Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Aralık 10, 2019

Witcher: Kitaplardaki Öteki


Önümüzdeki hafta Leh yazar Andrej Sapkowski'nin meşhur kahramanı Geralt, namı diyar Witcher'ın dizisi Netflix ekranlarına arz endam edecek. Sinema ve televizyon denilen aç gözlü, gözü doymayan,  kadir kıymet bilmeyen ikiz hilkat garibeleri kitapların sayfaları arasından çekip koparıp tarumar ettikleri pek çok kurbana bir yenisi daha eklenecek. Yanlış anlaşılmasın film ve dizilere karşı değilim ama pek çok kitabın görülen lüzum üzerine incelitilerek ekrana taşınmasındaki kayıplara üzülüyorum. Witcher için bunun nereye kadar olduğunu haftaya göreceğiz. Açıkcası diziler filmlere göre daha düzgün iş çıkartıyor. Neyse kimse kaynak metne benim istediğim açıdan bağlı kalarak film, dizi çekecek diye bir kural yok. Yine de olsa fena olmazdı tabii.

Lafı çok uzatmadan esas konumuza gelelim. Haftaya başlayacak diziden önce olayın kaynağına gidelim. Yani Polonya'dan çıktıktan sonra ünü yavaş ama emin adımlarla büyüyen ve en sonunda iki öykü kitabı, beş roman, altı çizgi roman, iki dizi film, bir film, bir masa üstü oyun, üç bilgisayar oyunu, bir kart oyunu ve bir kutu oyunu olmak üzere çok çeşitli mecralara yayılan bu efsanenin başladığı kitapların satır arasındaki karakterlere, yaşadıkları karanlık dünyaya vetüm anlatımın merkezinde yer alan Rivyalı Geralt'a. Witcher, Ak Kurt, efsuncu, namlı kılıç ustası, ücretli canavar avcısı, lanetli, Blaviken Kasabı, katil, türünün son örneklerinden, geçmişten kalmış, dışlanmış, yabancıların yaşadığı garip bir zamanda ve diyardaki öteki, Rivyalı Geralt, Witcher serisinin olağandışı kahramanına.

Salı, Ekim 30, 2018

Umutsuz bır okurun dramı: The Consuming Fire - John Scalzi

Of ya of.

Scalzi sevdiğim bir yazar. Hayli sıkı macera dolu olan romanlarından tutun, geyiğin dibine vurmuş, bilim kurgudan çok komedi romanlar yazdığında da hastası olmuştum. Gel zaman git zaman, bazı romanları dışında neredeyse bütün serilerini topladım, okudum, raflara dizdim.

Ama ben galiba ‘peak Scalzi’ oldum. The End of All Things ile galiba benim Scalzi ile işim aşağı yukarı bitti. Tabii isterim ki devam edeyim okumaya - almaya, ama dur demenin zamanı geldi galiba. Old Man’s war ile 2005’de başlayan bu macera, galiba benim için 2018’de bitecek.

The Old Man’s War serisini bitirdiğinde araya birkaç farklı kitap sıkıştırsa da, Scalzi kendisini Uzay Operası tarzından çok uzak tutamadığından The İnterdependency (Dayanışma) adinda yeni bir seriye başladı, ilk kitabı ‘The Collapsing Empire - Yıkılan İmparatorluk’ 2017’de piyasaya çıkmıştı, hemen arkasından da 2018’de ‘The Consuming Fire - Tüketen Ateş’ de bu en son okuduğum çift.

The Collapsing Empire ağzımda çok kötü bir tad bırakmıştı ama bu sorun End of All Things’de başladı. Karakterlerin birisinin cinsiyetini kabaca 170 sayfa beraber geçirdikten sonra öğrenince ‘oha’ diyerek geriye gitmiş, sayfa sayfa aramıştım acaba daha önce bahsi geçti mi diye - ve sadece bir tane daha referans bulmuştum. Karakterin cinsiyeti önemli değil, ancak o noktaya kadar bilseydim kafamda çok daha iyi canlandırabilecektim.

Burada da soruna geliyoruz. Diyalog.

Her iki kitap da neredeyse %90 diyalogdan oluşmakta. Karakterler neredeyse hiç bir şekilde tasvir edilmiyor, daha yukarıda gördüğümüz üzere cinsiyetlerini bile bilmekte zorluk çekiyoruz - saç rengiymiş, boyuymuş filan hadi nerdeeee…

Tamam - eh Hakan, sen de hayal gücünü kullan diyebilirsiniz, kullanıyorum, kesinlikle kullanıyorum çünkü başka türlü mümkün değil. Uzay gemilerinin bile ‘büyük’ veya ‘‘küçük’ sıfatları dışında pek bir açıklaması yokken, başka şey yapmak da mümkün değil ki?

%90 diyalog olsun - tamam - ancak neredeyse bütün karakterlerin aynı şekilde Amerikanca konuştuğu bir evren düşünün. Hepsi aynı şekilde kendilerini ifade ediyorlar, anlatıyorlar ve aynı şekilde küfür ediyorlar… Karakterlerden iki boyutlu diye şikayet etmeyi geçtim, bir boyutu aşan pek bir şey görmedim. Böyle bir durumda özellikle bahsi çok az geçen karakterleri insan çok rahat unutuyor, hatta hayli önemli karakterleri bile ‘Ulan bu herif de kimdi?’ diye sorduruyor, eğer bir yandan isimlerle görevlerini not almıyorsan bir yerde, veya Kindle sağolsun, en son nerde bu isim geçti diye hop aratamıyorsan işin gerçekten çok zor.

Hızlı ve iğnemeli standart Scalzi diyaloğu bu romanlarda bolca var, ancak insan bir yere kadar çekiyor bunları.

Bu kadar şikayet ettim, biraz kitaplardan bahsedeyim… Hatta etmesen daha iyi. The Consuming Fire daha bu pazar günü bitti, bugün Salı, ve daha şimdiden kitabı unutmaya başladım. Aklımda ne kaldı ki?

Kısacası durum şöyle. 48 gezegenden oluşmuş bir imparatorluk, aniden imparatorluğun sonu ile karşı karşıya, ancak bir bilim adamı Lord Claremont ile babası ve kardeşi suikastlara uğradığı için istemeyerek imparator olmuş olan Cardenia dışında neredeyse kimse geleceği düşünmüyor. Ultra-kapitalist mega şirketlerin gezegenleri sahip çıktığı bu imparatorlukta tek yüzeyinde yaşanabilen gezegen ‘The End’ bir iç savaş içerisinde. Lord Claremont buradan canı dışında fazla bir şey olmadan kurtulup imparatorluğun merkezine gittiği an ışıktan hızlı yolculuğu mümkün kılan, ‘The End’i galaksinin geri kalanına bağlayan ‘akıntı’ tüpü kapanıyor.

Claremont’un bilim adamı babası Kont Claremont’un teorisine göre imparatorluğun varlığını sağlayan bu akıntı tüplerinin hepsi birkaç yıl içerisinde kapanacak ve imparatorluk bir krize girecek. The End dışında hiç bir gezegende yüzeyde yaşanmadığı için milyonlarca insanın ölümü demek. Ancak Megacorp’ları yöneten ailelerin tek derti güç ve Cardenia’yı indirip yerine geçmek.

Bundan sonra her iki kitap da hem bu akıntıların nasıl çalıştığı üzerine, hem de imparatorluk içi politikalar hakkında.

Tekrar şikayet yerine geldik.  hem bu akıntıların nasıl çalıştığı üzerine, hem de imparatorluk içi politikalar hakkında dedik ancak her ikisi de 10 yaşında bir çocuğun bunları nasıl anlayacağı seviyesinde. İyi tamam, gençler için yazılmış bir kitap olduğunu varsayalım, o zaman normal diyelim - ama değil. Kitabın hedef kitlesi en azından 16 yas grubu, bol miktarda nedensiz seks ile karakterleri ciddiye almam zorlaşıyor. Seksin serbest olduğu bir kültür olsa hadi neyse, karakterler arada bir sadakat sorunlarından bahsediyor olmasalar anlayacağım. Yani hem sadakatin beklendiği bir evrendeyiz, hem de gırla hiçbir sebebi olmayan seks - bir çelişki yaratıyor.

Her iki kıtap sonuna kadar okuttu, esasında okumayı bırakacaktım ama bu Pazar öğleden sonra keyfim yerinde koltuğa oturunca, kitabı da yarıladığımı da görünce ‘Eh, bari bitireyim’ dedim, Kindle bana 2 saat için var dedi, bir saatin biraz üzerinde bitti, hatta sonlara doğru sürükleyici bile hissettim ancak önüme sunulan olay döngülerinin hepsi hayli uzaktan sırıttığı için öyle iyi bir zevk de almadım. Eğer keyfim de bozuk olsaydı bu yorum çok çok daha negatif olacaktı.

The Consuming Fire’ı Kindle’de önden sipariş etmeseydim ve sonra bunu unutmuş olmasaydım hiç almayacaktım. Gaflete düştüm, siz düşmeyin. Düşerseniz de en azından beklentilerinizi buna göre ayarlayın.

Bu seri benim için burda biter. Diğer romanlarını alacağımı hiç zannetmiyorum. Bu demek değil ki Scalzi’den tamamen ümidi kestim - umarım yazım tarzı biraz değişir de ben de tekrar zevk almaya başlarım.



Cumartesi, Ekim 27, 2018

Space Opera - Bir Eurovizyon Faciası

Space Opera, Cat Valente tarafından yazılmış bir uzay opera bilim kurgu romanı. Her nasılsa hayli yüksek puanlı yorumlar, bir de bizim tayfaların Facebook grubundan birisi gaflete düşüp önerince salak gibi Kindle fiyatını da düşük bulduğumdan (£7.99!) hop alıverdim. O aralar yine aynı anda bir sürü kitabı bir arada götürdüğümden, hadi bu kolay okunacak bir şey gibi diye de giriştim. Kindle bana 5 saatte insanlar bitiriyor diyince, ben de normalde hızlı okuduğumdan herhalde 2-3 saatte bitiririm diye ümitliydim.

YANLIIIIŞ! Otur yerine, sıfır. 

Uzun süredir ilk defa bir romana da puanım aynen, sıfır, nada, zilch. zeroö нулевой, ゼロ.

Cat Valente, amerikalı bir yazar, ancak Edinburgh'da okumuş. İngiltere'yi görmüş olsa gerek. Şu günlerde Maine'de yaşıyor imiş Twitlerine inanırsak. Kitabın sonunda yazdığına göre bir gün bir grup arkadaşı Eurovizyon izlemeye davet etmiş. 

Bizim çocukluğumuzdan beri midemiz bulana bulana, milliyetçi ve politik oy vermeleriyle nefret ettiğimiz Eurovision, Cat Valente'nin inanılmaz hoşuna gitmiş! Sonra da tutup uzayda geçen bir Eurovizyon romanı yazmış. Of be of. Yapmasaydın keşke kardeş. Niye uğraştın bu kadar, niye zamanını harcadın... 

GoodReads'da 3.6, Amazon'da 4 yıldız nasıl aldı bu kitap? Yani mümkün değil. 

İki nokta ilginç kitapta, en azından benim için. 

Bir... Kitabın iki ana karakterinden birisinin adı Ömer Çalışkan, 2. nesil İngiliz. Hatta o kadar ingiliz ki, kitabın ilerilerinde en mükemmel İngiliz insan prototipi haline geliyor, ancak sürekli bir yerde göçmenliğin getirdiği eziklik ve kendini ortama uydurma baskısı altında. 

İki... Kitabın diğer ana karakteri, Desibel Jones, bir Afgan göçmeni. Biseksüel, David Bowie'nin Ziggy karakterinin bir karikatürü, ancak (Türkiye'de de çok baskın olan) toksik erkekliğe baş çıkmış bir karakter...

Bu kadar yazdım, biraz kitabın temasından da bahsetsem iyi olacak. Bir gün uzaylılar dünyaya 'Merhaba Dünyalı, biz barış içinde geldik, esasında barış içinde gelmedik ancak eğer bize düşünen ve duyguları anlayan canlılar olduğunu ispat edemezseniz, gezegeninizi yok edip, sizleri yiyeceğiz' diyorlar!

Desibel Jones, Ömer Çalışkan ve grup arkadaşları Mira Wonderful Star, pop listelerinden yükselip herkesin başına geldiği gibi tekrar alçalıp dağılan bir grup. Mira'nın intiharından sonra grup bir daha toparlanamıyor, Jones solo çalışmalarını yaparken Ömer de aile babalığı görevine yoğunlaşıyor. Ancak uzaylıların gelmesiyle herkesin olduğu gibi bu çiftin de hayatı çok hızlıca değişiyor.

Uzaylılar ellerinde 100 tane meşhur sanatçı ve grup listesi ile gelmişler, iş bu ki onlara ulaşan radyo yayınları eski olduğundan (zaman yolculuğu da işleri karıştırıyor), 99 tanesi nalları çoktan dikmiş, ve 100. sırada tahmin edin kimin grubu var?

Desi ile Ömer, apar topar hop uzay yolculuğuna girip arkasından katılacakları yarışmanın kurallarını öğrenmeye başlıyor ve bir yandan da yeni bestelerine girişiyorlar.

Ve işler daha da karışıyor... 

Benim şikayetlerim ise bitmiyor. Cat Valente'nin yazım tarzı - yarım sayfaya ulaşabilecek uzun, çok tamlamalı cümlelerden oluşan uzun paragraflar - beni hiç açmadı. John Scalzi hakkındaki en büyük şikayetim son zamanlarda romanlarında zekice olduğunu düşündüğü diyalog tarzı ile bütün karakterlerin aynı şekilde konuşup davranması idi. Cat Valente'nin yazım tarzı ise tam aksi, uzun uzun tanımlamalar, çok değil, neredeyse hiçbir mana içermeyen diyaloglar derken, benim bu kitabı okumam aylar sürdü. 5 saatlik bir kitabı neredeyse 5 ayda okudum herhalde. 

Ben komedi okumayı severim, bilim kurgu / fantazi komedisini de çok severim. Mesela James Bibby'nin Ronan the Barbarian'ı bunca seneden sonra hala sevdiğim ve andığım kitaplardandır. The Hitchhiker's Guıde to the Galaxy'nin hastasıyım, Red Dwarf'a taparım.

İyi de bu ne yahu? Kitap Eurovizyon teması ile hafif, komik bir kitap olmaya çalışmış ancak bana kalırsa her yerden su alıyor, hatta batmış suların altında denizaltı taklidi yapıyor ama haberi yok bu kaptanın. 

Böyle olunca... Meh. Yani ben niye ısrar ettim bilmiyorum, ama kitabın gidişatından haberdar olur olmaz pes etmeliydim.

Bana bir ders olsun. Bu kadar az zamanımın olduğu bir dönemde bir kitabı almış olmam bitirmem gerektiriyor demek olmamalı. Oturup L. Ron Hubbard'ın Battlefield Earth faciasını 'bu  kadar da olmaz, daha ne kadar kötüye gidebilir' diye diye okudum ama o zamanlar üniversitede, zamanı görece olarak bol birisi idim. 9-5 iş hayatı artı git gel, üstüne yemek yap filan falan derken azten günde 2 saat okuma zamanı bulsam laylaylom bugün çok okudum diyebilecek iken 5 saat veya 5 ay bu kadar zayıf ve kötü bir kitaba zaman ayırmış olmak beni sinirlendiriyor, kızdırıyor, bu kadar da inatçı ve salak olmamalıyım diyorum. 

Öte yandan, birisinin kendisine ders vermesi zor. Son birkaç gündür yine zorlaya zorlaya Scalzi'nin The Consuming Fire romanını okuduğum düşünülürse, daha dersimi anlamama çok var.


Cuma, Ağustos 31, 2018

Valerian - Bin Gezegen İmparatorluğu

Bazen bekleriz, bekleriz, bekleriz. Hayaller kurarız. Kendimizi hazırlarız, pompalarız. Yüksek beklentiler yaratırız. Heves yaparız, arkadaşlar arasında konuşur, nasıl istediğimizi anlatırız, birkaç resimden nasıl olacağını hayalleriz, hayal gücümüzün bizi götürdüğü yerlere gideriz.

Ondan sonra gelir önümüze esas eser. Şanlı Edessa’da künefe yemekten tut, yeni bir Yıldız Savaşları filmine kadar, önümüze sunulan hayallerini kurduğumuzun bir gölgesidir ancak. Bir tadına bakarız, ama aklımızın bir köşesinde hep bizim umduğumuz vardır. Elimizdeki hiç de vasat olmasa da, ortalamanın üstünde olsa da, biz bir şaheser beklerken elimizde ancak ‘iyi’ bir şey vardır… Bunun verdiği acı, o kadar hakkında konuştuğumuz arkadaşlarımızdan utanmamız, kendimize kızgınlığımız, hepsi birden ‘ne bu yaaaa’ sorusuna dönüşür. Oysa ki sorun önümüzdeki değil, hayallerini kurarken çok yüksek çıtaları geren bizlerdir. Çıta alçakta olsa hop, üstünden atlardık ancak boyumuzun çok üstündeki bir çıtanın değil üstüne çıkmak, altından bile zor zıplayınca tad iyice kaçar…

Valerian & Laurelline orjinal sahneleri...

Çarşamba, Ağustos 29, 2018

La Belle Sauvage

Arkadaşlarla biraz içtik.
The Trout Inn'in lisanssız bir fotoğrafını bulamadığımdan,
temsili olarak bu fotoğrafımı koymak zorunda kaldım.
Philip Pullmann, bundan kabaca 20 sene once Lyra’nın hikayesini bizlere okutarak kendimizi çok farklı bir evrende, ruhlarımızın vücutlarımızın dışında yaşadığı ve hayvan şekline büründüğü, cadıların arktik bölgelerde cirit attığı, kilisenin insanları baskı ve kontrol altında tutmaya çalıştığı maceralardan geçirmişti. Devam iki kitabı aynı derece etkileyici olmasa da kendilerini okutturmuş, ve üçüncü romanında Tanrı’nın öldürülmesi ile seriyi bitirmiştik.

Aradan geçen yıllarda Amerika’da en çok yasaklananlar listesinde olmaya devam eden, hatta benim bir iş arkadaşımın bile ‘çocuklara o kitapları okutturmuyoruz’ dediği bu seri yine de bir çok insana da ‘Daha! Daha!’ çığlıkları attırmıştı.

Pazartesi, Nisan 20, 2015

Hugo fırtınasının ardından

Ne ödülmüş bea
Hugo Ödülleri üzerinde kopan fırtınadan yaklaşık iki hafta geçti. Fırtına bitti ama toz duman daha kalkmadı. Ortalığın da yatışması biraz daha sürecek gibi. Sad ve Rabid Puppies olarak adlandırılan kişiler ya da gruplar Hugo Ödüllerine blok olarak aday listeleri dayatmaları ve başarılı olmaları ortamı bir hayli gerdi. Yapılanlar aslında kanun ve kurala tamamen uygun. Hiç bir yerde ödüller için listeler oluşturup, bunun reklamını yapıp, istemediğiniz yazarları liste dışı bırakamazsınız demiyor. Gel gör ki etik olarak yapılanlar ve söylenenler bir hayli şeytani. Çünkü aslında bu kural dışı olmayan hareketi yapan yavru köpekler, üzgün ya da kuduz, kendi yazdıklarının ve beğendikleri yazarların diğerlerinden daha iyi olduğunu düşünmelerinin nedenleri siyasi. Kendileri gibi muhafazakar, Hristiyan, beyaz ve tercihen erkek, düzeltiyorum eşcinsel olmayan erkek yazarları sadece bu nedenlerle sevilmediklerini ve ödülü kazanamadıkları düşünüyorlar. Sosyal Adalet Savaşçısı (Social Justice Warrior) olarak adlandırdıkları diğer grubun ise kazandıkları ödülü hak etmediklerini beyan ediyorlar. Ancak ne kendi edebi maharetlerinden ödül kazanan diğerlerinin edebi maharetsizliklerinden bahsetmiyorlar. Ne de olsa onların kazanması için iyi yazıyor, diğerlerinin de kazanmaması için kötü yazıyorlar olması gerekiyor. Ya da şöyle düzelteyim, denk gelmesem de, elbet bahseden vardır ama hiç birinin ana argümanı bu değil. Özetle tüm kavga biz muhafazakarız ve muhafazakar değerleri temsil ediyoruz diye bizim gibi düşünmeyen diğerleri (aslında dar bir grubu hedef alsalar da bu söylemleri ile kendileri dışındaki herkesi tarif ediyorlar, yazarları ve onlara oy veren okuyucuları da) bizim Hugo Ödüllerini almamıza izin vermiyorlar. Yapılan haksızlık. Biz de bu haksızlığa son vermek için, çok da haklı ve doğru yöntem olan blok liste ile cevap veririz diyorlar.

Çarşamba, Nisan 08, 2015

Hugolar ve Dünyadaki en yaygın element

Bu hafta sonu Hugo Ödülü adayları açıklandı. Hugo Gernsbeck adına düzenlenen bu ödül dünya çapında bilim kurgu ve fantezinin en eski ve en itibarlı ödülü olarak kabul ediliyor. (Nebula felan da var tabii.) Adayları ve kazananları Worldcon’lara katılanların oyları ile belirleniyor. Yani yaklaşık 40 USD karşılığı bir bilet aldıktan sonra oy kullanma hakkına erişiyorsunuz. Özetle her sene dünyanın önceden katılımcılar tarafından belirlenmiş bir yerinde yapılan Worldcon’a katılan kişiler belirli bir süre zarfında aday gösterme ve gösterilen adayların hangisinin ödüle layık olduğunu belirleme hakkına erişiyor. Bahsettiğimiz katılımcı sayısı ise yaklaşık iki bin civarında. Misal bu sene 2.122 oy kullanılmış.

Bu girişi öncelikle Hugo Ödülleri nedir, nasıl yapılır kısmına açıklık getirmek için yaptım. Zira bu sene ki ödüller hiç olmadığı karar tartışmalı ve politik olacak. Bunla ilgili girizgâhı Hakan hafta başında Hugo adayları hakkındaki yazının yorum bölümünde pek güzel yaptı. Aslında onun üzerine fazla bir yorum yapmaya gerek yok. Sadece biraz daha detay vermeye çalışacağım.

Pazartesi, Mart 09, 2015

Olamamış Akira filmi üzerine

Daha önce pek sevdiğimiz, içselleştirdiğimiz, evladımız bildiğimiz, bağnazca koruduğumuz manga ve anime Akira'nın Holywood tarafından filme uyarlama girişimlerini dehşet ile izledik. Bir iki kere ertelenmesi, iptal edilmesi yüreğimize su serpse de bu iş bir şekilde olabilecek gibi. Ne yazık ki Hitit Güneşindekilerin genel kanısı film çekilirken gişe kaygısı ve Amerikan rüyasına uydurulması işlemi sonucunda ortaya saçma sapan, aslı ile alakası olmayacak bir Akira ortaya çıkması. (Bkz. Dragon Ball) Pek çok konuda huysuz, tutucu ve bağnaz olabilirim ama Amerikan sinema endüstrisinin orjinal eserlerin içine edebilme potansiyelini kimse yadsıyamaz, inkar edemez. Edeni de Hakan'a veririm. 

Perşembe, Ekim 16, 2014

Martin'i beklerken

Hitit Güneşi'ni uzunca bir süredir ihmal ettik. Tabi ki bunun pek çok nedeni var. İş hayatının getirdiği yükler, dönemsel iş artışları, özel hayatımız, mevsim dönümlerinin yarattığı depresif ve bıkkınlık hali, ülkenin içerisinde bulunduğu durum, Doların, Avronun, Pezonun gidişatı, Hindistan'da metre kareye düşen muson yağmuru ortalamasında düşüş, güneş lekeleri, ayın karanlık yüzünde süre gelen karanlık iş ve de en önemlisi tembellik. Her nedense bu akşam biraz da olsa bu tembellikten sıyrılıp iki kelam yazasım var. Bana da çok mantıklı gelmiyor ama bazen garip olay vuku buluyor.

Son dönemlerde Hitit Güneşi dışında salladığım işler arasında kitap okumak, blogları okumak ve dizileri seyretmek de var. Eskisi kadar olmasa da halen üç beş bir şey seyrediyorum ama hepsi kısa ömürlü oluyor. İlk bıraktığım anda bir kez daha ardıma bakmadan uzaklaşıyorum. Neleri harcamadı ki. Doktor Kim başladı, ilk bölümü izleyip durdum. Yine de ona kesin devam edeceğim. Yeni Doktora daha çok şans vermeliyim. Hak ediyor ayrıca. Sanırım halen Taht Oyunlarının yeni bölümlerini bekliyorum. Gerek okumak, gerekse seyretmek için. Kitabı bir Robert Jordan sarmalına girmeden bitmesi umudu içerisindeyim. Diziyi ise son dönemde en çok emek harcanmış dizilerden biri olduğu için ve de Tyrion'a ayrı bir hava katan Peter Dinklage için bekliyorum. Tabi ki sonunun da nereye doğru gittiğini merak etmiyor değilim. 


Pek çoğumuz bunu merak ediyor. Komplo teorileri havada uçuşuyor. Geçenlerde bir tanesini paylaşmıştım. Hiç de fena değildi. Ne olacağını göreceğiz. Herkes tahminler yaparken bir kişi olaya bambaşka bir yöntem ile yaklaşmış. Canterbury Üniversitesinden Richard Vale Bayesci bir istatistiksel yaklaşım kullanarak altıncı kitap Kış Rüzgarları ve henüz ismi olmayan yedinci kitapta kimlerin ağırlıklı olarak yer alacağı ve dolayısıyla hangi karakterin ne kadar yer alacağı üzerinden öykünün gideceği yer konusunda da fikir veriyor. Gerçek Bakanlığınca yasal bir uyarı ve bir nevi kamu spotu olarak açıca ifade ediyorum ki henüz kitapların tamamını okumayan var ise devamını okumamasında fayda bulunmaktadır. Öğreneceklerinden dolayı sorumluluk kabul etmiyorum. Ama en önemlisi ise istatistik içeriyor.

Çarşamba, Mayıs 14, 2014

Taht Oyunları ekrana taşınırken değişiyor mu?

Taht Oyunları son dönemde giderek daha çok takip edilen ve izlenen bir dizi. Bunda G.R.R. Martin'in öykü anlatımı, Westeros'un puslu ortamı ve HBO'nun diziye verdiği önem ile yaptığı yatırımın etkisi var. Ayrıca kitapların ekrana uyarlanış biçimi, alınan, çıkartılan ve eklenen bölümler de bu başarıda pay sahibi. Başta Yüzüklerin efendisi olmak üzere pek çok kitabın televizyona ya da beyaz perdeye uyarlanması üzerine ne kadar huysuzluk yaptığımı arkadaşlarım yakinen biliyorlar ve hatta bilmekten dolayı bir usanç ve pişmanlık içerisindeler dersem çok da abartmış olmam. Özellikle belirli kitapların görüntüye taşınırken yönetmenin hayal gücü ve çapı ile sınırlı kalmaları, kafasına göre ya da izlenme kaygısı (tamamen duygusal) ile yapmış oldukları değişiklikler beni bir hayli hoşnutsuz kılıyor. Bu düşüncelerimi de dile getirmekten, hem de birden çok defa, hiç çekinmiyor ve usanmıyorum.

Ancak konu Taht Oyunları olduğunda her nedense garip bir sakinliğe bürünmekteyim. Açıkcası nedenini çok da bilmiyorum. Tabi ki bu durumun yaşımın getirdiği olgunluktan olduğunu düşünmüyorum. Sanırım Taht Oyunlarında beni çeken öykü ve anlatım tarzından çok Martin'in kişi ve olaylara yaklaşımı. Karakterleri bütün yalınlığı ve eksiklikleri ile ortaya sermesi beni cezbediyor. Aynı şekilde olay örgüsünde kahramanların! zor, hatta imkansız durumlarda mucizevi bir şekilde kurtulmaları, zorlukları aşmaları bu kitapta yok. Hatta tam tersine acayip çuvallıyorlar. Stark ailesi bunun en belirgin kanıtı. 


Salı, Mayıs 06, 2014

Bi memleket gibidir tren...



Güney Kore’li yönetmen Bong Joon-ho’nun son filmi Snowpiercer’ı izledikten sonra zihnimde Gemide filminin başlangıç repliği uyandı. “Bi memleket gibidir gemi” diyordu kaptan; “her şey düzenli ve kontrol altında olmalıdır. Kaidelere uyulmalıdır; kanunlara, nizamlara...”. Bazı metaforlar hiç eskimiyor olmalı ki bu sefer bir Kore’li yönetmen, yüksek teknoloji ürünü bir treni benzer bir mecazi kurgunun içine yerleştirmiş. Ortaya pek çok açıdan kayda değer bir film çıkarmış. Fransız orjinli bir çizgi romandan uyarlama olan Snowpiercer’dan az spoiler eşliğinde biraz bahsetmek istedim.

Cumartesi, Şubat 22, 2014

Ejderhamızrağı ve nostalji

Geçenlerde nette dolaşırken Lauren Davis’in Ejderhamızrağı/Dragonlance ile ilgili yazısına denk geldim. Nostalji oldu. Eski günleri hatırladım. Hitit Güneşi’ni takip edenler, podcastleri dinleyenler bilirler, bu tayfanın cümlesinin Zindanlar ve Ejderhalar başta olmak üzere rol yapma oyunları geçmişi var. Bir kısmımız artık o dönemden utansa da var. Ben bıraklı yıllar oldu. Halen eş dost ile haydi oynat, oynayalım, üşenmeyelim uluslararası internetten oynayalım, oyun yazsana konuşmaları devam ediyor. Eski zor, vaktim yok, olmaz diye cevap verirken, artık cevap bile vermiyorum J.

Ejderhamızrağı seksenli yılların başında meşur ve merhum TSR firması tarafından oyun ve yanı sıra romanlar ile çıkartılmış bir rol yapma oyun evreni. İlk adımını Laura ve Tracy Hickman çifti atarken daha sonra TSR Tracy Hickman ile Margaret Weis ile ortak edip, yıllar süren verimli bir ikili yaratır. İkili pek çok oyun ve hikayenin bel kemiğini oluşturan kitapları yazarlar.

Perşembe, Şubat 06, 2014

Return to Lankhmar


Fritz Leiber
Millenium, 1999
Paperback

Kitap okumalarımın ve yorum yazmalarımın eksik kaldığı uzun bir aradan sonra geri dönüşün siftahını Fritz Leiber’la yaptım. Dedim ki madem bir dönüş yapıyorum, baştan başlayayım ve eski ustaları tekrar okuyayım. Leiber’dan ve onun klasikleşmiş arıza kahramanları Fafhrd ve Gray Mouser’dan başladım.

Return to Lankhmar, Fafhrd ve Gray Mouser öykülerinin beşinci ve altıncısından oluşuyor. Bu sıralama kronolojik bir sıralama ve bundan sonra yedinci ve son öykü olan The Knight and Knave of Swords geliyor.

Beşinci öykü Swords of Lankhmar, Fafhrd ve Gray Mouser’ın Lankhmar limanına yanaşmaları ve rıhtımda alacaklılarından oluşan küçük bir ordu tarafından karşılanmalarıyla açılıyor. Öykü aslında iki bölüm: Birinci bölümde Lankhmar lordu adına Yedi Şehirli Movarl krallığına gemilerle haraç buğday götürmekle görevlendiriliyorlar.Yolculukları bir Nehwon efsanesinin aslında efsane olmadığını acı bir şekilde öğrenmeleriyle sonuçlanıyor. İkinci bölümde Fafhrd ve Gray Mouser’ın Movarl’da ayrı düşmelerinin ardından Lankhmar’ın sayıları on beş kat daha üstün bir ordu tarafından kuşatıldığını öğrendiklerinde nasıl harekete geçtikleri anlatılıyor. Özellikle Gray Mouser’ın bu düşmanların içyüzünü öğrenmek için kelimenin tam anlamıyla şekilden şekile girmesi öykünün en keyifli özelliklerinden biri.

Altıncı öykü, Swords and Ice Magic ilk öykünün bıraktığı yerden devam ediyor. İkilinin eski aşklarına dem vurduktan sonra alımlı iki kadının onları işe almasıyla hikâyenin esas kısmına geçiyor.

Arıza kahramanlarımızı işe alan kadınlar onları adalarını Denizci Mingolların istilasından korumak için tutuyorlar. Bu görev için yanlarına kendileri gibi 12 adam daha almaları için de para veriyorlar. Fafhrd ve Gray Mouser ve toplam 24 adamı adaya ulaştıklarında hiç ummadıkları bir karşılama görürler. Dahası daha önce Nehwon’da adını hiç duymadıkları, başka evrenden gelmiş iki tanrı onlara yardım ederler. Bu tanrılar Odin ve Loki’dir.

Return to Lankhmar, Fafhrd ve Gray Mouser öykülerinin bir anlamda sonuncularını içeriyor sayılır. Efsanelere göre bundan sonraki öyküler planlanmış ama yazılmamışlar. Swords and Ice Magic öyküsü de yapısı ve sonu itibariyle ikilinin maceralı yaşamına bir nokta koyuyormuş gibi. Diğer yandan kronolojik olarak bundan sonra bir öykü daha olması bu efsaneleri yalancı çıkarıyor olabilir. Bunu yedinci öyküyü okuduktan sonra anlayabileceğiz.

Fafhrd ve Gray Mouser, bana sorarsanız Conan kadar güçlü Kılıç ve Büyü karakterleri. Aslında Leiber’a göre bu ikisi Conan’dan daha gerçekçi olmaya yakınlar. Sanırım bunun nedeni zaaflarının Conan’ınkilere göre daha ortada olması.

Ve bu ikiliyi Leiber tek başına yaratmamış. Arkadaşı Harry Otto Fischer da ona yardım etmiş ve sonuçta bu iki karakteri kendilerine benzeterek yaratmışlar. Kendine benzetme, Kılıç ve Büyü evrenlerinde gerçeğe dayalı kahramanlar yaratmanın özellikle o dönemlerde başlıca yöntemi olmalı. Conan ve yaratıcısı Howard’ı da düşününce bu pek şaşılası gelmiyor.

Türkçeya yalnızca bir öyküleri çevrilmiş. Kitabı buldum, adı Kılıç ve Büyü, İthaki Yayınlarından çıkmış, ama Leiber’ın hangi öyküsünü içerdiğini bulamadım. Bileniniz varsa yorumlara eklerse çok sevinirim.

Kalın sağlıcakla…

Salı, Şubat 04, 2014

Yarasadanadam fevkalbeşere karşı

Eski süpermen filmlerini saymaz isek süpermenden pek anlamam. Smallville ya da yeni dizisi, filmi beni hiç cezbetmemişti. Hatta Smallville'deki o saflık, salaklık, beceriksizlik beni öldürmüştü. Hoş son Çelik Adam filmini seyretmedim. Neler kaçırdığımı bilmiyorum , yine de beni çok şaşırtacağını ummuyorum. Gotham'ın koruyucusu Batman için ise durum biraz daha farklı. Bir ara Batman'in çizgi filmlerini takip ediyorum. Dark Knight serisini birinci ve üçüncü film ortalamayı aşağı çekse de gayet beğendim. Evimde bir kaç tane Batman çizgi romanı bile var. her şeye rağmen Batman favori çizgi romanlarım arasında sıralamaya girmekte zorlanır. 

Çarşamba, Ocak 22, 2014

Evan Dahm'in Harikalar Diyarı

Calabash'ın asıldığı mavi çiçek
Vattu'da önem kazanmakta. Dahmn'ın bu tarz
uzun süre planlı dünyası büyüleyici
Evan Dahm, sürrealist fantazi dünyası 'Üst Taraf' ile kalbimde özel bir yer kazanmıştı. Son birkaç yıldır devam eden Vattu serisi, Üst Taraf evreninin sadece sürreal değil, Realpolitik ve devrimci yanlar içeren çok daha derin bir yaratılış olduğunu göstermeye başladıkça Evan Dahm'ın yaptıkları daha çok hoşuma gitmekte.

Sırayla okumak gerekirse şöyle buyurun:

Daha diyeceklerim var... Hemen aşağıda.

Çarşamba, Ekim 23, 2013

Şekilli anlatım ile Pacific Rim

Bizi pek eğlendiren Screen Junkies pek beğendiğimiz! Pacific Rim için fragman hazırlamış ve her zaman olduğu gibi gayet dürüstçe canına okumuş. Aslında podcastte bahsettiğimiz pek çok konuya değinmişler. Tabi ki görüntülü anlatım her zaman daha iyi sonuç veriyor. İlaveten de bet sesimizi de dinlemenize gerek yok :)

Salı, Nisan 09, 2013

Heart of the Comet: Gökyüzünde bir kuyruklu yıldız var!

Gökler bulutlu olmasa aha bunun kalbinden bahsediyoruz.
PANSTARRS kuyruklu yıldızı Andromeda taraflarında çıplak gözlerle gözüküp Andromeda Galaksisi ile yarışmakta iken İngiltere'nin bulutlu ve karanlık göklerinin altında kaldığımdan çareyi alternatif çözümlerde aradım.

Zaten kötü geçen bir Mart ayından sonra geceleri hala buz kesen soğuk ve rüzgarlı Nisan gecelerini dışarıda bulutların arasından bir parça göreceğim diye uğraşmaktansa, Ocak'tan beri kesmeyen fırk-fırk sesleri arasında koltuğıma oturup 'Okunmamışlar' kitaplığından bir kitap çektim. Çektiğim kitap da sert-bilim-kurgu yazarlarının en görkemlilerinden David Brin ile Gregory Benford'un Heart of the Comet -  Kuyruklu Yıldızın Kalbi çıktı. Eğer okumadıysanız çok hızlı bir özetini geçeyim.

Cumartesi, Şubat 23, 2013

Kara Ayna ve Charlie Brooker

Charlie Brooker'i daha çok BBC'deki Screenwipe geyiklerinden tanıyorum. TV izlemediğimden arada bir bunları BBC veya Youtube'da izleyerek İngiltere televizyon kanallarında neleri kaçırdığımı görerek Uçan Spagetti Canavarına teşekkür duaları ediyorum.

Ancak Charlie Brooker, Black Mirror adlı bir yakın gelecek teknolojisi + bilim-kurgu / taşlama dizisi de yapmakta ve şu günlerde ikinci serisi yayınlanmakta.



Apple reklamı tadında bu traileri izledikten sonra devamında dediklerime de bir bakin. Bakmazsanız gidin nerden bulursanız özellikle ikinci sezondan 'Be Right Back' ve ilk sezondan 'The History of You' bölümlerini izleyin!
Hayli de yazdım yav, en iyisi bakın yazdıklarıma...

Çarşamba, Ocak 16, 2013

Altmışikiden tavşan, astroitten uzay istasyonu

Bir habere göre bir takım NASA tayfası bir asteroidi yakalayarak uzay istasyonuna çevirmek istiyor.

Gel gel geeel... Yavaşşş... Duuuur...
Tamam, takozlar nerde abi
Eh... Güzel haber de NASA'nın MBA yapmış grubundan gelmiş olsa gerek, işin içinde pek bir mühendis olmadığı kesin.

Bu tarz 'reklam' projelerin büyük kısmı pek ciddi yapılmıyor. Zaten gerçekleşmesi zor olduğundan daha çok NASA'yı güzel bir gözle tanıtmaya ve bütçe dönemlerinde Amerikan Kongre'sinden para dilenmeye yarıyor.

Mesela...

Cuma, Ocak 04, 2013

Batman olmanın dayanılmaz ağırlığı!

Kötü davran bana, döv beni!

Batman gecelerin karanlık şövalyesi yanlışım yoksa 1937'den beri yayınlanan bir çizgi roman. Pek çok türdeşinden farklı olarak Batman ya da insan içerisinde ismi ile Bruce Wayne sadece bir insan. Her hangi bir süper gücü yok. Bu ezikliğini de aileden gelen milyon dolarlar ile kapatıyor ya da kapatmaya çalışıyor. Ancak sınırları belli. en son filminde Bane belini kırdığı gibi saymayı bilmeyen kahramanımızı suya yatırılmış haydar edası ile dövmüştü. İşte bu noktada E. Paul Zehr Batman olmanın insan sağlına ne kadar zararlı olduğu ve sürdürülmesinin ne kadar zor olduğuna dair bir makale yazmış.