Yine uyanamadığım bir sabah. Üstelik de pazartesi. Beş günlük işkencenin başlangıcı. Haftasonlarını hep acıya bir ara olarak görmüşümdür. Ruhumuza işkence eden mesai iblislerinin kendi aralarındaki konuşmalarını duyarım hep. "İki gün gün dinlensin, pazartesi daha şiddetli başlarız." Üstüne de kırmızı göbeklerini tutarak gülerler.
İşte böylesi bir günün sabahında kalkmak gerekiyor. Güneş bile tembel. Dağın yamaçlarına tutunup güç almaya çalışıyor. Tutup kendini yukarı çekecek. Halbuki ne gerek var. Bir kaç saat daha doğmasa olur. Ne de olsa her sabah puslu, dumanlı. Kat kat bulutlar giriyor güneş ile aramıza. Laf taşıyorlar. Onun hakkında nasıl da kötü konuştuğumuzu, ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Onu kızdırıp, bize küstürmek için uğraşıyorlar. Böylece kasvet bir kat daha artacak.
Bin bir zorluk ile kendimi yataktan fırlatıp, mesai ilahları için ibadete başlıyorum. Önce sabahın bu kör saatinde yüzümü yıkıyorum. Annem "sabah yüzünü yıkayıp şeytanları kovmalısın" derdi. Ne alakası var ! Aksine onlara hizmet ediyorum. Ne vardı bir kaç saat daha uyusam. Uykunun sevecen, her şeyi örten kollarına bıraksam kendimi. Kalkınca da göbeğimi kaşıyıp tembellik etsem. Yarı açık gözler ile sabah programlarını seyretsem. Bilincim yerine gelemeden görsem Seda Sayan'ı ve zeka dilenen nicelerini.
Bu hoş rüyalardan kendimi sıyırıp suratımı kazıyorum. Özellikle iki günlük sakalı kazımak daha da acı verici. Ne vardı aczimendi gibi saç sakal salsak. Saçımız sakalımız özgürce birbirine karışsa. Aralarına mesafeler girmiş aşıklar gibi sarılsalar. İş aralarında kafa sallasak. Zikir yapsak yitirdiğimiz metal tanrılarına. Eski günahkar özümüze dönsek.
Kendimi bu günahkar düşüncelerden kurtarıp ütü ayinine yetişmem lazım. Mesai tanrılarına gömlek kurban etmeliyim. Haftalık adak daha akla yatkın ama her sabah adak daha acı verici. Böylece acıyla birlikte sevabım artıyor. Elimde kutsal ütü, bu sabahın şanslı gömleğini bilinçsiz bir ezbercilik ile kurban ediyorum. Ardından giyinme seramonisi başlıyor. Uygun kravat, uygun takım elbise duasını okuyup, yakarıyorum mesai tanrılarına.
Geriye bir kaç ayrıntı kaldı. Boş miğde ile ibadet hiç de zevkli olmuyor. Ancak sabah törenleri arasında günah işledim. Orada, köşede bütün cezbediciliği ile duran, büyük günahkara kaçtım. Oturdum bilgisayarın başına. Bir taraftan salya salgılarken, diğer yandan sayfaya safya, siteye site demedim. Sabah sabah daha bir zevkli oluyor canım. Ne de olsa yasak elma. Tatlı ve sulu. Adem ile havva halt etmiş. Ben onlara taş çıkartırcasına yiyorum elmayı. Sonuçta ne oluyor. Tabakhaneye dünya rekoru için ya allah. Ekmek üstü, altı, arası allah ne verdiyse. Tıkıştır zavallı miğdeye.
En son ve en önemli ayrıntıyı unutmamak lazım. Sabahın en zevkli ve de en acı verici anı. Yatağın soğumaması için kendini feda eden yüce kişiye veda. Sabah ibadetinin en zor kısmı. Yatağın o karşı konulmaz cazibesine dayanmak. Sen yanına yaklaştıkça daha bir tatlı, daha bir huzurlu görünen yatağa karşı koymak. Ardından en tatlısın, huzurlusundan uyuyan yüce kişiye yaklaşamak. Yatağın ucundan vedalaşmak. Sonra da arkana bile bakmadan göz yaşlarını saklayarak evden kaçmak.
İşte en sonunda sokak. Sokak ibadetin değil ama acının bir parçası. Orada, ileride ayaz var. Buraların yol kesen eşkiyası. Ayazın yuvası olan sokağa giriyorum. Orada sadece ayaz hüküm sürüyor. Ayaz bütün hırçınlığı ile sarmalıyor beni. Yanağımdan makas alırken, parça da kopartıyor. Dişimi sıkıp devam ediyorum. Herşey mesai tanrıları için.
Memleketteki otobüs yetmezmiş gibi bir de tramvay bekliyorum burada. Halbuki yürüsem, geç kalsam ne olacak ki. Yol üzerinde bir şeyler alsam. Yanında çay içsem. İşe gitmesem. Birikmeye başlayan günahkar düşüncelerden bir kez daha sıyrılıp kendimi tramvaya atıyorum.
Bir ne göreyim karşımda. Darth Vader bütün heybeti ile karşımda gazete okuyor. Maskesi, kıyafeti yok bugün başında. Üzerinde basit bir pantalon, gömlek ve palto var. Ancak nefes alış verişinden hemen tanıyorum. Kandıramaz beni. Belli ki kurban arıyor kendine. Uluğ Sith Lorduna bakmamaya çalışıyorum. İnancımın zayıflığı karşısında nefesimin kesilmesi gibi heveslerim yok.
Tramvaydan inerken yaklaşan sonun ağırlığını hissediyorum. İşte orada bir kaç adım ötede beni bekliyor. Başlayacak işkence. Ne de olsa ben tazeyim. Haftasonundan çıkmışım. Tadıma doyum olmaz. Mesai tanrıları işte beni bekliyorlar. Beni kollarına alacak, sıkacak, ezecekler. Suyumu sıkıp, meze edecekler.
Bunları bile bile emin adımlarla ilerliyorum. Zihnimde bir çok noktadan yükseliyor bağrışmalar. “Dur ! Yapma ! Satma ruhunu !” Ancak ben herşeye rağmen tereddütsüz giriyorum mesai tanrılarının mabedine. Ne de olsa ben ruhumu çok önce sattım. Hem de üç kuruşa, bir maaşa.
4 yorum:
Hatırlattın o günleri yordun beni!
Sabah cinneti naparsın. İstifanın kıymetini bil. Hiç olmaz ise Sofyadayız buna da şükür.
Abicim ben bunu podcast deneyi olsun diye bi kaydettim... ama okurken daralasim geldi ama ne farkettim... Bi miktar imla ve cumle dusuklugu (ciddi bi sekilde ama) var... Neymis, yazdiklarimizi bi yuksek sesle okumak yardimci oluyormus (en basta ben suclu zaten).
Mert ne güzel döktürmüşsün ya...gerçi bunca döktürme için içinin sıkılması gerekmiş ama napalım :) Seda'ya selamlar, umarım iyisinizdir...
Yorum Gönder