski Bir Günahkarın Güncesi

Yine uyanamadığım bir sabah. Üstelik de pazartesi. Beş günlük işkencenin başlangıcı. Haftasonlarını hep acıya bir ara olarak görmüşümdür. Ruhumuza işkence eden mesai iblislerinin kendi aralarındaki konuşmalarını duyarım hep. "İki gün gün dinlensin, pazartesi daha şiddetli başlarız." Üstüne de kırmızı göbeklerini tutarak gülerler.

İşte böylesi bir günün sabahında kalkmak gerekiyor. Güneş bile tembel. Dağın yamaçlarına tutunup güç almaya çalışıyor. Tutup kendini yukarı çekecek. Halbuki ne gerek var. Bir kaç saat daha doğmasa olur. Ne de olsa her sabah puslu, dumanlı. Kat kat bulutlar giriyor güneş ile aramıza. Laf taşıyorlar. Onun hakkında nasıl da kötü konuştuğumuzu, ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Onu kızdırıp, bize küstürmek için uğraşıyorlar. Böylece kasvet bir kat daha artacak.

Bin bir zorluk ile kendimi yataktan fırlatıp, mesai ilahları için ibadete başlıyorum. Önce sabahın bu kör saatinde yüzümü yıkıyorum. Annem "sabah yüzünü yıkayıp şeytanları kovmalısın" derdi. Ne alakası var ! Aksine onlara hizmet ediyorum. Ne vardı bir kaç saat daha uyusam. Uykunun sevecen, her şeyi örten kollarına bıraksam kendimi. Kalkınca da göbeğimi kaşıyıp tembellik etsem. Yarı açık gözler ile sabah programlarını seyretsem. Bilincim yerine gelemeden görsem Seda Sayan'ı ve zeka dilenen nicelerini.

Bu hoş rüyalardan kendimi sıyırıp suratımı kazıyorum. Özellikle iki günlük sakalı kazımak daha da acı verici. Ne vardı aczimendi gibi saç sakal salsak. Saçımız sakalımız özgürce birbirine karışsa. Aralarına mesafeler girmiş aşıklar gibi sarılsalar. İş aralarında kafa sallasak. Zikir yapsak yitirdiğimiz metal tanrılarına. Eski günahkar özümüze dönsek.

Kendimi bu günahkar düşüncelerden kurtarıp ütü ayinine yetişmem lazım. Mesai tanrılarına gömlek kurban etmeliyim. Haftalık adak daha akla yatkın ama her sabah adak daha acı verici. Böylece acıyla birlikte sevabım artıyor. Elimde kutsal ütü, bu sabahın şanslı gömleğini bilinçsiz bir ezbercilik ile kurban ediyorum. Ardından giyinme seramonisi başlıyor. Uygun kravat, uygun takım elbise duasını okuyup, yakarıyorum mesai tanrılarına.

Geriye bir kaç ayrıntı kaldı. Boş miğde ile ibadet hiç de zevkli olmuyor. Ancak sabah törenleri arasında günah işledim. Orada, köşede bütün cezbediciliği ile duran, büyük günahkara kaçtım. Oturdum bilgisayarın başına. Bir taraftan salya salgılarken, diğer yandan sayfaya safya, siteye site demedim. Sabah sabah daha bir zevkli oluyor canım. Ne de olsa yasak elma. Tatlı ve sulu. Adem ile havva halt etmiş. Ben onlara taş çıkartırcasına yiyorum elmayı. Sonuçta ne oluyor. Tabakhaneye dünya rekoru için ya allah. Ekmek üstü, altı, arası allah ne verdiyse. Tıkıştır zavallı miğdeye.

En son ve en önemli ayrıntıyı unutmamak lazım. Sabahın en zevkli ve de en acı verici anı. Yatağın soğumaması için kendini feda eden yüce kişiye veda. Sabah ibadetinin en zor kısmı. Yatağın o karşı konulmaz cazibesine dayanmak. Sen yanına yaklaştıkça daha bir tatlı, daha bir huzurlu görünen yatağa karşı koymak. Ardından en tatlısın, huzurlusundan uyuyan yüce kişiye yaklaşamak. Yatağın ucundan vedalaşmak. Sonra da arkana bile bakmadan göz yaşlarını saklayarak evden kaçmak.

İşte en sonunda sokak. Sokak ibadetin değil ama acının bir parçası. Orada, ileride ayaz var. Buraların yol kesen eşkiyası. Ayazın yuvası olan sokağa giriyorum. Orada sadece ayaz hüküm sürüyor. Ayaz bütün hırçınlığı ile sarmalıyor beni. Yanağımdan makas alırken, parça da kopartıyor. Dişimi sıkıp devam ediyorum. Herşey mesai tanrıları için.

Memleketteki otobüs yetmezmiş gibi bir de tramvay bekliyorum burada. Halbuki yürüsem, geç kalsam ne olacak ki. Yol üzerinde bir şeyler alsam. Yanında çay içsem. İşe gitmesem. Birikmeye başlayan günahkar düşüncelerden bir kez daha sıyrılıp kendimi tramvaya atıyorum.

Bir ne göreyim karşımda. Darth Vader bütün heybeti ile karşımda gazete okuyor. Maskesi, kıyafeti yok bugün başında. Üzerinde basit bir pantalon, gömlek ve palto var. Ancak nefes alış verişinden hemen tanıyorum. Kandıramaz beni. Belli ki kurban arıyor kendine. Uluğ Sith Lorduna bakmamaya çalışıyorum. İnancımın zayıflığı karşısında nefesimin kesilmesi gibi heveslerim yok.

Tramvaydan inerken yaklaşan sonun ağırlığını hissediyorum. İşte orada bir kaç adım ötede beni bekliyor. Başlayacak işkence. Ne de olsa ben tazeyim. Haftasonundan çıkmışım. Tadıma doyum olmaz. Mesai tanrıları işte beni bekliyorlar. Beni kollarına alacak, sıkacak, ezecekler. Suyumu sıkıp, meze edecekler.

Bunları bile bile emin adımlarla ilerliyorum. Zihnimde bir çok noktadan yükseliyor bağrışmalar. “Dur ! Yapma ! Satma ruhunu !” Ancak ben herşeye rağmen tereddütsüz giriyorum mesai tanrılarının mabedine. Ne de olsa ben ruhumu çok önce sattım. Hem de üç kuruşa, bir maaşa.

Pazartesi, Şubat 05, 2007

ŞU ÇILGIN TÜRKLER - Turgut Özakman

Adına bakıp içeriğinin şişirilmiş olabileceğini düşündüğüm için okumayı sürekli ertelediğim bir kitaptı. Kayınpederin ısrarıyla elime alıp önsözünü okuyunca ne büyük salaklık ettiğimi anladım. Neyse ki anladım, yoksa hiç okumadan da kalabilirdim.

Kitabı okuyunca adının hiç de yersiz olmadığını gördüm.

Kitap, Birinci İnönü Savaşından Büyük Taarruzun sonuna kadar geçen yaklaşık dört yıllık süreyi anlatmış. İşgal altına alınmamış bir avuç Anadolu toprağından sıkılıp çıkarılmış bir ordunun nasıl ve ne şartlar altında oluşturulduğunu, tüm zorluklara halk ve ordu olarak nasıl göğüs gerildiğini, Mecliste yaşananları, Yunan tarafında yaşananları, İngilizlerin hesaplarını, hem bu işte başı çekmiş önderlerin gözünden hem de o önderleri omuzlarında taşıyan insanların bakışından anlatmış. Üstelik yalnızca olayların olumlu sonuçlarına değil, olumsuz etkilerine de yer vermiş. Gereksiz ayrıntılara girmeden her konuya, her önemli kişiye değinilmiş.

Kitabın etkileyici özelliklerden biri de savaştaki birliklerin hareketlerinin oldukça ayrıntılı olarak geçilmesi. Hele de bazı yerler zaten bildiğim ve gördüğüm yerler olunca daha da etkilendim. Birliklerin hareketleri ve yoğun çatışmaların olduğu bölgeler küçük haritalarda işaretlenmiş. Birliklerin başındaki paşalardan da söz edildiği için her tümen, her birlik daha tanıdık geliyor. Kimlerin hangi cephede çarpıştığını bilince her şey daha iyi akılda canlanıyor. Kurtuluş savaşının en önemli özelliklerinden biri olan satıh savunmasını hakettiği vurguyu vererek anlatıyor. Kısacası, savaşın kendisiyle ilgili zamanında edindiğimiz bölük pörçük ve genelde altı boş kalmış bilgileri birleştirip altlarını dolduruyor. (Kendi adıma bir süredir Sakarya Meydan Savaşınde birlik hareketlerini merak ediyordum, ama henüz o konuyu araştırmaya geçmemiştim. "Şu Çılgın Türkler" bu merakımı tatmin etti.)

Belki bunu söylemek bana düşmez ama ustaca yazıldığını belirtmeliyim. Yaklaşık dört yıla yayılan tarih, savaşlar üzerinde odaklanarak 700 sayfa sürüyor. Birinci İnönü Savaşından başlayıp Büyük Taarruzun İzmir'de noktalanmasına kadar verilen özgürlük kavgası hiç yormayan, kesinlikle sıkmayan bir tarzda anlatılmış. Olaylar küçük canlandırmalar biçiminde aktarılmış. Ne süslü cümleler, ne gereksiz uzatmalar ne de konuyu havada bırakma var. Yapılanlar ve olanlar zaten yeterince etkileyici olduğu için fazladan bir etkileme aracına gerek olmadan kısa, öz cümlelerle ne olduysa o anlatılmış. Bu yüzden okuması son derece kolay ve zevkli.

Araştırma altyapısının zenginliği kitap okunurken hemen kendini belli ediyor. Arkadaki kaynakçanın genişliği ise insanı hayran bırakıyor.

O zamanın durumuna ve girişilen işin büyüklüğüne dışarıdan (yani Yunanlıların ve İngilizlerin gözünden) bakınca olan biten çılgınca görünüyor. Dışarıdan bakan için delice bir kafa tutma, ancak olayın içindekiler için kendi ayakları üzerinde durma savaşı. Dolayısıyla biri için gereklilik diğeri için gereksizlik. Kazanan gereklilik olmuş. Bunu zaten hepimiz biliyoruz.

Araya günlük işler girdiği için bir yerine bir kaç solukta bitirebildim. İtiraf edeyim, gözlerimin dolduğu yerler az değildi.

İnsanın her zaman elinin altında olmasını isteyeceği türden bir eser.