Of ya of.
Scalzi sevdiğim bir yazar. Hayli sıkı macera dolu olan romanlarından tutun, geyiğin dibine vurmuş, bilim kurgudan çok komedi romanlar yazdığında da hastası olmuştum. Gel zaman git zaman, bazı romanları dışında neredeyse bütün serilerini topladım, okudum, raflara dizdim.
Ama ben galiba ‘peak Scalzi’ oldum. The End of All Things ile galiba benim Scalzi ile işim aşağı yukarı bitti. Tabii isterim ki devam edeyim okumaya - almaya, ama dur demenin zamanı geldi galiba. Old Man’s war ile 2005’de başlayan bu macera, galiba benim için 2018’de bitecek.
The Old Man’s War serisini bitirdiğinde araya birkaç farklı kitap sıkıştırsa da, Scalzi kendisini Uzay Operası tarzından çok uzak tutamadığından The İnterdependency (Dayanışma) adinda yeni bir seriye başladı, ilk kitabı ‘The Collapsing Empire - Yıkılan İmparatorluk’ 2017’de piyasaya çıkmıştı, hemen arkasından da 2018’de ‘The Consuming Fire - Tüketen Ateş’ de bu en son okuduğum çift.
The Collapsing Empire ağzımda çok kötü bir tad bırakmıştı ama bu sorun End of All Things’de başladı. Karakterlerin birisinin cinsiyetini kabaca 170 sayfa beraber geçirdikten sonra öğrenince ‘oha’ diyerek geriye gitmiş, sayfa sayfa aramıştım acaba daha önce bahsi geçti mi diye - ve sadece bir tane daha referans bulmuştum. Karakterin cinsiyeti önemli değil, ancak o noktaya kadar bilseydim kafamda çok daha iyi canlandırabilecektim.
Burada da soruna geliyoruz. Diyalog.
Her iki kitap da neredeyse %90 diyalogdan oluşmakta. Karakterler neredeyse hiç bir şekilde tasvir edilmiyor, daha yukarıda gördüğümüz üzere cinsiyetlerini bile bilmekte zorluk çekiyoruz - saç rengiymiş, boyuymuş filan hadi nerdeeee…
Tamam - eh Hakan, sen de hayal gücünü kullan diyebilirsiniz, kullanıyorum, kesinlikle kullanıyorum çünkü başka türlü mümkün değil. Uzay gemilerinin bile ‘büyük’ veya ‘‘küçük’ sıfatları dışında pek bir açıklaması yokken, başka şey yapmak da mümkün değil ki?
%90 diyalog olsun - tamam - ancak neredeyse bütün karakterlerin aynı şekilde Amerikanca konuştuğu bir evren düşünün. Hepsi aynı şekilde kendilerini ifade ediyorlar, anlatıyorlar ve aynı şekilde küfür ediyorlar… Karakterlerden iki boyutlu diye şikayet etmeyi geçtim, bir boyutu aşan pek bir şey görmedim. Böyle bir durumda özellikle bahsi çok az geçen karakterleri insan çok rahat unutuyor, hatta hayli önemli karakterleri bile ‘Ulan bu herif de kimdi?’ diye sorduruyor, eğer bir yandan isimlerle görevlerini not almıyorsan bir yerde, veya Kindle sağolsun, en son nerde bu isim geçti diye hop aratamıyorsan işin gerçekten çok zor.
Hızlı ve iğnemeli standart Scalzi diyaloğu bu romanlarda bolca var, ancak insan bir yere kadar çekiyor bunları.
Bu kadar şikayet ettim, biraz kitaplardan bahsedeyim… Hatta etmesen daha iyi. The Consuming Fire daha bu pazar günü bitti, bugün Salı, ve daha şimdiden kitabı unutmaya başladım. Aklımda ne kaldı ki?
Kısacası durum şöyle. 48 gezegenden oluşmuş bir imparatorluk, aniden imparatorluğun sonu ile karşı karşıya, ancak bir bilim adamı Lord Claremont ile babası ve kardeşi suikastlara uğradığı için istemeyerek imparator olmuş olan Cardenia dışında neredeyse kimse geleceği düşünmüyor. Ultra-kapitalist mega şirketlerin gezegenleri sahip çıktığı bu imparatorlukta tek yüzeyinde yaşanabilen gezegen ‘The End’ bir iç savaş içerisinde. Lord Claremont buradan canı dışında fazla bir şey olmadan kurtulup imparatorluğun merkezine gittiği an ışıktan hızlı yolculuğu mümkün kılan, ‘The End’i galaksinin geri kalanına bağlayan ‘akıntı’ tüpü kapanıyor.
Claremont’un bilim adamı babası Kont Claremont’un teorisine göre imparatorluğun varlığını sağlayan bu akıntı tüplerinin hepsi birkaç yıl içerisinde kapanacak ve imparatorluk bir krize girecek. The End dışında hiç bir gezegende yüzeyde yaşanmadığı için milyonlarca insanın ölümü demek. Ancak Megacorp’ları yöneten ailelerin tek derti güç ve Cardenia’yı indirip yerine geçmek.
Bundan sonra her iki kitap da hem bu akıntıların nasıl çalıştığı üzerine, hem de imparatorluk içi politikalar hakkında.
Tekrar şikayet yerine geldik. hem bu akıntıların nasıl çalıştığı üzerine, hem de imparatorluk içi politikalar hakkında dedik ancak her ikisi de 10 yaşında bir çocuğun bunları nasıl anlayacağı seviyesinde. İyi tamam, gençler için yazılmış bir kitap olduğunu varsayalım, o zaman normal diyelim - ama değil. Kitabın hedef kitlesi en azından 16 yas grubu, bol miktarda nedensiz seks ile karakterleri ciddiye almam zorlaşıyor. Seksin serbest olduğu bir kültür olsa hadi neyse, karakterler arada bir sadakat sorunlarından bahsediyor olmasalar anlayacağım. Yani hem sadakatin beklendiği bir evrendeyiz, hem de gırla hiçbir sebebi olmayan seks - bir çelişki yaratıyor.
Her iki kıtap sonuna kadar okuttu, esasında okumayı bırakacaktım ama bu Pazar öğleden sonra keyfim yerinde koltuğa oturunca, kitabı da yarıladığımı da görünce ‘Eh, bari bitireyim’ dedim, Kindle bana 2 saat için var dedi, bir saatin biraz üzerinde bitti, hatta sonlara doğru sürükleyici bile hissettim ancak önüme sunulan olay döngülerinin hepsi hayli uzaktan sırıttığı için öyle iyi bir zevk de almadım. Eğer keyfim de bozuk olsaydı bu yorum çok çok daha negatif olacaktı.
The Consuming Fire’ı Kindle’de önden sipariş etmeseydim ve sonra bunu unutmuş olmasaydım hiç almayacaktım. Gaflete düştüm, siz düşmeyin. Düşerseniz de en azından beklentilerinizi buna göre ayarlayın.
Bu seri benim için burda biter. Diğer romanlarını alacağımı hiç zannetmiyorum. Bu demek değil ki Scalzi’den tamamen ümidi kestim - umarım yazım tarzı biraz değişir de ben de tekrar zevk almaya başlarım.
Scalzi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Scalzi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Salı, Ekim 30, 2018
Pazartesi, Temmuz 09, 2012
Tor ve Scalzi ve yeni romanı
Tor, John Scalzi'nin yeni romanı 'The Human Division'u bölüm bölüm yayınlayacak. 40 fasiküle bölüp taksitle satsak?
Hep dediğimiz, dilimizde tüy bırakmayan e-kitap olayı ufaktan ufaktan yaşamımızı değiştiriyor. İkinci el kitapcılardan bir şey alamaz olacağım 10 sene sonra. Ne demek? Şimdiden stoklamalı!
Başka dedikodulara göre Scalzi'nin bu serideki ikinci kitabı da The Alien Multiplication, sonra dört işlemi bitirdikten sonra daha ciddi konulara girip önce Kalkülüs, sonra da Türevsel matematik konularına el atacağı, aslında Lewis Carol gibi hep matematik yazmak istermiş! (Yerseniz!)
Hep dediğimiz, dilimizde tüy bırakmayan e-kitap olayı ufaktan ufaktan yaşamımızı değiştiriyor. İkinci el kitapcılardan bir şey alamaz olacağım 10 sene sonra. Ne demek? Şimdiden stoklamalı!
Başka dedikodulara göre Scalzi'nin bu serideki ikinci kitabı da The Alien Multiplication, sonra dört işlemi bitirdikten sonra daha ciddi konulara girip önce Kalkülüs, sonra da Türevsel matematik konularına el atacağı, aslında Lewis Carol gibi hep matematik yazmak istermiş! (Yerseniz!)
Pazar, Şubat 27, 2011
Son Film Haberleri
Haftanın film haberlerininden bahsedeyim dedim. Görünen o ki, yakın gelecekte (ne kadar yakın meçhul) iki bilim kurgu kitabın film uyarlamalarını seyretme şansına sahip olacağız. Philip K. Dick, Ubik ve John Scalzi, Old Man's War.
Fransız sinemacı Michel Gondry ( Green Hornet, Eternal Sunshine of t
he Spotless Mind, vs.) geçenlerde Philip K. Dick'in hastası olduğum romanının filmi üzerinde çalıştığını açıklamış. Umarım sonuçlandırır, umarım güzel bir film çıkarırlar. Film endüstrisi ne de olsa Dick'i inek yapıp sağma konusunda biribiri ile yarışıyor ama ortaya çıkan sonuçlar ortada.

Öte taraftan Paramount Pictures John Scalzi'nin halen okumayı başaramamakta inat ettiğim Old Man's War kitabının film haklarını satın almış. Filmi yönetmesi için de Wolfgang Petersen (Das Boot, The NeverEnding Story, vs.) anlaşmışlar. Her ne kadar kitabı okumasam da Petersen ile güzel film çekecek gibiler. Her iki film için de bekleyip göreceğiz.
Fransız sinemacı Michel Gondry ( Green Hornet, Eternal Sunshine of t


Öte taraftan Paramount Pictures John Scalzi'nin halen okumayı başaramamakta inat ettiğim Old Man's War kitabının film haklarını satın almış. Filmi yönetmesi için de Wolfgang Petersen (Das Boot, The NeverEnding Story, vs.) anlaşmışlar. Her ne kadar kitabı okumasam da Petersen ile güzel film çekecek gibiler. Her iki film için de bekleyip göreceğiz.
Cumartesi, Temmuz 31, 2010
Scalziiiii!!!
Scalzi kardesimiz kitap yazmak icin Whatever bloguna ara veriyor ancak bir grup yazisini bedava ebook olarak dagitmakta. Hemen gidip kapiniz!
Çarşamba, Ağustos 19, 2009
Hüzün Tünellerinde Soldum Kederlerinde
Bu aralar okuduğum, seyrettiğim herşey mi depresif yoksa ben mi depresyondayım sevgili Hitit Güneşi?
Tarih sırasıyla gideyim. Erken Başgösteren Alzheimer's Hastalığı pençesine düşüp hepimizi üzen Terry Pratchett'ın 2008 tarihli Nation isimli eserini okudum geçen ay. Allahım, ne kadar güzel yazılmış bir roman diye diye okudum. Güzel derken "ustaca" veya "maharetle" yazılmış olduğunu kastetmiyorum. Gavurun "beautiful" dediği şekilde güzel. Tatlı tatlı yazmış adam. Dağ manzarası karşısında hayranlıkla karışık bir küçüklük hissiyle bakakalır ya insan, aha işte öyle okudum (seyrettim esasen) kitabı. Şimdiye kadar onlarca kitabını okumuşumdur. Her seferinde zekasına, mizahına, kıvraklığına hayran ola ola okumuşumdur. Ama böylesi yazdığını hiç görmemiştim. (Görmemişimdir? Memişim?) Hemen bütün kitap boyunca insanı saran, sarsan derin bir hüzün hissettim ben. Öyle melodram olaylar olduğundan, karakterler bir felaketten diğerine yuvarlandığından, veya işlenen temaların karanlıklığından filan değil, basbayağı kitabın diline, havasına hakim bir keder hissinden bahsediyorum. Okudukça üzülüyor insan, niye üzüldüğünü de bilmeden.
Kitabı bir solukta okuyup bitirip elimden bıraktıktan sonra da ilginç birşey oldu. Normalde bu kadar beğendiğim - evet çok beğendim - başka bir kitap olsa interneylerde neyim gezer, yorum, trivia filan okurum. Hiçbişiy yapasım gelmedi. Okuduğum kopya kütüphane kitabı olduğu için gidip bir tane satın almayı düşündüm ondan da vazgeçtim. Amazon'da PratchettT videosu var, kitap hakkında. Onu da seyretmedim. Velhasıl bana bir haller oldu sevgili Hitit Güneşi. Bir garip etkiledi bu Nation beni. "Kansu kitabı beğenmiş, bir de kitaptan içlenmiş, bi acaip olmuş" diye okuyacak olan varsa diye söyleyeyim, Nation bir YA kitabı: young adult. Sonradan bize çocuk kitabı kakalamışsın diye kimse bana posta koymasın.

Arkasından geldi Ian R. MacLeod kitabı olan The Great Wheel. Aman ya Rab! Nation'dan sonra şişen yüreğime bir damla rehavet gelir mi acaba diye aldım elime kitabı ama nerede rehavet, nerede letafet... Usta kısa hikayeci MacLeod ilk romanı olan The Great Wheel'a "niyet ettim Allah rızası için Kansu'nun içini kıymaya" diye başlamış. (Yemin ederim kitabın başında aynen böyle yazıyor. [Yalan yere parantez içine yemin etme çarpılırsın.])
The Great Wheel bundan birkaç yüzyıl sonra Dünya'da geçiyor. İnsaniyet doğanın ırzına bir süre geçtikten sonra hafif toparlanmış. Çokuluslu tekel şirket sayesinde savaş ihtimali ortadan kalkmış. İklim düzenleyici zamazingolar, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü veren yapay virüsler, doğum sonrası omurgaya eklenen yardımcı elemanlar filan sayesinde herkes, en azından Avrupalılar, hastalıksız yaşıyor. Avrupa dışında kalan tayfa, Borderers, ise bir çeşit füzyon kültür oluşturmuş, gariban gariban yaşıyor - ve ölüyor.
Adamımız, Father John, inanç bunalımı yaşamış, imanını yitirmiş, Avrupalı bir Hristiyan rahip; üçüncü dünya tadındaki Borderer şehri Endless City'ye tayini çıkmış, orada yerli halka kendince şifa veriyor, huzur dağıtıyor. Bünyesinde barındırdığı virüsler Borderer halk için öldürücü olabileceğinden adamımız her daim onlardan uzak durmak, elinde eldivenle ve dezenfektan spreyle gezmek zorunda. Yerli halk arasında bir çeşit kan kanserinin beklenmedik yüksek oranda rastlanır olduğunu farkeden Father John kanserin sebebini bulmak için yollara düşüyor ve yol boyunca kendisine yarenlik eden bir yerli kıza aşık oluyor. Bu esnada yolculuk da spiritüel bir hal alıyor: John, komadaki ağabeyinin hatırası ile bir çeşit iç hesaplaşma yaşıyor. Kanserin sebebinin atom bombası yemiş bir bölgede yetiştirilen ve halk tarafından tütün çiğner gibi çiğnenen bir yaprak olabileceğini bulan John şehre dönüyor ve olaylar gelişiyor...
Görüldüğü üzere son derece bayık ve belki de biraz bayat bir hikaye. İnancını yitirmiş, şehvetin pençesine düşmüş rahip teması daha önce filmlerde, kitaplarda defalarca işlenmiş olduğundan ilk bakışta çok çekici değil. Kitabı iyi yapan unsur, yazarın mahareti. MacLeod'un yazdığını okumak çaba istiyor. Yazarın kelime dağarcığı çok geniş ve bu dağarcığı ustaca kullanıyor. Cümlelerini yer yer karmaşıklaştırmaktan da kaçınmayan MacLeod - mesela Scalzi'nin The Android's Dream'ine kıyasla - daha zor okunan ama zor olduğu nispette tatminkar da olan bir üslupla yazıyor. Ve bir de tabii elem, keder, ah hüzün... Baş karakterimiz John'un her daim etrafını kaplayan bir karanlık hava var. Yukarıda Nation'daki yeis havasını tarif edemediğim gibi bu karanlık havayı da anlatmam, aktarmam zor. İdare ediver artık Hitit Güneşi, hüzünlü dediysem hüzünlü. Daha tarife ne hacet.
Beni üzen son eser ise District 9 isimli sinema filmi oldu. Bundaki üzücülük öyle karmaşık filan değil, basbayağı film formülü üzüntüsü, Tabasco sos acısı. "Bunun böyle olduğunu, adamların seni ölçülebilir miktarlarda ajitasyon ile üzdüğünü bile bile niye üzülürsün be adam?" dersen, Hitit Güneşi, ona da verecek cevabım yok. Irkçılık üzücü bişey. Siz de üzülün.
District 9 hakkında burada, yani ABDde epey gürültü yapıldı. Film hakkında bilinmeyen çok birşey kalmadı. Peter Jackson'ın LotR ve King Kong filmlerinden sonra Yeni Zelanda'daki tesislerden bir çeşit Bollywood yarattığını sanırım herkes biliyor artık. Jackson bu sayede klasik Hollywood stüdyo fenalıklarından uzak durabiliyor, istediği filmi istediği gibi yapabiliyor, filan fıstık. İşte bu Peter Jackson, Halo filmi çeksin diye işe aldığı Neill Blomkamp kardeşimize, Halo projesi battıktan sonra "Madem buraya kadar geldin, bize bi film çek de havamızı bulalım" diye çektirmiş bu filmi. Yönetmenin Alive in Joburg adlı kısa filmini temel almışlar.
Bir kısım (birkaç yüz bin) zuzaylı kocaman bir gemiye doluşup dünyaya gelirler. Teknelerle, tırlarla Avrupa'ya gitmeye çalışan kaçak göçmen hesabı bir şekilde dünyaya kadar ancak gelebilip sonra sefil olurlar. Bunlara geçici diye verilen kamping arazisi kısa sürede etrafı çitle çevrili kendin-pişir-kendin-ye, iki milyon nüfuslu getto toplama kampı havasına bürünür. Çevre ahali bunlardan şikayetçi olur. Sosyologların pek sevdiği 'öteki' kavramı işbaşı yapar ve öfke, nefret, farklı olanı hor görme şeklinde tezahür eder. Filmin başında tam bir kalpsiz pezevenk olan ve zuzaylılara köpek çeken adamımız bir kaza sonucu zuzaylıya dönüşmeye başlayınca ebesininkini görür. Oh, canıma değsin!
Böyle kısa yazdığıma bakmayın; aslen, filmi beğendim. Modifiye Toyota kamyonetler vardı, hastası oldum. Bilgisayar oyunlarından çıkma zuzaylı silahlar vardı, değdiği adamı moleküllerine ayrıştıran, çok beğendim. Siz de gidin, izleyin. Tavsiye ederim.

Kitabı bir solukta okuyup bitirip elimden bıraktıktan sonra da ilginç birşey oldu. Normalde bu kadar beğendiğim - evet çok beğendim - başka bir kitap olsa interneylerde neyim gezer, yorum, trivia filan okurum. Hiçbişiy yapasım gelmedi. Okuduğum kopya kütüphane kitabı olduğu için gidip bir tane satın almayı düşündüm ondan da vazgeçtim. Amazon'da PratchettT videosu var, kitap hakkında. Onu da seyretmedim. Velhasıl bana bir haller oldu sevgili Hitit Güneşi. Bir garip etkiledi bu Nation beni. "Kansu kitabı beğenmiş, bir de kitaptan içlenmiş, bi acaip olmuş" diye okuyacak olan varsa diye söyleyeyim, Nation bir YA kitabı: young adult. Sonradan bize çocuk kitabı kakalamışsın diye kimse bana posta koymasın.

Arkasından geldi Ian R. MacLeod kitabı olan The Great Wheel. Aman ya Rab! Nation'dan sonra şişen yüreğime bir damla rehavet gelir mi acaba diye aldım elime kitabı ama nerede rehavet, nerede letafet... Usta kısa hikayeci MacLeod ilk romanı olan The Great Wheel'a "niyet ettim Allah rızası için Kansu'nun içini kıymaya" diye başlamış. (Yemin ederim kitabın başında aynen böyle yazıyor. [Yalan yere parantez içine yemin etme çarpılırsın.])
The Great Wheel bundan birkaç yüzyıl sonra Dünya'da geçiyor. İnsaniyet doğanın ırzına bir süre geçtikten sonra hafif toparlanmış. Çokuluslu tekel şirket sayesinde savaş ihtimali ortadan kalkmış. İklim düzenleyici zamazingolar, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü veren yapay virüsler, doğum sonrası omurgaya eklenen yardımcı elemanlar filan sayesinde herkes, en azından Avrupalılar, hastalıksız yaşıyor. Avrupa dışında kalan tayfa, Borderers, ise bir çeşit füzyon kültür oluşturmuş, gariban gariban yaşıyor - ve ölüyor.
Adamımız, Father John, inanç bunalımı yaşamış, imanını yitirmiş, Avrupalı bir Hristiyan rahip; üçüncü dünya tadındaki Borderer şehri Endless City'ye tayini çıkmış, orada yerli halka kendince şifa veriyor, huzur dağıtıyor. Bünyesinde barındırdığı virüsler Borderer halk için öldürücü olabileceğinden adamımız her daim onlardan uzak durmak, elinde eldivenle ve dezenfektan spreyle gezmek zorunda. Yerli halk arasında bir çeşit kan kanserinin beklenmedik yüksek oranda rastlanır olduğunu farkeden Father John kanserin sebebini bulmak için yollara düşüyor ve yol boyunca kendisine yarenlik eden bir yerli kıza aşık oluyor. Bu esnada yolculuk da spiritüel bir hal alıyor: John, komadaki ağabeyinin hatırası ile bir çeşit iç hesaplaşma yaşıyor. Kanserin sebebinin atom bombası yemiş bir bölgede yetiştirilen ve halk tarafından tütün çiğner gibi çiğnenen bir yaprak olabileceğini bulan John şehre dönüyor ve olaylar gelişiyor...
Görüldüğü üzere son derece bayık ve belki de biraz bayat bir hikaye. İnancını yitirmiş, şehvetin pençesine düşmüş rahip teması daha önce filmlerde, kitaplarda defalarca işlenmiş olduğundan ilk bakışta çok çekici değil. Kitabı iyi yapan unsur, yazarın mahareti. MacLeod'un yazdığını okumak çaba istiyor. Yazarın kelime dağarcığı çok geniş ve bu dağarcığı ustaca kullanıyor. Cümlelerini yer yer karmaşıklaştırmaktan da kaçınmayan MacLeod - mesela Scalzi'nin The Android's Dream'ine kıyasla - daha zor okunan ama zor olduğu nispette tatminkar da olan bir üslupla yazıyor. Ve bir de tabii elem, keder, ah hüzün... Baş karakterimiz John'un her daim etrafını kaplayan bir karanlık hava var. Yukarıda Nation'daki yeis havasını tarif edemediğim gibi bu karanlık havayı da anlatmam, aktarmam zor. İdare ediver artık Hitit Güneşi, hüzünlü dediysem hüzünlü. Daha tarife ne hacet.
Beni üzen son eser ise District 9 isimli sinema filmi oldu. Bundaki üzücülük öyle karmaşık filan değil, basbayağı film formülü üzüntüsü, Tabasco sos acısı. "Bunun böyle olduğunu, adamların seni ölçülebilir miktarlarda ajitasyon ile üzdüğünü bile bile niye üzülürsün be adam?" dersen, Hitit Güneşi, ona da verecek cevabım yok. Irkçılık üzücü bişey. Siz de üzülün.
District 9 hakkında burada, yani ABDde epey gürültü yapıldı. Film hakkında bilinmeyen çok birşey kalmadı. Peter Jackson'ın LotR ve King Kong filmlerinden sonra Yeni Zelanda'daki tesislerden bir çeşit Bollywood yarattığını sanırım herkes biliyor artık. Jackson bu sayede klasik Hollywood stüdyo fenalıklarından uzak durabiliyor, istediği filmi istediği gibi yapabiliyor, filan fıstık. İşte bu Peter Jackson, Halo filmi çeksin diye işe aldığı Neill Blomkamp kardeşimize, Halo projesi battıktan sonra "Madem buraya kadar geldin, bize bi film çek de havamızı bulalım" diye çektirmiş bu filmi. Yönetmenin Alive in Joburg adlı kısa filmini temel almışlar.
Bir kısım (birkaç yüz bin) zuzaylı kocaman bir gemiye doluşup dünyaya gelirler. Teknelerle, tırlarla Avrupa'ya gitmeye çalışan kaçak göçmen hesabı bir şekilde dünyaya kadar ancak gelebilip sonra sefil olurlar. Bunlara geçici diye verilen kamping arazisi kısa sürede etrafı çitle çevrili kendin-pişir-kendin-ye, iki milyon nüfuslu getto toplama kampı havasına bürünür. Çevre ahali bunlardan şikayetçi olur. Sosyologların pek sevdiği 'öteki' kavramı işbaşı yapar ve öfke, nefret, farklı olanı hor görme şeklinde tezahür eder. Filmin başında tam bir kalpsiz pezevenk olan ve zuzaylılara köpek çeken adamımız bir kaza sonucu zuzaylıya dönüşmeye başlayınca ebesininkini görür. Oh, canıma değsin!
Böyle kısa yazdığıma bakmayın; aslen, filmi beğendim. Modifiye Toyota kamyonetler vardı, hastası oldum. Bilgisayar oyunlarından çıkma zuzaylı silahlar vardı, değdiği adamı moleküllerine ayrıştıran, çok beğendim. Siz de gidin, izleyin. Tavsiye ederim.

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)