Sinemada Amerikan bilimkurgusu çok sık olmasa da ara ara anti-kapitalist esintilerle serinliyor. Bunun son örneği geçenlerde sinemada izlediğimiz In Time. Marx’ın hayaleti, dünya sinemasında pek çok kılıkta dolaştı şimdiye dek ancak bizi şaşırtan bu sefer “popçu” bildiğimiz Justin Timberlake’in bedeninde vücut bulması.
Önce filmin konusundan bahsedelim: Kurgusal bir gelecekte vakit nakittir klişesi gerçek olmuş, zaman doğrudan bir mübadele aracı haline gelmiş. 25 yaşını dolduran herkese genetik olarak 1 yıllık “ömür” peşin olarak kodlanıyor, çalışıldıkça yövmiyeler (veya kumar vs gibi her türlü gelir) bu ömre ekleniyor. Her türlü harcama da doğal olarak bu ömürden düşülüyor. Kalan ömür göstergesi dijital olarak insanların kol derisine nakşedilmiş durumda; yani ömrünüzden eksilen her saniyeyi an ve an gözünüzle izliyorsunuz. Bu biyolojik saat sıfırlandığı anda ise ruhunuzu oracıkta teslim ediyorsunuz. Buna ek olarak bu dünyada şehirler artık “time zone” biçiminde yapılandırılmış. Bu sistemde, birbirine yakın geçimlik ömürlere veya zaman gelirine sahip insanlar aynı zaman bölgesinde yaşamak zorunda. Bu şekilde tabakalanmış zaman bölgeleri, doğal olarak getto ve zengin mahallesi arasında çeşitlilik gösteriyor. Zaman gelirinin yüksek olduğu bölgelerde sefahat had safhada ve insanlar ömürlerinin binlerce yılını zevke ve kumara tahvil ederken yoksul zaman bölgelerinde yaşam-ölüm sınırındaki yövmiyelerle pis işlerde çalışıyorlar. Sokaklar gündeliğini alamadığı veya gündelik o gününü çıkarmaya yetmediği için saati durup ölen işçilerin cesetleriyle dolu. 15 dakikalık ek ömür için insanlar birbirini öldürüyor, sokaklarda şiddet ve korku kol geziyor. İşte böyle bir ortamda varoşun çocuğu proleter Will’in (Justin Timberalke) yolu, beklenmedik bir biçimde üst zaman bölgesinden biriyle kesişir. Bu kişiden öğrendikleriyle bu kurulu düzene karşı bilenmeye başlar ve olaylar gelişir…
Öncelikle insan Justin Timberlake’i böylesi bir rolde tahayyül etmekte zorlanıyor; ben de “nasıl olacak” merakı içindeydim ve fiyasko bir sonuca hazırlıklıydım ancak Justin beni şaşırtacak derecede uyumluydu rolüne. Özellikle 3 numara saçları ve doğal kertik burnuyla tam bir varoş çocuğu görüntüsü çiziyordu. Hele ki ağlamaklı surat yaptığında bir Küçük Emrah olup çıkıyordu! Oyunculuğunun da hiç de kötü olmadığını ekleyeyim ayrıca. Onun yanında şımarık burjuva kızı kontenjanından Sylvia (Amanda Seyfried) endamıyla ve film boyunca yüksek topuklularıyla attığı deparlar ile göz dolduruyordu.
İşin bilimkurgu tarafını kenara bıraktığınızda, bizim Yeşilçam’ın zengin-şımarık kız ve fakir-gururlu oğlan klişeleri topyekün bu filmde mevcut ve filmi Türk izleyicisi için eğlenceli hale getiren detaylarla dolu. Will ve Sylvia yan yana durduğunda unutulmaz Türk filmlerimizden Yaban’daki Kadir İnanır – Gülşen Bubikoğlu ikilisinin aynısı oluyor. İzleyenler bilir, Yaban’da şehir kızı Gülşen Bubikoğlu şımardıkça şımarır, Kadir İnanır da kimi zaman şamar, kimi zaman ayar vererek şımarık zengin kızını “terbiye” ederdi. Allahı var; Justin kıza elini kaldırmıyor ama format aynı format: babasının servetiyle koluna binlerce yıllık ömür nakşedilmiş, hayatında zora gelmemiş Sylvia; fakir mahalle delikanlısı Will’in vahşi cazibesine kapılır ve kendi zaman bölgesiyle köprüleri atıp kendini Will’in mahallesinde maceranın içinde bulur. Sırf bu yönüyle bile eğlenceli olan bu filmi katı bir hard sci-fi gözlüğüyle izlerseniz burada saymakla bitiremeyeceğimiz tutarsızlık ve mantık hatalarıyla midenizin bulanması işten bile değil aslında. Philip K. Dick’in kalemine yakışacak güçte bir özgün senaryoya sahip olan In Time (sahi PKD bunu vaktiyle nasıl akıl etmemiş?), aksayan kurgusu ve uygulamadaki kusurlarıyla inandırıcılıktan hayli uzaklaşıyor. Ama detaylara takılmayıp çok da ciddiye alınmadığında epey keyifli bir izlence vaat ediyor.
Öte yandan In Time, tüm Pulp unsurlarına rağmen dert ettiği konu itibariyle ciddiye alınmayı hak ediyor. Film, en başta her yönüyle kabullenip içselleştirdiğimiz kapitalizmi makyajından arındırıp en yalın biçimiyle önümüze koyuyor. “Gözlerinizi açın; yaşadığımız düzen bu” diyor. "Boğaz tokluğuna çalışır, yaptığın ilk hatada ölürsün”. Bu metaforun heybeti küçümsenecek gibi değil. Yoksuldan eksilen ömürlerle yaratılan artı değer, zenginleri ölümsüz hale getiriyor. Ölümsüzler yüksek duvarlarla örülü mahallelerinde kızgın kalabalığın tehlikelerinden uzak, güven içinde yaşıyorlar. Gerçekten de kapitalizm dediğin adını koymadan yaşam alanlarını bölgelere ayırmak, araya dikenli teller ve duvarlar koymak, yoksulu ölümüne çalıştırıp sadece hayatta kalabileceği bir yaşam standardı sunmak, zengine de fütursuzca harcatmak ve daha fazlası için hırslandırmak değil mi? Yönetmen Andrew Niccol her fırsatta kah dramatize, kah stilize ederek; kimi zaman incelikli, kimi zaman kaba hatlarla işte bu adaletsizliği görselleştiriyor. İzleyiciyi yadırgatmayı, yabancılaştırmayı başarıyor.
Özetle tüm kusurlarına, komikliğine ve naifliğine rağmen In Time, sergilediği tavırla övgüyü hak ediyor. “Olayın siyasetiyle ilgilenmem ben” diyenlere de heyecan, tempo ve eğlence vaat ediyor. Bir de Amanda Seyfried’in ceylan gözleri, sivri topukları var. Daha ne olsun?
1 yorum:
Senden başkası böylesi bire okuma yapamazdı :) Süper olmuş abi ellerine sağlık.
Ama bu kadarı ile tadı damağımızda kaldı, daha sık bekliyoruz.
Yorum Gönder