Mert Yanıkoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mert Yanıkoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Mayıs 02, 2016

İnsan-ı Kabil



Habil'i Öldüren Kabil, Gaetano Gandolfi. 17. YY


Habil, imanla, Tanrı’ya Kabil’den daha iyi kurban takdim etti, ve onun hediyeleri hakkında Tanrı şahadet ederek, bununla salih olduğuna şahadet olundu; ve ölmüş olduğu halde, bu vasıta ile hâlâ söylüyor.
İbranilere Mektup, 11:4
Saçmalıklar Kitabı

Kendimi size tanıtmak istiyorum. Bunu yaparken ailemizin bize koyduğu isim ve ailemize diğerleri tarafından konulan soy ismini kullanmayacağım. Başkalarının beni tanımlamak için kullandıkları kelimelerin bir ehemmiyeti yok. Mühim olan kim olduğum değildir, ne olduğumdur. Yanlış anlamayınız. Kendime bir nesne muamelesi yapmıyorum. Fakat birinin gerçekte ne olduğunu anlamak için onun tabiatını bilmeniz gerekmektedir. Onun tabiattaki isimi onu tarif eder. Filozofların, simyacıların ve efsunbazların asırlardır kişinin ve maddenin gerçek ismini öğrenmek için didinmeleri boşuna değildir. Velhasıl konuyu daha fazla uzatmayayım.

Perşembe, Mayıs 16, 2013

Fırıldak Halil ile Fayrap Ali’nin Galata Seyrüseferi

Halil son anda dümeni kırınca iskeleden gelen tekneden kaçabildi. Tekne şöyle bir sarsıldı. Güvertedeki kadınların bağırışlarını biran yükseldi ve başlarındaki adamın hoyrat buyurması ile kesildi. Adam kadınları susturup Halil’e yükledi.

“Kaptan! Naptığını sanıyorsun? Mal taşımıyorsun. Adem evladıyız. Ayıptır, günahtır. Görmez misin nereye gittiğini?”

Halil içinden bir hasbinallah çekip söyleyeceklerini yuttu. Alttan almak lazımdı. Ne de olsa müşteri veli-nimetti.

Cuma, Eylül 21, 2012

Hitit Güneşi Öyküleri Epizort 5! Fırsatları Ayarlama Enstitüsü!

Saygıdeğer Ent Efendi'nin öyküsünü neredeyse tam iki sene önce burada yayınlamıştık. Şimcik bir de Eralp'in sesinden dinleyelim! Kimse bize çok tembel olduğumuzu söylemesin! En azından yüzümüze söylemesin!
Linkler zıpladıktan sonra!

Cumartesi, Eylül 11, 2010

Fırsatları Ayarlama Enstitüsü

Zayi İrdal iğneleri yere düşürmemek üzere tasarlanmış sıralı kutular silsilesi Ankaray’da bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken, öte yandan fısıldarının ayarlarını düzeltmeye çalışıyordu. Ortama yapılan gümbür gümbür yayın bir taraftan da fısıldarlara erişiyordu. Pek kıymetli halkın gündemden uzak kalmaması için büyük bir titizlikle verilen bu hizmet, kamusal alan sayılan Ankaray’da fısıldarların ayarlarını değiştirme hakkı demekti. Aynı sloganlar her yerdeydi. “Gündem Masası, size mi düştü elalemin tasası? Kaçırmayın kazancı, işte Cemal Ayarcı!” Her görüntüde, her fısıldarda aynı adam vardı. Mesai saatlerinde Kuantum Loto ve biricik sunucusu Hülya Kübra’ya erişim ne yazık ki yoktu.

Fısıldarın ayarlarını düzeltse de bu sefer kalabalıkta ite kaka kendine yer açıp canlanan 4B reklamlar vardı. Her fırsatta yolcuların türlü şirinliklerle dikkatlerini çekip haber özetlerini ve haberle ilgili ürünlerini tanıtıyorlardı. Pek mühim yolcuların haberleri, daha da önemlisi reklamları mümkün olan her fırsatta izlemeleri için tasarlanmış sistemden kaçış yoktu.

İş mülakatına gidiyordu. Mezun olduğundan beri sayısız işe başvurmuş, mülakata girmişti. Ehlivukuf bir işsizdi. Hangi işlere başvurmamalı, mülakatta neler söylememeli gibi konularda tam bir uzmandı. Şirketler tuvalet kağıtlarını dolduracak kadar uzun özgeçmişler istiyorlardı. Şartlar ağır ama işe alınma ihtimali kabul edilebilir düzeydi. Kamu ise hayaldi. İşe alınacak “uygun kişi” hep belliydi. Yine de bugün bir kamu mülakatına gidiyordu. Annesi onun yerine başvurmuş, sıkı sıkıya öğütlemişti.

“Devlet kapısı demek hayatının kurtulması demek. Garanti iş, garanti aş. İşsize kız da vermezler, açıkta kalıverirsin. Dünya gözüyle seni işe sokup bir de evlendirsem başka bir şey istemem.”

Evden çıkarken giderek anneleşmişti.

“Sakın kendini kovdurma emi!”
“Anne işe alınmadan nasıl kovulabilirim?”
“Sözümü dinle sen. Amirlerine saygıda kusur etme. Sahip çık işine. Kovulma.”
“Anne sonuç belli, işe alacaklar veyahut almayacaklar. Yok ötesi.”
“Olsun oğluşum, hiç belli olmaz. Kulağına küpe olsun.”
“Anne lütfen!”

Tam ortama alışmışken Ankaray İdaresince görülen lüzum üzerine tekrar ayarlanan fısıldarlar, kullanıcılarının elinde olmayan nedenlerle Kamu Kanalına bağlanıp saatin Gündem Masası saati olduğunu ilan ettiler. Ankaray’ın başında, sonunda, ortasında Cemal Ayarcı bedenlenerek yolcuları selamladı.

“Amerika’dan dört nala gelen, arada Avrupa’yı sallayan fırsatlar ülkemize bugün saat 11.05’de ulaşacak. Derhal yazınız, tekrar etmeyeceğim. Kilit ürünler keten pantolon, yapışmaz tava ve oto lastiği. Ürünlerden en az beş, ortalamada ise sekiz adet alınması sizi, ülkemizi, yani cümlemizi ihya edecek. Evet! Tam bir fırsat. Gerisi teferruat.

Geçen hafta Gündem Masasının önerilerine uyarak Ahşap Masa, Pastörize Yumurta ve Sac Levha alanlar kazandı. Fırsatları Ayarlama Enstitüsünün açıkladığı raporlara göre kar oranları %523’den başlıyor. Haberlerin şahı, Cemal Ayarcı! İyi günler diler.”

Zayi Yeni Bakanlıklar durağından çıkacakken fısıldarı fısıldadı.

“Kısmet Cihazı”

Kaderle, kısmetle arası iyi değildi. Yine de fısıldarın öğüdüne uyarak kedi resimlerinin altında kocaman “Gerçekleşmeyene kadar her şey mümkündür!” yazan cihaza barkodunu okuttu. Birkaç saniye öncesine kadar reklamların harman olduğu camda bir kelime ve bir sayı belirdi. “Mkim 3033” Zayi sabır ve saflık arasında bir noktada falını beklemeye devam etti. Ekrana gelecek kehanetin umuduyla fakir karnını doyurdu. Geçte olsa hakikati anlayınca okkalı bir küfür salladı.

“Elaleme destan yazar, bana gelince küfür sayar. Lanet olası silikon bazlı kuantum yaşam formu.”

Durağın iradesini durarak gösteren yürüyen merdivenlerini geçip eski nostaljik merdivenlerden çıkarken yükselen bakanlık gökdelenlerine baktı. Hepsi devletin, iktidarın gücünü ve ihtişamını dışa vurmak, göğü delerek fezaya ulaşmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Güneş bu metal ve beton ormanından aşağıya sızamıyordu.

“Ara Sokak No:3 Yeni Bakanlıklar" Sahip olduğu ucuz, işsiz model fısıldar ancak adresi fısıldayabilir, mevcut noktadan hedefine ulaşmasını sağlayacak ve bu sırada en karlı alışveriş olanakları sağlayacak yolu ballandıra ballandıra anlatamazdı. Bırakınız üç boyutlu bir tasviri, basit iki boyutlu yol göstericiden bile mahrumdu. İşsizliğin göz kör olsun.

Etrafındaki sokakları süzdü. Sokağın ismine yaraşır bir ara sokak aradı. Binaların yanında sokaklar önemsiz, sönük kalıyordu. Her binanın girişinde albenili görüntüler ait olduğu bakanlığın ismini ve bittabi halka yol gösteren reklamları sergiliyordu. Görüntüler akıyordu. Bakanlığın kuruluşu, bakanlığın başarıları, bakanlığın önemi derken Bakan Efendinin kendisi işgal ediyordu camı. Bakan Efendi toplantı halinde, Bakan Efendi açılışta, Bakan Efendi kapanışta, Bakan Efendi Başefendiyle, Bakan Efendi orada, Bakan Efendi burada. Her bakanlığın görüntüleri diğeri ile kıyasıya bir rekabet halinde, daha canlı görüntüleri silah yapmış, değişik ve can alıcı sloganları mermi etmiş birbirleriyle çatışıyordu. Kapışmanın ortasında ise kara takımlı bürokratikler kendilerinden emin, etrafta olan bitene ilgisiz meşhur ifadeleriyle her ne işleri var ise, onlara yetişmek için hızlı ama vakur adımlarla koşturuyorlardı.

Fısıldar görüşme saatinin yaklaştığını fısıldamaktan yorulup titremeye başlayınca Zayi adresi bulmak için sadece on dakikası kaldığını fark etti. Bürokratiklere sormak ihtimal dahilinde olmadığı için elindeki son çareye başvurdu. Gözüne kestirdiği ara sokaklara baktı. Hesapladı. Saydı. Okulda ona öğretilen tümevarım, tümdengelim, türlüsü işe yaramayınca en işe yararına kullandı. "ya ondadır ya bunda, helvacının kı-zın-da!" İlla ki bu sokak olmalıydı. "İşte talihli sokak. Ya kısmetimde ya kuantumda, Kübra’nın ku-ca-ğın-da!" derken buldu kendini. Bugünlerde fazlasıyla Kuantum Loto seyrediyordu. Geçenlerde Kübra onu rüyasında ziyaret etmiş, hülyalardan hülyalara koşturmuştu. Şeytan kulağına kurşun, sakin kalmalıydı. Önünde koskoca bir mülakat vardı.

Seçtiği ilk ve sonra seçtiği eser miktarda sokaklardaki üç numaralı binalara girdi. Cümlesinden görevli koruma bürokratiği tarafından çeşitli şekillerde kapı önüne konuldu. Kazara adresi bulduğunda mülakat saati gelmiş, utanmadan geçmeye bile başlamıştı. Sokak, ismini arada olmasından değil, bulmak için insanların onu aramak zorunda olmasından almış olmalıydı.

Gündem Bakanlığı, İnsan Kaynakları Müdürlüğü, 42 Nolu Ek Kamu Hizmet Binası camda gururla parlıyordu. Zayi aceleyle içeri girdi ve ilk gördüğü insan evladının yakasına panikle sarılıp sordu:

"Mülakata geldim ama çok geç kaldım, ne yapacağım? Gerçekten benim hatam değildi."

Elinde parça hızlandırıcılı yer, cam, tavan, kapı ve de köşe silme zımbırtısının naylon kaplanmış uzaktan kumandasını sadece tutan ama kullanmayan adam Zayi'yi itti. Üzerine giymiş olduğu kara, düğmesiz tulumu tiksinti ile düzeltti. Kendinden emin bir ifade ile "Tek düğme beş yıldan başlar hemşerim. Boru değil." diyerek aralarındaki statü farkının altını açıkça, herhangi bir tereddüde yer bırakmaksızın çizdikten sonra babacan bir sevecenlikle yolu tarif etti.

Binanın üçüncü katındaki bekleme salonuna ulaştığında kan ter içerisinde kalmıştı. Kravatı görev yerini terk eylemiş, gömleği ise isyankar bir tutum içerisinde pantolonunun boyunduruğundan kurtarmıştı kendini. Üstüne üstlük katta yer gök kapı idi. Zihnindeki kısıtlı sayıdaki gri hücreyi adresi aramak için tükettiğinden uzayan tepki süresiyle gözünün önünde tren olarak şekillenen kapılara bakakaldı. Bu sırada kapılardan birisi açıldı. Koyu renk dar tayyörü, yüksek topuklu ayakkabıları, kalın çerçeveli dijital gözlükleri, elinde son üretim fısıldarıyla bir kadın çıktı. Aşağılayıcı bakışlarıyla Zayi’yi sadece birkaç salise süzdükten sonra bas bariton sesi ile ona hükmetti: “Gir içeri aday!”

Zayi kadının iktidarı karşısında ezilerek, adeta sürünerek odaya girdi. Mülakat denen durum genel kabul görmüş hali ile bir seçici zümrenin kişiye seçici sorular silsilesi yöneltmesidir. Soruların çap ve ebatları değişiktir. Yer yer acımasız, çoğunlukla yargılar bir ortamda geçer. Zümre kibar ise “zorlandık ama sonunda karar verdik” mesajını vermek için işi uzun tutar. Kısa sürenlerde verilen mesaj basittir. “İkile!” Zayi hiçbir mülakatta başarılı olamadığı için işe alınacağı zaman ne yaptıkları hakkında hiç bir fikri yoktu. Bu nedenle o andan sonra yaşananları algılayamadı.

“Otur ve adını söyle.”
“Zayi İrdal. Babam Ziya koymak istemiş ama aval nüfus memuru Zayi yazmış. Kısmet işte. Gül gibi isim adım misali zayi ol…”
“Kısa kes! Ben Mülakat Masasından Kıdemli Sorgu Memuresi, Mahmude Sorangöz.

Aday: Zayi İrdal.
Okuldan yeni mezun.
Ailesinin en küçük mahdumu.
Baba: Emekli.
Anne: Ev kadını.
Okul: Kamu yönetimi.
Zeka: Vasat.
Siyasi eğilim: Kararsız.
Adli sicil: Temiz.
Derecelendirme: Genel H-, özel A+.

Söyle bakalım Zayi İrdal bu iş için seni öneren herhangi bir memur, yüksek makamlardan birini işgal eden bir akraba, tanıdık veyahut benzeri mühim bir zat var mıdır?”

Derin ve anlamlı bir sessizliği acı bir cevap takip etti:

“Ne yazık ki tanımam. Ama yan koşumuz Minare Hanımın rahmetli beyinin …”
“Kafi! Çık ve dışarıda bekle.”
“Ez beni, kır benliğimi, esir eyle ruhumu. Al beni!” diye haykırmak istedi Zayi. Gece gördüğü rüyalar tekrar dikkatini dağıtmıştı. Mahmude Hanım dolgun hatları ve tartışmasız iktidarıyla cezbediyordu. Kendini toplayıp belki yararı olur umuduyla kafasını mahzunca eğerek odayı terk etti.

Bekleme salonu olarak tanımlanan mekanda tek bir koltuk, tabure ya da oturma işlevini destekleyecek nesne yoktu. Ayakta beklemeye başladı. Ancak geçen zaman içerisinde beklemenin verdiği dayanılmaz bıkkınlığı bacakları kaldıramayınca merdivenlere oturmaya yeltendi. Ne vakit ve nasıl olay mahalline duhul ettiği belli olamayan Hizmetli Bürokratiğin “O merdivenleri işgal etmek kaç yıldan başlıyor, haberin var mı hemşerim?” cümlesi yüzünde patladı. Yetmedi yankılandı duvardan sekti tekrar patladı.

Bacaklarını kopmuş, ayaklarını ise hiç var olmamış hissetmeye yetecek kadar süre geçince kapıda sorgu memuresi gözüktü. Olabilecek bütün sevecenliği ile konuştu.

“Aday Zayi İrdal sen misin?”
“Hatırlamıyor musunuz? Mülakatta idiniz ...”
“Cevap ver aday!”
“Evet”
“Sonuçlar için evrakını beşinci kata çıkar.”

Beşinci katta üçüncü katın tam tersine kapılardan imtina edilmişti. Açık bir ofis olarak düzenlenmiş, dalga dalga, birbirini destekleyen siperler misali masalar kullanılmıştı. İlk ve onu takip eden eser sayıdaki masayı işgal eden Bürokratiklerin yakın ilgisizlikleri sonucunda ulaştığı masadaki nur yüzlü Bürokratik işlemlerine elinden geldiğince hızlı başladı. Sayısız 4B reklam arası, çay molası ve yan masalar ile girişilen sohbet partilerinin sonucunda işlemler neredeyse tamamlanarak Zayi sekizinci kattaki amire sevk edildi.

Odasına girdiği Amir Bürokratik ise diğerlerinden farklı olarak onla konuştu. Ne kadar tek taraflı olsa da içi bir an mutlulukla doldu. Sadece bir an.

“Bilir misin neden kamu bu çağda halen kağıt kullanır? Bu kamunun gücüdür. Tüm imkanlara karşılık işleri halen kağıt üzerinden sürdürebilme gücü. Bunu tasavvur etmeye çalış. Dönmekte inat eden arzı durdurmakla eş değer bir kudretidir.”
“…”

Evrakı imzalayıp, kaşeleyip, mühürleyerek düğümledikten sonra Zayi’yi defetti. Böylece katların tavafını tamamlayarak üçüncü kata dönebildi. Katta Mahmude Hanımı görünce Zayi’nin yüzü aydınlandı.

“Sen aday Zayi İrdal mısın?”
“Biraz önce bana evrakı ...”
“Cevap ver aday!”
“Evet”
“Evrak!”

Mahmude Hanım uzun uzun evraka baktı.

“Zayi İrdal?”
“Ama?”
“Cevap ver! Sen artık bir memursun. Memur emir alan kişi demektir. Burada ve dışarıda, soruları sadece ve sadece ben sorarım Zayi İrdal. Niye? Ben Mülakat Masasından Kıdemli Sorgu Memuresi, Mahmude Sorangöz’üm! Tevellütün nedir ki benimle böylesi doğrudan bir münasebete giriyorsun. Kıdem yok, tecrübe ekside, zeka ise yerlerde. Haddini bil memur!”

Zayi’nin vücudundaki kaslar aynı anda, tek başlarına ve cümleten titrediler. Emir almaya, hükmedilmeye, memuriyete aç benliği “Yerle yeksan et beni. Ufala beni. Sahip ol bana!” diyerek haykırırken, beynindeki şimdilik hasarsız, az sayıdaki ufak gri hücrelerin birbirlerine ilettikleri elektrik sinyalleri Zayi’nin yüzüne boş ve anlamsız bir ifade olarak yansıdı. Sorgu memuresi sonuçtan memnun devam etti:

“Mühim Krizleri İkame Memuru olarak Gündem Bakanlığı, Fırsatları Ayarlama Enstitüsü’ne asaleten atandın. Fısıldarına gerekli talimatlar yüklendi. Yarın gel, işe başla. Takım elbiseni unutma. Koyu renkli. Tercihen siyah. İçerisine beyaz gömlek. Kravatı da unutma. Koyu renkli. Tercihen siyah. Sicilin 3033. Sakın geç kalma memur!”

Zayi bu mutlu haberden dolayı mutluluktan memureyi öpmek ile iktidarı karşısında ayaklarına kapanmak arasında kalıp tereddüde düşünce herhangi bir icraat gerçekleştiremedi. Sonuçta taze kapanmış kapıya bakakaldı.

Yaşanan gariplikleri idrak edemeyecek kadar mutlu ve bir o kadar da toy olan Zayi’nin Ankaraya binip eve gitmesi, sevinçli haberi vermesi ile annesinin onu takım elbise (tercihen siyah) ve gömlek (tercihen beyaz) alışverişine götürmesi uzay zaman düzleminde hemen hemen aynı noktaya isabet etti.

Uyumakta zorlanarak canlı ve banttan, üç ve dört boyutlu, defalarca Hülya Kübra ile Kuantum Loto eşliğinde geçen gece, sabaha dönerken kendine geldi Zayi. Acele bir tıraş, ne tüketildiği hatırlanmayan ancak okunmuş su ve pirinç ile taçlandırılan kahvaltı ardından törenle ana evini terk ettiğinde artık Yeni Bakanlıklar semtinin bir sakini idi.

Ne Ankaray’ın kalabalığı ne de fısıldarına defalarca tecavüz etmeye çalışan Ankaray idaresi umurunda değildi. Ne de olsa o artık bir Mühim Krizleri İkame Memuru idi. Pek afili pek anlaşılmaz bir unvanı vardı. Ne iş yapacağını çok merak ediyordu. Herkesin imrendiği Fırsatları Ayarlama Enstitüsünde çalışacaktı. Mahallede herkes onu tanıyacak ona hürmet gösterecekti. İlk fırsatta evlenmeliydi.

Birden her yere konuşlanmış 4B reklamlar kendi görüntüsü ile bedenlendi. Aynı anda fısıldarı Kamu Kanalına geçerek yayına başladı. Cemal Ayarcı’nın sesi tüm Ankaray’ı doldurdu. Hüzünlü ve bezgin konuşuyordu.

“Pek muhterem efendiler. Dün ülkemize gelen fırsat ne yazık ki şu anda gördüğünüz zat tarafından yapılan hatalı hesaplamalar neticesinde zayi olmuş olup, satın aldığınız ürünlere rağmen fırsatlar ülkemizi teğet bile geçmemiştir. Ülkece kaybımız yüksektir. Ancak Gündem Masası ve Fırsatları Ayarlama Enstitüsü ulvi görevi gereği içi kan ağlayarak da olsa evladı olan MKİM 3033 Zayi İrdal hakkında yasal işlemleri başlatmış olup, memuriyetle ilişiği kesilmiştir. Lütfen yaptığı bu hataya rağmen bedbaht Zayi İrdal’ı hor görmeyiniz. Saygılarımla arz ederim.”

Birden sesi canlandı. Eski neşesi yerine geldi.

“Yeni fırsatların eli kulağında. Unutmayın konu fırsat ise gerisi teferruattır. Bizi izlemeye devam edin. Az sonra bugüne özel Kuantum Loto ile Hülya Kübra.”

Pazar, Ağustos 29, 2010

Simurg

İşte yeni sabah. Bir kez daha gün doğuyor. Yeni bir gün. Yeni bir çatışma, kavga, savaş. Ufak dairemin, derme çatma penceresinden içeri ağır ağır akıyor güneş. Sıcak kollarına beni alıp, odamı ısıtması tedirgin ediyor beni. Karnımda bir yumru büyüyor. Herkes mutlu, heyecanlı, hevesli iken ben daha ilk dakikadan yılıyorum. Biliyorum ki bugün de etimin dayanılmaz lezzeti için bekleyenler var. Bitip tükenmez açlıklarını dindirmek için körpe etlerimi kemiklerimden ayırıp meze edecekler. Bir an bile tereddüt etmeden saldıracak boş bedenli Simurg’un evlatları. Ben ise her gün bir kez daha başlayan bu işkenceye kendi ayaklarımla kuzu kuzu gideceğim. Bayramda başına geleceği bilen ama bir kez bile direnmeyen kurbanlık koyun gibi. Onlar ise orada olacaklar. Ben daha gitmeden pusuya yatmış, benden öncekinin kalanlarını dişlerinin arasından temizlerken beni düşleyerek bekleyecekler


Neredeyse on yıl oldu gavur ellerden döneli. Onca okul, ders, disiplinden sonra ver elini anavatan. Ancak döndüğümden beri farklı gibi. Sanki üvey olmuş, ben güvey gelmişim gibi. Eskisi gibi kollarına alıp şefkati, sevgisi ile sarıp sarmalamıyor. Aksine gittikçe artan bir şiddetle her yeni günde dövüyor, sövüyor. Ayrı yoruyor, ayrı hırpalıyor. Etraf yabancı gibi. Herkes ecnebi diyarlardaki ecnebilerden daha yabani, daha gavur. Bense daha bir yabancı, daha bir tek başımayım. Orada olduğumdan daha bir oryantal, daha bir Osmanlıyım. Hiç dönmemiş gibi halen gurbette gibiyim.


Peder Bey derdi “hayat gailesi her yerde yorar, bu şehir ise yer, bitirir adamı.” Haklıydı herhalde. Kim bilir? Belki de ben haklı olmasını istiyorum. Zayıflığımın üstünü örtmek için babamın başarısızlıklarını kullanıyorum. İşime geliyor koskoca Paşa Babamın bile bu yedi başlı canavar ile başa çıkamamış olması. O, beni gizliyor. Beni mazur gösteriyor. Halen Peder Beyi kullanıyorum, halbuki O öte tarafa geçeli yıllar oldu. Bencil adamdı vesselam. Beni gözünü kırpmadan sırf O rahat etsin diye başından atmış, ilim, irfan, fen okuyayım bahanesi ile küffar eline vermişti. Vaktini doldurunca da öte tarafa tek başına gitmemiş validemi yanına katmıştı. Bir taşla iki kuşu vurmuştu.


Defnettiklerinde halen okuldaydım. Vefat haberi bana ulaştığında her şey olup bitmişti. Peder Beyin mallarını bir çırpıda afiyetle yemişlerdi. İstanbul’a döndüğümde mal, mülk, han, hamam ne varsa kamuya geçmişti. Güya Peder Bey yedirmemiş yemiş, içirmemiş içmiş, çalmış, çırpmış. Kapımızın önünde yatanlar, kuyruk sallamaktan bitap düşenler en önde, en güçlü bağırıyorlardı “hırsız, günahkar, cehennem çırası” diye. Günahı Onun boynuna şu yaşıma geldim halen anlamadım bu Devleti Aliye’nin işlerini. Anlamam da pek mümkün gözükmüyor.


Alamanyada Ingenieurschule Für Dampfmaschine’i bitirip temelli İstanbul’a dönünce anladım bir başıma kaldığımı. Gerçekler o zaman çarptılar. Ne anam, babam, ne bir dost, ne de bir soran vardı. Çocukluğumun geçtiği köşk, bahçesinde koşturduğum yalı yoktu. Peder Beye kırmızı kadife keselerde gelen çil çil mecidiye suretinde iltifatlar da yoktu. Bir tek Valide Hanımdan kalan bu daire. Yalnızlığımı benle paylaşan bu eski, yıkık daire. Benim şimdiki mahpushanem.


Paşa Babamı bilip de bana acıdıklarından mı, yoksa Alamanyalarda mühendis çıktığımdan mı bilinmez beni Sanayi Nezaretinde kaleme aldılar. Kalem dediysek kalem efendisi olduk sanmayın. Durup dinlemeden çalışıyorum. Ne de olsa bizim borcumuz Padişah Efendimize, bu koca İmparatorluğa. Bir kaleme, bir Tersane-i Amirhaneye, bir Tersane-i Havaiyeye koşturup duruyorum. Bir elimde çekiç, bir elimde kalem, kah hazarfen, kah amele oluyorum.

Kalemde “Kalem Efendi” dedikleri okumuş, mürekkep yalamışlar beni bekliyor. Mürekkep yalamış dediysek sanmayın ki besinleri divittir. Onlar esasen ete tamah ederler. Kanlı, canlı, pembemsi insan etine. Bin bir ketenpere ile dişlerini Adem evladına geçirmenin hesaplarını yaparlar. Her gün bir parça, bir okka. Ne de olsa ecnebi sayılırım. Ucube, Ingenieur, Alaman yalaması, hırsızın evladı diyorlar arkamdan. Yüzüme gülüyorlar. Ama gözlerindeki açlık anlatıyor her şeyi. İhtiyaçları olduğu için gülüyorlar. Ben olmasam kim uğraşacak cihazlarla, kim peşinden koşacak hava gemilerinin. İşte bu yüzden gül yüzüne, vur beline. Yükle eşeğe yükleyebildiğin kadar. Ne de olsa onlar paşazade, kibarzade. Ben ise yetim, biçare.


Kalemden tersanelere kaçınca da durum farklı değil. Amele taifesi de aynı soydan. Yek derdi pembe pembe et. Kendi aralarında anca dalaşıyorlar, hırlaşıyorlar. Benimkisi onlara kolay ve tatlı geliyor. Kalem Efendisi Eti diyorlar. Ne de tatlı, ne de körpedir. Isırdıkça sıcak kanı dolar ağzına. Lezzeti başını döndürür. Nice şaraptan daha tatlıdır. Barba Yorgi’de bile yoktur böylesi ile yarışacak şarap. Onlara önce et sonra işlerine gelince mühendisim. Kazan patlayınca, çarklar takılınca, piston durunca Mühendis Efendi, işler yoluna girince küffar, ecnebi, hırsızın dölü. Zaten eti kemiğe kadar sıyırıp geriye bir şey kalmayınca ilim beş para etmiyor.

Bir de ilmiye taifesi var. Onlar daha beter, daha acımasız. Bir o kadar da korkak. Bilmedikleri onları ölesiye korkutuyor. Bu yüzden görmüşlükleri, bilmişlikleri yokken bile benim peşimdeler. Uzaktan salıyorlar tazılarını. Etimi isteseler de, gelip kendileri tatmıyorlar. Aracılar düzüyorlar. Diğerlerinin açlığına körüklüyorlar. Gavur icadı, iblis tohumunu saçıyormuşum Müslüman toprağına. Yatacak yerim yokmuş. Cehennemde şeytan kollarını açmış beni beklermiş. Tüm makineler, her ne olursa olsun şeytan icadıymış. Hepsinin buhar salması, ateşle çalışması bunun kanıtıymış. Daha neler neler.


İşte yataktan kalkmak demek böylesi bir cendereye girmek demek. Ancak girmeden de yaşanmıyor. Hayat ateş pahası. Karnımı doyurmak, bir yere gelebilmek için daha çok çalışmak, kendini kanıtlamak gerek. Kalmadı aileden kimse. Yok sırtımı sıvazlayacak, etrafta bekleyen çakallara kışt diyecek bir büyüğümüz. Bunun için sıkı çalışmak gerek. Daha çok çalış ki etin daha bir lezzetli olsun. Peşine düşenlerin sayısı artsın. Onlardan kurtulmak, yerini sağlamlaştırmak için de yine çok çalışmak gerek. Böyle koşturuyor seni Simurg. Feleğin tekerine tıkmış seni. Çemberi çevirmeye tenezzül bile etmiyor. Sen varsın çünkü. Koştukça çeviriyorsun çemberi. Koşmak zorundasın düşmemek için. Koşmak zorundasın çünkü Simurg’un canı öyle çekiyor. Ta ki beyzadenin canı çekmeyene kadar.


Belki de bu sabah yataktan kalkmamak lazım. Öylece uzanmak. Uzun uzun uyumak, dertleri, tasaları içeri sokmamak lazım. İçeri sadece güneş girmeli. Gelen yeni günün acılarını getirmemeli. Sadece içimi ısıtmalı. Bu yetime güç vermeli. Unutturmalı gelen günün derdini. Para sıkıntısını, kalemin efkarını, insanın açlığını, sokakları arşınlayanların yabanlığını dışarıda tutmalı. Baş düşmanım Simurg’u kovmalı.


Bu sabah da kalkacağım. Ancak her şey farklı olacak bu sefer. Bu tuluatın bir parçası olmayacağım artık. Simurg’un tekerinden ineceğim. Dönmezse dönmesin. Karnım doymasın. Ana yadigarı daireyi de bırakıp, bana vatan diye dayattıkları bu toprakları, kuyruğumda ayrılmayan doymak bilmeyen yürüyen naaşları, yıkamadığın duvarları ardıma alıp yollara vuracağım kendimi.


Yalan bana söylenenler. Boşunaymış bunca bekleme, özlem, hüzün. Meğer onca yıl gavur elinde yatıp, kalkıp, okula giderken gurbette değilmişim. Boşu boşuna beklemişim gurbetten dönmeyi. Hayal ettiğim şehir bir serapmış. Gerçek gavurlar hep yanı başımdaymış. Esas gurbet buradaymış.

Perşembe, Ocak 07, 2010

SİS

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!

Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi!

Tevfik Fikret “Sis” 03 Mart 1902

Ahmet Vasfi’nin sinirden içi içine sığmıyordu. Laboratuarda oturuyordu bir başına. Kafasını dağıtmak için masanın üzerindekilere baktı. Birkaç kitap, geçen haftadan kalma notlar, kırtasiye ve bir sürü ıvır zıvır. İlk eline gelen kitabı açtı. Rastgele bir sayfa çevirdi. Okudu. İlk cümlelerden sonra aklı uçtu gitti. Gözleri istemsizce kelimeleri takip ederken içi sinir ile doldu. Hışımla kitabı fırlattı, ayağa kalkıp masadan kaçtı. Odanın içerisinde bir oraya bir buraya yürümeye başladı.

Son birkaç aya kadar kuduz hastalığını tedavi etmek için Sultan Hamid Hanın fermanı ile tesis edilmiş Darü’l Kelb Tedavihanesi’nin önemli bir çalışanı idi. Hocası Hüseyin Hulki Bey ondan övgüyle bahsederdi. Çalışkanlığı ve araştırmalara olan katkısından dolayı ilk fırsatta terfi edeceğini söylerdi. Ancak hepsinin bir yalan, sadece onu oyalamak için ağzına çalınan bir parmak bal olduğunu bugüne kadar idrak edememişti.

“Ecnebi memleketlerde mühim araştırmalarda bulunmuş, pek müstesna şahsiyetler ile çalışmış böylesi bir tabibin tedavihaneye kazandırılması muazzam bir başarı” Hocası yüzüne karşı utanmadan böyle söylemişti.

Mevzu bahis tabip tahsilini yeni bitirmiş, daha yirmi üç yaşında bir çocuktu. Henüz çalışmaya bile başlamamıştı. Buna rağmen gerek Hüseyin Hulki Beyin gerekse Miralay Dr. Hüseyin Remzi Beyin övgülerine mahzar olmuş, Ahmet Vasfi’nin belki de aylar önce hak ettiği terfiyi kapmıştı. Aslında övgüye değer olan Mahmut Şevki denen bu çocuk değil de Maliye Nazırı olan babası idi. Ne de olsa bu kahpe dünyada esas olan nazır oğlu, paşa torunu olabilmek idi.

Tekrar yerine oturdu. O terfiyi hak ediyordu. Bütün işleri o çekip çeviriyor, araştırmayı neredeyse tek başına yönetiyordu. O terfiye ihtiyacı vardı. Kendi araştırmasını bitirebilmek için daha fazla kaynak ve yetki gerekliydi. Kendisine söz verilen terfi ile hepsi elinin altında olacaktı. Aylardır sabretmişti. Anlıyordu ki bir hiç için beklemişti.

Sakinleşmek için pencereye gitti. Şehre çöken sisi seyretmeye başladı. Beyaz karanlığın içerisinde ahali koşturuyordu. Birbirinin peşi sıra bastıran sisten ve karanlıktan kaçarak evlerine gidiyorlardı. Tebaa bir kez daha sıcak evlerinin güvenli aydınlığına kavuşacaktı. “Sultan’ın sadık ve emirlere uyan tebaası. Sultan’ın sadık olduğundan emin olunan ve emirlere uydurulan tebaası.” diye düşündü.

Bu gece öfkesini dizginleyebilmek için tedavihanede kalmıştı. Özellikle sisli ve dolunaylı gecelerde kimseler olmazdı hastanede. Neredeyse Uluğ Sultan’ın Yıldız Teşkilatı kadar korkuyorlardı geceden ve sisten.

Öfkesi biraz durulmuştu. Yerine oturup odayı şöyle bir inceledi. Sessizlik morfin gibi yatıştırmaya, acısını almaya başlamıştı. Sessizliğin tadını çıkarırken laboratuarın kapısı hışımla açıldı. İçeri Mahmut Şevki girdi. Hastanenin medarı iftiharı, genç yeteneği!

Mahmut Şevki kıdemce ve yaşça büyük adama tek kelime etmeden kendisine tahsis edilen masasının başına geçti. Çantasını açtı içerisinden kitaplar, defterler, sayfa sayfa kağıt çıkartıp masanın üzerine yığdı. Gösterişli, deri kaplı bir defteri eline alıp okumaya başladı. Sanki odada yalnızmış gibi.

Ahmet Vasfi uzun uzun genç doktoru süzdü. İçini kemiren bütün nefretini, ona yaptıklarını yüzüne haykırmak istedi. Ağzını açtı, ama sustu. Yanlış bir şey söylerse daha kötü de olabilirdi. Yine de söylemeliydi ona neler yaptığını. Onun yüzünden neler kaybettiğini bilmesi gerekirdi. Kendine zar zor hakim oldu. Sonunda ağzını bükerek selamladı:

“Hoş geldiniz Mahmut Şevki Bey. Ben Ahmet Vasfi. Bu pek mühim araştırmada Hocamız Hüseyin Hulki Beye yardım ediyorum. Aslında pek çok işi ben yapıyorum.”

Mahmut Şevki hiç sesini çıkarmadı. Sinirlice birkaç sayfa daha karıştırdı. Sonunda defterini masaya fırlatıp, Ahmet Vasfi’ye döndü:

“Evet sizden bahsettiler. Yoksa siz de muhterem hocalarınız gibi yere göğe sığdıramadıkları Mösyö Pastör’ün çalışmalarına mı tapınıyorsunuz?”

Ahmet Vasfi beklemediği bu soru karşısında bir cevap veremeyince, genç adam devam etti:

“Herkesin aklı fikri kuduzda ve bittabi Padişah Efendimizin ilgisinde. Kör değilsiniz, bu durumda aptal olmalısınız. Veyahut Anadolu’dan göçen basit bir ırgatsınız. Esas sorunu göremiyorsunuz. Bunca yıldır bu makamı işgal ederken siz de kuduz illetinden daha uğursuz bir bela olduğunu göremediniz mi?”

Söylediklerinin Ahmet Vasfi üzerindeki etkisini tartıp, kendinden emin bir ifade ile devam etti:

“Nazır Paşa Babamın beni tahsilim için gönderdiği Londra’da bahsettiğim husus hakkında pek çok vaka işittim. Ecnebilerin arzın dört bir köşesinden havadisleri yetiştiren gazeteleri bile suskun kalsa da herkes olan bitenin farkında idi. Hatta Avrupa’nın göbeğinde, Fransızların gözbebeği Paris’te de pek çok uğursuz vakanın vuku bulduğu söyleniyor. Köpek ısırmalarından bahsetmiyorum. Çok daha dehşetli ve gizemli. Hatta bir söylentiye göre Mösyö Pastör’ün daha en başından beri aradığı kuduz tedavisi değilmiş.”

Ahmet Vasfi düşünceli bir şekilde masasına geçti. Genç adamı bir süre süzdü. Tepkisini görünce Mahmut Şevki’nin yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşti.

“Ne oldu? Tedirgin mi oldun? Bunca senedir çalışıyorsun ama hakikaten olanlar hakkında en küçük bir malumatın bile yok. Aç kulaklarını da dinle Vasfi Efendi. Belki de sübyan diye hor, aşağı gördüğün benden bir şeyler öğrenirsin.”

Konuşmasına izin vermeden devam etti:

“Bir musibet mevzu bahis. Kimden, nereden, nasıl bulaştığı meçhul. Adamı ifrit çarpmışa çeviriyor. Vefat yok. Ancak adam kendi vefatını arzulayacak hale geliyor. Adamı köpekten daha aşağı ediyor. Hastalar hayvanlaşıyor. Çiğ ete tamah ediyorlar. İşte ben bu musibete deva bulacağım.”

Mahmut Şevki konuşurken farkında olmadan yerinden kalkıp Vasfi’nin yanına kadar gelmişti. Genç adam kan çanağı gözlerini üzerine dikmiş, masanın üzerine çullanmış, yüzüne soluyordu. Anlattıkları ve yaptıkları karşısında Ahmet Vasfi masasını siper etmiş, koltuğunu duvara kadar çekmiş, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Zar zor, geveleyerek ağzından kelimeler döküldü:

“Mahmut Şevki Bey, rica ederim kendinize çeki düzen veriniz. Nasıl bir lakırdı bu böyle? Olur mu böyle bir musibet? Belli ki bitap düşmüş, hasta olmuşsunuz. Size araba çağırtayım, konağa dönünüz. İstirahat ediniz.”

Bu cevap karşısında Şevki celallendi. Sesini iyice yükseltip, heyecanla, ağzından tükürükler saçarak konuşmasına devam etti:

“Sen kaç Vasfi Efendi. Hocan Hüseyin Hulki’nin gölgesinde saklan. Hakikat karşısında ne kadar da korkak, ne kadar da biçaresin. Londra’dan beri çalışıyorum. Gecemi gündüzüme kattım. Neler çektiğimi, neler gördüğümü bilemezsin. Ancak senin gibi zayıflar, alçaklar arkasını döner böylesi bir dehşete. Senin gibilerin yeri olmamalı bu çatının altında.”

Mahmut Şevki hırsla konuşurken dışarıdan, sisin içerisinde dehşetengiz bir uluma duyuldu. Genç doktor olduğu yere mıhlandı. Kanlı gözlerini pencereye sabitlemiş bakıyordu.

“İşte evlad-ı şebab. Guş-i can ediniz. Ne manalı terennüm eyliyorlar” diye mırıldandı.

* * * *

Ahmet Vasfi’nin tüm vücudu istemsizce titredi. Alnındaki damarlar şişmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Buram buram korkuyordu. İstanbul’un arka sokaklarında bir başına koşturmuştu. Dehşete kapılmış, ne yapacağını bilmez bir halde yönünü bulmaya çalışıyordu. Dar sokaklar, üzerine kapanmış iğreti binalar üstüne üstüne geliyordu.

Gecenin köründe, sisin hükümranlığında her bina, her sokak birbirinin eşi benzeri idi. Sisin çökmesinden sonra ahali çoktan hanelerine çekilmişti. Sokaklarda bir Allah’ın kulu yoktu. Ne yön soracak, ne de onu bu karabasandan çekip kurtaracak tek bir insan evladı bile.

Tekrar koşmaya, kaçmaya başlamak istedi ama bacakları onu daha fazla taşıyamadı, dizlerinin bağı çözüldü. Çamurlu sokakta yuvarlandı. Elbiseleri yırtıldı, pisliğe bulandı. Zar zor oturdu. Gözlerinden damla damla yaşlar süzülüyordu. Korkudan mı, sinirden mi bilemedi. Titreyen ellerini bir türlü zapt edemiyordu. Belki de güneşin doğmasına az kalmıştı. Bitecekti bu çektikleri. Zar zor elini yeleğinin cebine ulaştırdı. Çamurlu parmakları ile saatini bulup çıkarttı. Açmaya çalışırken, titreyen parmakları arasında kayıp gitti. Zinciri kopmuş olacak ki, pirinç köstekli saatin Arnavut kaldırımlarından sekerek uzaklaşmasını dinledi. Emekleyerek her şeyi örten sisin içinde saati aradı, ama nafile, bulamadı.

Sisin içinde, sonsuz sokaklar dehlizinin ötesinde bir uluma yankılandı. Ahmet Vasfi’nin ağlaması, titremesi, her şeyi kesildi. Kanı dondu, kalbi sustu. Birkaç kalp atımı öylece kala kaldı. Sonrasında dehşet tekrar ininden çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya, vücudu kasılmaya başladı.

Ancak dakikalar sonra sakinleşebildi. Birkaç kez derince nefes aldı. İstanbul’un kirletilmiş, rutubetli, sisli havasını ciğerlerine doldurdu. Sürüne sürüne bulduğu bir binanın duvarına yaslandı. Biraz toparlanabilmişti.

Birkaç nefes kadar dinlenmişti ki yaslandığı binadan sesler işitti. Önce tekrar kaçmayı düşündü. Sonra vazgeçti. Evin kapısı yeni yağlanmış menteşelerin üzerinde sessizce açıldı. Nursuz bir adam kafasını uzattı. Kara sakalları, karışık pis saçları ve zifiri gözleri vardı. Kapıyı siper alıp etrafı iyice kolaçan etti. Ahmet Vasfi’yi görmedi. Veyahut kaile almadı. Kapının ardından kayboldu. Akabinde binadan bir adam çıktı.

Kibar, ecnebi beyefendilere benziyordu. İnce yapılıydı. Boyunu uzun gösteriyordu. Zengin görünümlü, kaliteli kesimli bir redingot giyiyordu. Bir elinde fesini diğer elinde pahalı, işlemeli bastonunu tutuyordu. Yalpalayarak birkaç adım attı. Düzgün yürüyemeyince durdu. Biraz eğilip öksürmeye başladı. Uzun uzun öksürdü. Ciğerini göğsünden söküp atmaya çalışırcasına öksürdü. O öksürdükçe afyon kokusu ayyuka çıktı. Sonra nefeslenmek için doğruldu. Etrafına bakındı. Elinde taşıdıklarını yere bırakıp ceplerini karıştırmaya başladı. Bir süre kurcaladıktan sonra bir gözlük çıkarttı. Beceriksizce takıp etrafına tekrar bakındı. O zaman Ahmet Vasfi’yi gördü.

Bu beyefendide bir gariplik vardı. Yüzünde uykulu, uyuşmuş bir ifade vardı ama mavi gözleri çakmak çakmaktı. Bakışları bu beyaz karanlığı, geceyi deler gibiydi. Sanki gaibi okuyor, biliyordu. Ahmet Vasfi’nin daha önce gördüğü hiçbir Adem evladına benzemiyordu.

Sendeleyerek Vasfi’nin yanına kadar geldi. Usulca eğildi. Ağzını açtı ama tekrar öksürüğe boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp öksürdü. Nefes almaya çalışırken hırıltılar çıkarıyordu. Cebinden der top edilmiş bir mendil çıkartıp ağzını sildi. Sakin bir sesle konuşmaya başladı:

“Bu gecede, bu siste, bu izbe sokakta rastlaşmamızı tesadüf zannediyor iseniz, büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Bu, nice felaketler sahnelemiş şehirde hiçbir vaka tesadüfi değildir. Siz ya da bu fakir bilmese de her hadisenin bir nedeni vardır. Dolunaylı, böylesi bir gecede size söyleyebilecek tek bir öğüdüm var. Her ne iseniz osunuzdur. Aksi çabalarınızda her daim tabiat galebe çalar. Bu hakikat ne sizin için ne de benim için istisnaidir.”

Adam bastonunun yardımı ile doğruldu. Zayıf adımlar ile ağır aksak yürüdü, sisin içerisinde kayboldu. Az sonra bastonun da, adımlarının sesi de duyulmaz oldu. Ahmet Vasfi ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bir süre baktı. Aklını toplayıp nerde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Koşarken önünden geçtiği dükkanları, sokakları hayal meyal hatırlıyordu. Gerisi etrafını saran sis kadar belirsizdi. Daha ne kadar kaçabilirdi? Daha nereye kaçabilirdi? Nereye saklanabilirdi? Elbet bir yerde, bir zaman yakalanacaktı. Belki de yeri ve zamanı kendisi seçmeliydi.

* * * *

Darü’l Kelb Tedavihanesindeki yeni makamında, masasını aydınlatan gaz lambasının ışığına sığınmış Mahmut Şevki çalışıyordu. Ne bu tekinsiz gecenin soğuğu ne de ıslık çalarak binaya dolan rüzgar dikkatini dağıtıyordu.

Kapının ardından gelen ayak sesleri dikkatini dağıttı. Ayağa kalktı. Tam kapıya yönelmişti ki ahşap kapı tüm köhneliğiyle açıldı. Kapıda Ahmet Vasfi vardı. Kıyafetleri yırtılmış, üstü başı pislik içerisindeydi. Akşamüstü gördüğünden tamamen farklıydı. Elbiseleri, üstü başı değildi farklı olan. Cüssesi kapıyı dolduruyordu. Daha iri, daha tehditkar görünüyordu. Ağlamaktan kızarmış gözlerinde acı vardı. Soluk soluğa dikilirken elleri titriyordu.

Nefes nefese, hınçla konuşmaya başladı:

“Size garpta vakıf olamayacağınız bir kıssadan bahsedeyim beyzadem. Köşklerde, yalılarda, peşimde koşturan bakıcılar, bir dediğimi iki etmeyen mürebbiyeler ile büyümedim. Paşa babam hiç olmadı. Dişimle, tırnağımla kazıyarak yaşadım. Tek gayem, damarlarımda dolaşan ancak size eğlence gelen bu illetten, bu lanetten kurtulabilmekti.

Hayatın sorduğu cümle sualin cevabına vakıf olduğunu sanan senin gibi sübyanlar, saçlarını sakallarını simya uğruna ağartmış ihtiyar feylesoflar gördüm. Tek bir hakikatin olduğunu öğrendim. Ancak kuvvetliler muvaffak olabilir. Yine de zorunda kalmadıkça Adem soyunu incitmedim, direndim.”

Ahmet Vasfi durduğu yerde sendeledi. Göz bebekleri büyümüş, alnındaki damarlar şişmişti. Dişlerini sıktıkça sivri köpek dişleri görünüyordu. Yüzüne yavaş yavaş bir acı ifadesi yerleşti.. Çehresi değişmişti. Alnındaki ve yanağındaki kemikler daha da belirginleşmiş, adeta birkaç dakika içerisinde sakalları çıkmıştı. Duruşu kamburlaştı, eğildikçe kolları dizlerinin hizasına geldi. Boğazından çıkan garip hırıltılar arasında, konuşmaya devam etti:

“Sabır taşı çatladı artık. Saklanmak nafile, kaçış yok. Musibet mi istedin? Musibet mi aradın? İşte sana arzu ettiklerinin cümlesi.”

Ahmet Vasfi elinin tersi ile Şevki’ye vurdu. Adam masayı aşıp ardındaki duvara çarptı. Kırık bir oyuncak bebek gibi yatarken başından akan kan ile yerler kızıla çaldı. Vasfi zıplayıp masanın üzerine çıktı. Ciğerindeki tüm nefes ile haykırdı. Tüm tedavihanede çınladı zafer çığlığı.

Masadan inmemişti ki dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Ağır, aksak adımlar koridorda yankılanıyordu. Çok geçmeden kapının ağzında bir adam belirdi. Sokakta karşılaştığı garip beyefendiydi. Yüzünde buruk bir gülümseme vardı.

Tek kelime etmeden, tereddütsüz elinde tuttuğu tabancayı doğrultup, tetiği çekti. Mermi Vasfi’nin boğazını delip geçip, ardındaki pencereyi kırdı. Vasfi bağırmak istedi ama boğazındaki delikten sadece kan aktı. Eliyle kapattığı boynundan kan fışkırıyordu. Giderek güçsüzleşti. Mahmut Şevki’nin yanına düştü. Canı bedeninden çekiliyordu.

Beyefendi elindeki tabancaya bakarak konuştu:

“Enteresan öyle değil mi? Tüfekhane-i Amire imalatı iptidai bir tabanca. Kul yapısı silahtan böylesi bir kuvvet, böylesi bir maharet şaşılası bir durum. Ancak maharet belki de kullanan fakirdedir. Veyahut keramet tabancayı okuyandadır. Ancak tüm ilim mermiyi gümüşten dökende de olabilir. Şu fani dünyada kim bilebilir?”

Ahmet Vasfi’ye bakıp devam etti:

“Eminim ki onca lakırdıdan sonra neden buradayım merak içerisindesiniz. Tabiatın herkese biçtiği bir vazife vardır. Siz burada kendi vazifenizi ifa ederken bu fakir de kendi vazifesini ifa etti. Dedim ya ‘her daim kişinin tabiatı galebe çalar, yoktur bunun istisnası’ diye. Acımasızdır tıpkı gaip gibi. Yoktur merhameti. Anlamaz fani bu düzeni. Yeri gelince telef eder sizi, yeri gelince feda eder beni.”

Beyefendi Vasfi’yi ve Şevki’yi ardında bırakıp binadan çıktı. Her şeyi örten sise baktı uzun uzun. “Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir. Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!”

Diyerek yürüdü ağır aksak. Sise karıştı, kayboldu gitti.

Pazar, Şubat 01, 2009

Sat Ruhunu Kurtul

Aylar geçti de ne değişti. Sofya’da ruhumu sattım diye ağıtlar dökerken bilemezdim ki onlar hiçbir şeymiş. Ruhum halen bende imiş. Mesai tanrıların her daim yeni eziyetleri, daha korkunç, daha can yakıcı daha yıldırıcı işkenceleri varmış. Sofya’dan döndüm. Evime arkadaşlarıma, bildiğim ve sevdiğim ortama döndüm ama ne pahasına.

Daha dönmeden başladı minik mesai şeytancıkları beni işlemeye. “Terfi, makam, güç, unvan” diye. Önce zihnimin en ücra derinliklerinde başladılar yerleşmeye. Vakit kaybetmeden yayıldılar. Güçlendiler. Ele geçirdiler. İlk başlarda “evimde aşım, kaygusuz başım” diyen fakir aklını yitirdi. “Yeterince yattım, artık çalışmam lazım” dedim. Dedim de ne oldu? Kendimi büyük savaş alanında, mesai cehenneminin en derin katmanlarında buldum. Her gün para, para diye istihkamlarımıza hücum eden zebaniler, Gollumvari bir delilikle üzerimize atılırken en büyük düşmanlar kuzu postu ile yanaştı bana. Fark ettim, göremedim. Gördüm davranamadım. Davrandığım başaramadım.

Kuzular sardı dört bir yanımı. Gerçek bir çekiç gibi ezdi benliğimi. Bir gün camdaki akislerinde gördüm. Boynuzlarını, çatallı dillerini, pullu derilerini. Ben ise çoktan ağlarının en ortasında, en sıkı yerinde debelenen zavallı bir sinek olmuştum.

Çatallı dilleri ile güzel sözler, hoş vaatler fısıldarken, sivri dişlerini geçirdiler, elleri, toynakları ile okşarken pullu derileri, sivri pençeleri ile tarumar ettiler, beni desteklerken boynuzlarını tereddüt etmeden batırdılar.

Her gün sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan saldıran bilinçsiz cesetleri savmaya çalışırken arkamdan darbe üstüne darbe vurdular. Biraz huysuzlanınca boş sözlerle vakit kazandılar, kazandılar ki ilk fırsatta vurmaya devam edebilsinler.

Önümde bitmeyen, tükenmeyen bir zombi deryası. Her gün bilinçsiz, ilkel dürtüleri ile dalga dalga geliyorlar. Püskürttüğüm her dalga ise denizin kayayı parçalaması gibi bir parça koparıyor benden. Her defasında savunmam biraz daha zayıflıyor. Her tökezlediğimde ise esas zebaniler arkadan saldırıyor. Hepsi de benim, benliğimin, ruhumun peşinde. Beni istiyorlar. İşteki ben de yetmiyor onlara. Her günümü, her dakikamı istiyorlar. Bitemeyen bir açgözlülükle geliyorlar.

Her defasında benzer cümleler ile vuruyorlar. “Bırak kendini, daha çok çalışmalısın. Bankacılık zordur, bu son kaçınılmaz. Hedefleri tuttur, kredi sat, sat ruhunu”

Son savaş çoktan başladı. Hatta bitmek üzere. Son savaş burada, masa başında. Elimde kanımdan bir kalem, önümde kan kırmızısı bir sözleşme, etrafımda uluyan bir kalabalık, son noktayı imzamı bekliyor. Ben ise kanımın son damlasına direnmeye çalışıyorum. Zaten onlarında istedikleri bu değil mi? Son damlasına kadar kanım, canım, ruhum.

Perşembe, Kasım 27, 2008

Boşluk

Uzay denilen koca boşlukta gemi usulca salınmaya devam etti. Tasarlayan bilim adamları, inşa eden ustalar ve hizmete sokan donanma için bilimin son noktası, sanat harikası ve göz bebekleri idi. Evrende kullanılan en yaygın dört dilde “Kaşif” anlamına gelen harfler vardı pruvasında. Hemen altında ise aidiyetini belirten rakamlar ve harfler vardı. Aslında hepsi boştu.


“Evrenin başlangıcından beri uyuyan, evrenin sonunu düşleyen ve düşlerini bu uçsuz bucaksız uzayda oradan oraya sürüklenen zavallı bilinçlerle paylaşan dehşet gelecek! O dehşet ki bildiğimiz evrenin sonunun, yeni bir evrenin başlangıcının habercisi. O illet ki R’lyeh gezegeninde bekleyen. O kabus ki beklerken evrenin sonunu düşleyen.”


Boş kabinde kayıt yankılanarak çalmaya devam etti. Mürettebatın görev harici vakitleri geçirdiği kabin boştu. Okuma ve izleme için kullanılan ekranlarda araştırma kayıtları durmadan çalıyordu. Ekranlara kan sıçramıştı. Duvarda kanlı izler vardı. Yine de kabin boştu.


Hemen yanda yemek kabini de boştu. Yemek masasının üstü ve çevresi ise darmadağındı. Plastik tepsiler, plastik tabaklar, plastik çatal bıçak ve yapay yemek artıkları her yeri kaplamıştı. Kan ve et parçaları da bu yapay çöplüğün arasına yayılmıştı. Bir miktar parçası olsa da burada da kimse yoktu.


Bir alt katta bulunan uyuma kabinleri de boştu. Yataklar etrafa saçılmıştı. Beyaz yatak örtüleri kanla kaplanmıştı. Her yerde et parçaları vardı. Kan tavana değin sıçramıştı. Yerdeki kan izleri asansöre doğru uzanıyordu.


Boş kabinlerde, koridorlara yerleştirilmiş ekranlarda, gemiyi kaplayan vericilerde kayıt çalmaya devam ediyordu.


“Karbon temelli yaşam sürdüren biz zavallı varlıkların yazgısıdır. Basit zihinlerimizin alamayacağı, tasvir bile edemeyeceğimiz karşısında yok olmak. Bu uluğ güç karşısında eğilmek. Kaçınılmaz olan sona direnmenin, zayıf bilinçlerimizi ezen bu muazzam isteğe karşı durmanın bir faydası yoktur. Aksi pamuk ipliğine bağlı ruhumuzu un ufak edecektir.”


Bir üst katta bulunan sefer odası ise doluydu. Odanın ortasında bulunan azametli, iktidar göstergesi komuta koltuğu doluydu. Sayısız ışık yılı önce albay rütbesi ile selamlanan kişi çıplak, vücudu kan içerisinde oturuyordu. Yolculuk başlamadan bir ailesi, bir mesleği, bir geleceği vardı. Şimdi ise sahip olduğu tek şey elinde tuttuğu kabin kapısından bozma, metal baltası idi. Halen kan damlayan, üzerine et parçaları yapışmış.


Etrafını saran ufak koltuklar boştu. Koltukların önlerinde sıralı sayısız ekran ve seyir aygıtlarının üzerinde ise kan ve et parçaları vardı. Bir kısmı daha sıcak ve cıvıktı.


Kabinin zemini ise doluydu. Sayısız ışık yılı önce rütbeleri, isimleri, hayalleri olan et parçaları kabinin ortasına yığılmıştı. Çoğunun bedeni halen sıcaktı. Kiminden halen kan sızıyordu. Grotesk bir heykel, ilkel bir zafer anıtı gibi yükseliyordu.


Kabindeki biri hariç tüm ekranlarda araştırma kaydı çalmaya devam ediyordu. Ana ekranda ise geminin son durağı görünüyordu. Boşluğun ortasında yeşil bir gezegen. Ekranda gezegenle ilgili veriler akıyordu. Koordinatlar, mesafeler, büyüklükler, sıcaklıklar ve diğer aslında hiçbir anlamı olmayan rakamlar, yazılar.


Artık koltuğunda oturan bu beden de boştu, etrafında uzanan koca boşluk gibi. Hiç durmadan çalan kayıttan farksız, istemsiz titremeler ve çığlıklar arasında, hep aynı cümleyi tekrarlayarak boş gözlerle ekrandaki gezegeni izliyordu.


“Ph'nglui mglw'nafh Cthulhu R'lyeh wgah'nagl fhtagn . . .

Perşembe, Kasım 06, 2008

Celal Efendi

Baharda kayıkla karşıya yapılan keyifli yolculuktan sonra Beykoz'u ziyaret etmek gibisi yoktur. Etrafı asırlık çınar ve ıhlamur ağaçları ile bezeli dere boyu Hakk’ın Âdem soyuna bahşettiği bir niyazdır. Sair günlerde ulemadan saraya kadar şehrin bütün ileri gelenleri bu nezih ve müstesna sayfiye yerine akın ederler. Çayı, sağında solunda irili ufaklı kahvehanelerle, üzerinden aşan ahşap köprülerle ve salınan sayısız kayık ile adeta Şehr-i Hümayun işgal etmiştir. Nacizane kulunuz Akça Bekir Efendi de, fırsat buldukça bu mahalle gelir, yorgunluk atarım. Kah ulemadan dostlarımla, kah saraydan devletlu büyüklerimiz ile çaya nazır hoşbeş etmenin, acı kahve yanında nargile fokurdatmanın keyfine diyecek yoktur.

Belki Sarayda kısa vakit için de olsa Nişancılık vazifesi ile onurlandırıldığımdan, belki de bir dönem Kudretlu Padişahımıza nice diyardan havadisler fısıldama onuruna nail olduğumdan dere boyunun misafirleri ve ahalisi, sağ olsunlar bu ihtiyara pek bir saygı gösterir pek bir ehemmiyet arz ederler. Velhasıl yaşımın vermiş olduğu tıfliyyetten olsa gerek bu ilginin pek bir hoşuma gittiğini söylemeliyim.

Yine baharın cennet bahçesinde özendiği günlerden bir gün Saltanatımıza nice değerli fertler yetiştirmiş namlı Tarhunzadelerden Gazi Ahmet Paşa ile sohbet ederdim. Ahmet Paşa uzun yıllar kelle koltuk Hünkârımıza hizmet ettikten sonra Şehr-i İstanbul’dan pek çok ekâbir ve yaşlı Enderun mensubunun ikamet ettiği Alaca Köyüne yerleşmiş ancak kendisi başlı başına ayrı bir hikaye olan talihsiz bir vaka sonucunda yaralanmış ve gerisin geriye Şehr-i İstanbul’a göç etmiştir. Gazi Ahmet Paşa ile tanışıklığım işte bu vakanın vukuu bulduğu günlere dayanır.

Çaya nazır bir kahvehanede Paşa ile sohbetimiz en civcivli yerinde iken kavakların gölgelediği yolda bir öküz arabası belirdi. Olabildiğince süslü öküzlerin çektikleri arabasının önünde yaşlıca bir arabacı yürüyordu. Arabanın peşi sıra ise süslü üniformaları ve atları ile Habeş çerileri geliyordu. Envai çeşit süsün sarktığı öküzlerin koşumlarında kehribar ve mavi işlemeler vardı. Kehribar sarısı, işlemeli atlas güneşliğin altında ailenin sübyanı ve onlardan sorumlu kalfaları sırtlarını her iki yandaki sedef kakmalı, usta işi işlemeler ile bezeli divanlara vermişlerdi. Kalfalar ve sübyan pür haşmet, etrafı mağrur ifadeler ile süzüyordu.

Bütün bu debdebenin ortasında dikkatimi yaşlı arabacı çekti. Yaşlı dedi isem yaşı anca bendeniz kadar vardı. Başındaki kırmızı fesin üzerinde beyaz sarma, mavi beyaz işlemeli dokumasının üzerine Tarhunzade ailesinin alâmetifarikalarından olan kehribar rengi yine işlemeli bir yelek giymişti. Altında ise çivit mavisi, yanları kehribar rengi işlemeler ile süslü bir çakşır ve çakşır ile bir örnek tozluklarla çizmeler giyiyordu. Adeta Tarhunzade Ailesinin ayaklı bir timsali gibiydi. Ancak bu yaşlı zat bütün bu gösteriş içerisinde garip bir tezat oluşturuyordu.

Paşa arabadakiler ile sohbet etmek için yanaşmıştı ki neden olduğu meçhul, öküzler ürküp huysuzlanıp, hareketlendiler. Öküzlerin kıpırdanması ile araba sarsılınca Ahmet Paşa sinirlendi. “İki öküze sahip çıkamıyorsun” ile başlayıp açtı ağzını yumdu gözünü. Paşa’nın laflarını duyunca arabacının mavi gözleri çakmak çakmak alevlendi ama sesini çıkartmadı. Yüzüne muzip bir ifade yerleşti.

Nedendir bilmem bir tanıdıklık vardı çehresinde ve hareketlerinde. Paşa kalfalarla konuşup, sübyanla şakalaşırken ben de arabacının yanına gittim. Beni görünce üstünü başını düzeltip beni selamladı. “Buyur beyim” derken yüzünde halen o muzip ifade vardı.

“Hayırlı günler, neredensin? Kimlerdensin?” diye sorunca gözlerindeki o ateş söndü, ifadesi ciddileşti.

“Arabacıyım. Celal demiş babam. Pek hatırlamam kendisini.” Sözlerine devam etmeden biraz süzdü beni.

“Anam da cevval demişti, halen de öyle çağırır konu komşu.” Alayla karışık eğildi.

O alaycı hallerini, muzip ifadesini görünce aklıma geldi, doğup büyüdüğüm mahalle olan Kağıthane’de mektepte bir Celal vardı. Arabacı gibi çakmak çakmak mavi gözleri, muzip bakışları vardı. Arabacı Celal’in anasının dediği gibi de pek bir cevval, pek bir yaramazdı. Yapmadığı numara, maskaralık yoktu. Ailesi fakirdi ama zeki olduğu için mahallesindeki eşraf bir araya gelip mektebe yazdırmıştı.

Zeki olduğu kadar efsuna da yatkındı. Daha o yaşlarda türlü keramet gösterir, ama her yaptığını şaklabanlığa vurur eğlendirirdi hepimizi. En çok da tabureleri, rahleleri yerinden oynatır, muallimlerin zor duruma düşmesine neden olurdu. Biz mektep sübyanında gülmekten karnına ağrılar girerdi.

Bütün bu haylazlıklarına rağmen derslerinin cümlesinde çok başarılı idi. Bu başarısı ile sübyandan başka mektepteki hocalara da sevdirmişti kendini. Herkes göz yumardı yaptıklarına.

Gösterdiği kerametler ve efsuna karşı yakınlığı iyice duyulunca mektepten Aksak Yusuf Hoca bir gün aldı Celal’i uzun uzun sorguya çekti. Kerametinden emin olmak için türlü sualler sordu. Yetmedi birkaç hafta muallimler her gün hem Celal’i çağırıp görüştüler hem de kendi aralarında tartışıp karar vermeye çalıştılar.

Ehli keramet olduğuna kanaat getirince Yusuf Hoca efsunhaneki tanıdıkları ile görüşüp, Celal’i görmeye gelmeleri hususunda ikna etti. Hatta bir hafta sonrası için de söz aldı. Celal’in başına devlet kuşu konacaktı. Alacağı maarifin yanı sıra uluğ Vakf-ı Efsun her türlü masrafını karşılayacaktı.

Ancak ne olduysa o meşum haftada oldu. Birkaç gün mektebe gelmeyince meraka düştük. Öğrendik ki Celal’in cebeci ocağı için arabacılık yapan babasının yeni dökülen topları taşırken devrilen devasa topun altında kalıp Hakk’a yürümüş. Dul anası geçimini sağlamak için mahalleden taşınıp, Celal’i mektepten almış. Hepimiz çok üzülmüştük. Celal’i o elim vakadan sonra bir daha görmek kısmet olmadı. Nice yiğidi telef eden Şehr-i İstanbul bir ocağı daha söndürmüştü.

Biraz düşününce Arabacı Cevval Celal’in Kâğıthane’den, mektep arkadaşım Celal olabileceği aklıma düştü. Aradan neredeyse asırlar geçmiş olmuş olsa da, hal ve davranışları benziyordu. O benden sıkılıp çay boyunu izlerken baştan aşağı şöyle bir süzdüm. Vallah da billâh da gözüm önünde mektepten Celal var gibiydi. Sonunda dayanamayıp sordum.

“Söyle bakalım Arabacı Celal Efendi, yoksa sen Kâğıthane’den misin ?”

Çay boyundaki kayıklara dalmışken sorumla irkildi. “Yok beyim. Fakir basit bir arabacıdır. Doğma büyüme Kasımpaşalıyım.” Gözlerini kısıp bana baktı. İfadesi derinleşti.

“Beyim hayırdır birine mi benzettin fakiri?”

Valla bunca devletlû, nice sadrazam, nice paşa görmüşümdür hiç birinin karşısında Arabacı Celal gibi kem küm etmemiştim. Bakışları karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Boğazımı temizleyip geçiştirdim.

“Kâğıthane’de hoş beş ettiğim zatlardan birine benzetmiş olsam gerek. Yaş iyiden iyiye ilerledi. Artık simalar birbirine karışmaya başladı. Olacak o kadar. Mazur göresin beni.”

“Nasıl dersen beyim. Yine de yaşında yoktur yaramazlık.” dedi. Bir an yüzündeki o muzip ifade gelir gibi olmuştu konuşurken.

Velev ki arabacı mektep arkadaşım Celal idi. Kendisi konuşmaya meyilli değildi. Bu yüzden lakırdıyı uzatmak istemedim. “Allah’a emanet ol” deyip nargilemin başına geçtim.

Yerime oturmuş, nargilemin keyfini çıkartmaya başlamışken, Gazi Ahmet Paşa arabayı uğurlayıp geldi. Keyifle yerine yerleşecekti ki taburesini ıskalayıp yere düştü. Gözlerimle görmesem taburesinin tam otururken kendiliğinden bir karış yana kaydığına inanmazdım. Tam Paşaya yardım ederken arabacı gözüme ilişti. Keyifle bir türkü tutturmuş, arabanın önünde yola düşmüştü. Mektep günlerimden zihnime kazınmış muzip ifade yüzüne yerleşmişti.

Perşembe, Eylül 18, 2008

Tüfeng İcat Oldu Mertlik Bozuldu mu ?

Gün Zilkade ayının onuncu günü, cuma. Sene 1241. Sıcaklar iyiden iyiye Konstantiniyye’nin üzerine çökmüş. Gökyüzü bulutsuz ama kara kara dumanlar şehrin üzerini örtmüş. Şehr-i Hümayun’u bir çılgınlık kaplamış. Ahali can derdinde.


Yeniçeri neferi Oturak Galip Divan Yolunda devrilmiş bir öküz arabasının arkasına sinmiş, mermilerden saklanmaya çalışıyordu. Yol üzerinde Ağa Hüseyin Paşa komutasında cebeciler, topçulardan ve bir kısım kapıkulu ve peşlerinde bir kısım ahali ile Yeniçeriler arasında amansız bir çatışma sürüyordu.


Yeniçeri Galip Ağa Hüseyin Paşayı iyi bilirdi. Yeniçeri Ağası olarak çektirdiklerinin acısını unutmuş değildi. Şimdi de ocağa karşı sancak açmıştı soysuz. Ocağa ihanet edenin, yoldan dönenin katli vacipti. Galip belki farkında değildi ama eline yıllardır beklediği fırsat geçmek üzereydi.


Padişah yandaşları ile Etmeydanı tarafında mevzilenmiş Yeniçeriyan amansız bir çatışmaya girmişti. Karşılıklı tüfek ateşinden her tarafı barut dumanı sarmıştı. Yer cesetler ve yaralılar ile doluydu.


Galip rastgele bir atıştan sonra iki arşını aşkın tüfengini doldurmaya başladı. Tüfeğin namlusu işlemeler ile doluydu. Nişangâhın önünde Padişah II. Mahmut Hanın tuğrası ile Zülfikar nişanı vardı. Galip’in kolunda da dövmesi vardı. 53. Orta nişanı olan tüfeng ve Ocağın alametlerinden olan Zülfikar.


Arabanın üzerine tüfengi yatırıp bir hedef aradı ama barut dumanı görmesini engelliyordu. Okkalı bir küfür sallayıp, tekrar arabanın arkasında beklemeye başladı. Deniz tarafından bir rüzgâr başlayınca duman dağılır gibi oldu. Bunu fırsat bilen Galip tekrar doğruldu ve dumanın arasından görülen kalabalığa doğru nişan aldı. O anda atı üzerinde Galip Hüseyin Paşayı gördü. Mendebur halen Yeniçeri Ağası idi. Besmele çekip asılınca tetiğe gürültüyle patladı tüfeng. Mermi havada bir kalp atımı uçtu. Sonra da Yeniçeri Ağası Ağa Hüseyin Paşa’nın sağ gözünün altından girip ensesinden çıktı. Paşa ne olduğunu hiç anlayamadı, çarpan merminin şiddeti ile cansız bedeni atından aşağı devrildi.


* * * *


Öğretmen sınıfa girdiğinde tüm öğrenciler ayağa kalktılar. Eliyle öğrencileri yerine oturtup kendi yerine kuruldu. Okuma gözlüğünü takıp şöyle bir hepsini süzdü. Önündeki kitabı açıp sayfalarını karıştırdı. Aradığı sayfayı bulunca üstün körü bir kez daha okudu.


Okuması bitince gözlük üzerinden sınıfı bir kez daha süzdü. Öğrenciler tedirginlik içerisinde bekliyordu. Her an bir sözlü başlayabilirdi. Yaşlı tarih öğretmeni acımasız sözlüleri ile nam salmıştı. Öğretmen beklemekten zevk alırcasına bir kitaba bir öğrencilere baktı. Sonunda karar verip konuşmaya başladı.


“Evlatlarım bildiğiniz üzere yarın Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüz ellinci yıl dönümü. Bildiğiniz gibi bu nadide cumhuriyet şehitler ve gazilerin akıttığı kan ile atalarımızın dirayeti sayesinde kurulabildi. Bu nedenledir ki size Vaka-i Hayriye’den bahsedeceğim.”


Öğretmen ayağa kalkıp öğrencilerini bir kez daha süzdü ve konuşmasına devam etti.


“Senelerden 1826 yani Hicri takvime göre 1241. Padişah II. Mahmut ile Yeniçeri Ocağı arasındaki sürtüşme hat safhada. Osmanlı İmparatorluğu artık Avrupalının gözünde bir hasta adam. İşte böylesi günlerde dışarıdaki düşmanlar yetmiyormuş gibi Padişah bir de Ocağın devrimci fikirlerinden çekindiği için bin bir türlü hile ile Ocak ile uğraşıyordu. Yandaşları ahaliye Ocağın nasıl ahlaksız, nasıl kanunsuz olduğu fısıldıyordu. Son yıllarda yönetim bekasını kaybeden saltanat son bir çırpınış içerisinde beş yüz yıllık Sanadid-i Bektaşiyan’ı yani Yeniçeri Ocağını kendine düşman edinmiş, Padişah II. Mahmut Eşkinci Ocağını kurdurtacak kadar aciz içerisindeydi. Tecrübesiz, yeni yetme askerlerin koskoca Ocağın yerine geçecek hali yok ama kendi iktidarı için ülkeyi iç savaşa bile sokmaktan çekinmeyen II. Mahmut çaresizce debeleniyordu.”


Konuşmasına ara veren öğretmen, öğrencileri bir kez daha süzüp devam etti.


“Böylesi kritik günlerde devletin çıkarlarını gözeten Yeniçeri Ocağının ileri gelenleri Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa’ya gidip, yeni kurulan ocağın muvaffak olamayacağını, beş yüz yıldır zanaatı askerlik olan, her daim Nizam-ı Âlem’in menfaatleri için çalışmış, Yeniçeri Ocağı varken ülkede ikilik çıkaracağını anlattılar. Bu tür çabaların yanlış olduğunu, endişelerini Padişaha iletmesi için ricacı oldular. Hüseyin Paşa ise çoktan Padişah ile anlaşmış, üç kuruşa Ocağa karşı cephe almıştı. Bu nedenle bütün bu haklı uyarıları dinlemedi.


Yeni ocak kurulalı daha dört gün olmuştu ki Padişah ve yandaşları harekete geçti. Önce artık iyice yozlaşmış, Padişahın kuklası haline gelmiş Şeyhülislamlık makamından Yeniçeri Ocağının yoldan çıktığını, artık işlev görmez olduğununa dair fetva alındı. Padişah da Ocağın yapacağı ıslahatlara mani olduğu, düzeninin bozulduğu, kanun tanımadığı gibi yalan gerekçeler ile fetvayı da kullanarak asırlık Hacı Bektaş Ocağına savaş ilan etti. O zaman görüldü ki Padişah devletin ağır badireler atlattığı, dışarıdan birçok düşmana karşı savaş verdiği günlerde bir iç savaş çıkartmak için gizli tertipler içerisindeymiş.


Padişah yandaşları Sancak-ı Şerif-i de bu hainliğe alet ederek halkı kandırmaya çalıştılar. Topladıkları kendini bilmezler ve üç kuruşa tamah edip akçe karşılığı Padişahı destekleyen bir kısım kapıkulu bugün Genelkurmay Başkanlığının bulunduğu Etmeydanına yürümeye kalkıştılar. Ocağına ihanet eden Ağa Hüseyin Paşa başlarında bu çapulcu güruhu Ocağı Bektaşiyan’ın karşısına çıkmaya cesaret ettiler. Tabi ki Pirimiz Hacı Bektaşi Veli’nin de “Bu askerin yüzü gün gibi ak ve aydınlık, kolu ağır, kılıcı keskin, oku delici olacaktır. Giderken muzaffer, dönüşünde galip olacaktır.” buyurduğu üzere bu çıkarcı hainler gurubunun Ocağa direnme ihtimali yoktu. Daha çıkan ilk çatışmada hain Hüseyin Paşa vurulunca, başsız kalan çapulcular dağıldı. Böylece her türlü hainlik içerisinde hazırlanan tertip bozulmuş oldu.


Padişahı peşine takılan kuvvetler dağılınca Yeniçeriyan Topkapı Sarayına yürüyüp bütün günahına rağmen padişahtan adalet istediler. Padişah II. Mahmut ne yapacağını şaşırdı. Kendisinin vatana ihanet suçu ile adalet önüne çıkarılacağı düşüncesine dayanamayıp zavallı bir hareket ile kendi canına kıydı.


Bu yüce ulusun temelini yüzyıllar önce Anadolu’da atmış, bir dönem cihana hükmetmiş atalarımızın soyu ile son yıllarında ülkenin kendisine ihtiyacı olduğu günlerde sırtını halkına dönen, zevk ve sefa alemlerinin peşinde koşturan, kendi iktidarı için öz kardeşlerinin bile canına kıymaktan çekinmeyen, dışarıdaki düşmanlara karşı serdar, han olarak görevini yerine getiremeyen son padişahların soyunu karıştırmayın. Ne acıdır ki bu soyun yok olması ile Osmanlı Hanedanı son bulmuş oldu.


İşte Saltanatın kaldırıldığı bu kutlu, hayırlı olaya Vaka-i Hayriye denir. Vaka-i Hayriye ile bugün de dimdik ayakta olan, ismini Osman Han’dan alan Osmanlı Cumhuriyeti’nin temeli atılmış oldu.”

Perşembe, Ağustos 28, 2008

Konserve Kutusu

Denizin kıyısında uzanan çay bahçesinde Recep sabah keyfi yapıyordu. Bir elinde ucuz sigarası, önünde sıcacık çayı ile keyfine diyecek yoktu. Muhteşem boğaz manzarasına karşı sigarasından derin bir nefes çekti. Keyifle tüttürüp uçuşan dumanı seyretti. Nikotinin verdiği hazzı pekiştirmek için çayına yöneldi. Tavşankanı, şekersiz çayından kocaman bir yudum aldı. Çayın sıcaklığı içine yayılırken boğaz manzarasına dalıp gitti.

Mavi sularda hülyalar içerisindeydi ki, yanında birinin beklediğini fark etti. Dönüp baktı, garsondu. Uzun boylu, boyuna uygun ince uzun bacakları, kırılacak gibi duran kolları ile kır saçlı bir adamdı. Garson bir süre öylece ona baktı. Sonra boğuk bir sesle “Recep, Recep” diye seslenmeye başladı. Recep adama derdini sordu ama garson cevap vermeden seslenmeye devam etti. Üzerine yüzsüzlüğü iyice ele alıp bir de onu dürtmeye başladı. Kan Recep’in beynine sıçradı. Ayaklanıp masayı densiz herifin başına çalmak istedi. Ancak her nasılsa kalktığında yer ayağının altından kaydı. Güneş kayboldu, kendini kaybetti.

Gözlerini açtığında sardalye konservesi dediği daracık ranzada yatıyordu. Hemen yanı başında rahatsız edici sinekkaydı tıraşıyla Seyrüsefer Astsubayı Ali vardı. Uyandığını görünce sarsmayı bıraktı. Recep kalkmamak için belki bin kere incelediği kamarayı seyretmeye başladı. Alçak dar kapılar, küçültülmüş mobilyalar, her türlü boşluğu kullanmak için geri zekalıca köşelere tıkıştırılmış raflar ve dolaplar. Her şey birbirine bağlıydı. Yer çekimi kaybına karşı yere sabitlenmiş küçük masalar, masalara sabitlenmiş aletler ve tabi ki aletlere göbeklerinden bağlı insanlar.

Gemi aslında bir konserve kutusuydu. Sadece dış gövdeye renkli, ev kadınlarının aklını alacak etiketi yapıştırmayı unutmuşlardı. Gemiyi tasarlayan bilim adamları, bilimin ulaştığı son nokta dedikleri bu zırvalığı orduya törenle teslim etmişlerdi. Herkesin hayran olduğu bu metal yığını gerçekte dokuz insan evladını sardalye misali istifleyen ordu konservesinden başka bir şey değildi.

Recep bütün huysuzluğuna rağmen sonunda ranzadan kalktı. Kendi kendine söylenip giyinirken kapıda Abdullah belirdi. Tulumu ve üzerine bağlanan malzemeler ile hazırdı. “Gardaş, geciktik” deyip gitti. Recep de peşi sıra çıktı. Yolda tulumunu üzerine geçirirken söylenmeye devam etti. Diğer gruba yaklaşık yarım saat takmışlardı. Bu hafta ikinci defa oluyordu.

Hava kilidine geldiğinde Abdullah giyinmişti. Recep’in dış ortam giysisiyle Teknisyen Üstçavuş Murat bekliyordu. Yüzündeki çokbilmiş asker ifadesi ile geç kalmaları konusunda konuşmaya başladı. Recep en az kendisi kadar ağır olan giysiye girmeye çalışırken teknisyenin iğneleyici sözlerini duymazdan geldi. Hepsi birbirinin aynıydı. Disiplinle, kuralla, düzenle bozmuşlardı. Giysiye girdikten sonra gerekli bağlantılar başlığına takıldı. Son kontrollerden sonra başlığın ekranı tanıdık işaretlerle aydınlandı. Başlangıç kontrol yazılımı çalışınca teknisyene ve Abdullah’a tamam işaretini verdi. Bir başka mesai için her şey hazır görünüyordu.

Hava kilidinin önünde yerlerini aldıklarında temiz odanın kapısı mekanik gürültülerle açıldı. Temiz odaya girip yerlerine geçince kapı gerisin geriye kapandı ve temizleme, arıtma işlemi başladı. Geminin içi ile geminin dışını birbirine karıştırmamak gerekiyormuş. En doğrusu içerisinin içeride, dışarısının dışarıda kalmasıymış. İşlemi ona beyaz önlüklü, yarım akıllı bilim kadınlarından biri böyle açıklamıştı.

Temiz oda sürecinde üzerine baktı Recep. Milyon liralık kıyafetiyle oturuyordu. Erzincan’dan taş ustası olarak buraya gelmişti. Bundan on yıl önce böyle bir iş yapacağını söyleseler hayatta inanmazdı. Böylesi muazzam maaşlı bir iş ve böylesi muazzam bir işkence. Bu işkence bitince gerçek havaya, gerçek yemeğe kavuşacaktı. En önemlisi ailesini tekrar görecekti. Karısı ve üç çocuğunu itiraf etmese de özlemişti. Çok fazla yüz vermeye gerek yoktu. Yine de bütün bu sıkıntı ve tehlike onlar içindi. Geriye belki birkaç sefer daha kalmıştı. Sonrasında ver elini emeklilik.

Recep için çocuk bereket demekti. Mesela bir erkek çocukları daha olsa fena mı olurdu. Eve neşe ve bereket gelirdi. Ama bir şekilde üçte durmuşlardı. Karısından şüphelenmiyor da değildi hani. O çokbilmiş doktorlarla ne konuştuğunu Allah bilirdi. Kadınlarla doktor gibi okumuş taifenin dilinden, şerrinden korkulurdu. Böyleleri gösterişli laf salatası ile adamı saniyesinde uyutup, istediklerini yaptırırlardı.

Büyük çocuğu erkekti. Liseyi bitirdikten sonra geçen yıl evlendirmişti. Artık torun zamanı da gelmişti hani. Ortanca ise kızdı. Hamarattı. Akıllıydı, kafası hesap kitaba yatkındı. Okuyordu ama elbet hayırlı bir kısmet çıkardı. Esas küçük oğlanın derdi vardı. Bu sene meslek lisesini kazanmıştı. Onu üç yıl okutacak ve evlendirecek kadar parayı denkleştirmek lazımdı. Sonrası ver elini tatlı emeklilik hayatı. Belki de köye geri dönerlerdi. Hayatın bütün cefası, tehlikesi emeklilikte rahat yüzü görebilmek için değil miydi? Yoksa aklıselim kaç kişi binerdi bu konserve kutusuna.

Dış hava kilidi gürültüyle açıldı. İçeri dış ortam sıvısı dolmaya başladı. Tamamen dolup basınç eşitlenince kapaklar açıldı. Abdullah ile Recep ağır hareketlerle dış ortama süzüldüler. Dışarısı neredeyse zifiri karanlıktı. Başlık ışığının aydınlattığı bir iki metreden sonrası adeta yokluktu. Birkaç saniyede bir yanan geminin baş ve kıç çakarları etrafı aydınlatsa da karanlığı delmeye yetmiyordu. Dış ortamın saniyede iki, üç defa tekrarlayan gel git hareketiyle sağa sola sallanıyorlardı. Recep içinde oldukları kahrolası durumu düşününce elinde olmadan ürperdi.

Giysilerin çelik halatlarını geminin dışındaki güvenlik makaralarına bağladılar. Bağlanınca geminin dört bir yanındaki spotlar yandı. Geminin dış yüzeyi burada geçirdiği iki aydan sonra iyice kararmıştı. Üzerindeki yazılar, işaretler artık okunmuyordu. Gemi kanalın iç yüzeyine sabitlenmişti ama sallanması bir türlü bitmek bilmiyordu.

Kılavuz halatlarda süzülerek çalışma sahasına ulaştılar. Kara zıkkım iyice temizlenmiş, kenarlarda az miktarda kalmıştı. Çalışmaya başlayacakları sırada haberleşme kanalında gemi kaptanı Devrim Üsteğmen’in sesi duyuldu. “Recep hadi koçum, temizle kütleyi de kurtar bizi buradan.” Kan yine beynine sıçradı Recep’in. Ukala dümbeleği kasıntı subay kaç yaş küçüktü ondan. Kendi kendine sayıp sövünce sakinleşti, derin bir of çekti.

İş basitti. Kırıcılarla zıkkımı ayırıyorlar, alete bağlı süpürge de zıkkımı emiyordu. Kalanı gemi hallediyordu. Zararlı kısmını çıkarıp sakladıktan sonra posasını dışarı atıyordu. Zararlı kısmın etrafa yayılıp dikkat çekmemesi için de olası artıkları gölgeleyen kimyasallar gemiden salınıyordu. İşin numarası zıkkımı etrafa bulaştırmadan temizlemekti.

Bir iki saatlik çalışmadan sonra temizlik bitmişti. Birkaç numune alacaklardı. Gemideki bilgisayar numuneleri kontrol edip, gidip gitmeyeceklerine karar verecekti. Son kontrol de dışarıda yapılacaktı. “Buraya girmekten ölesiye korkan beyaz önlüklü zurnalar. İşlerini her halta nane orduya yaptırıyorlardı. Ordu da bana. İt ite, it kuyruğuna.” Diye söylendi Recep.

Örnekleri gemiye yolladıktan sonra tarama sırasında daha fazla parça gerekirse diye beklemeye başladılar. Abdullah pek sevdiği türküleri dinlemeye başladı. Recep ise vakit geçirmek için gözlerini kapatıp, kendini takılı olduğu halatta asılı bıraktı. Neredeyse yer çekimsiz olan ortam oldukça dinlendiriciydi.

Recep uykuya yeni dalmış, gözünün önünde emeklilik, sigara ve çaylar uçuyordu ki kıyamet koptu. Her şey birbirine girdi. Halatlara bağlı bir oraya, bir buraya savrulmaya başladılar. Recep ağır dış ortam giysisinin içerisinde tepe taklak sürüklenmeye başladı. Sarsıntılar birkaç kalp atımı sonra yavaşladı. Sonra da durdu. Tam her şey sakinleşmişken geminin bağlı olduğu halatlardan biri büyük bir gürültüyle koptu. Gemi bağlı olduğu diğer yüzeye şiddetle çarptı. Geminin savrulmasıyla ona bağlı Recep ve Abdullah de peşi sıra savruldular.

Abdullah hızla geminin yüzeyine çarptı. Peşinden halatlara takılı kırıcılar da ona çarptı. Gemi gerisin geriye savrulduğunda bu kez de Abdullah kırıcılara çarptı. En sonunda geminin sallanması bittiğinde Abdullah halatın ucunda hareketsiz yüzüyordu. Recep seslendi ama cevap gelmedi. Abdullah’ın başına bir şeyler gelmişti.

Recep arkadaşının yanına giderken haberleşme kanalında gemidekilerin konuşmaları yankılanıyordu. Pratisyen doktor onlardan haber almaya çalışırken, Üsteğmen gemidekilere emirler yağdırıyordu. Recep arkadaşının yanına ulaştığında gemiden sızan maddeyi fark etti. Tankları delinmiş, sızdırıyordu. Geminin etrafında kara madde birikmeye başlamıştı.

İşte o anda gördü Recep onları. Fısıltıyla, kulaktan kulağa anlatılanları duyardı. Çalışma ekranlarında, kitapçıklarda görürdü. Kısaca katiller derlerdi. Recep Abdullah’ı gemiye çekiştirmeye çalışırken çıkageldiler. Eli ayağı birbirine dolandı. Öylece baka kaldı.

Spotların aydınlattığı kadarıyla damarın nerdeyse tümünü kaplamış geliyorlardı. Yüzlerce belki de binlercesi vardı. Yarı saydam dış yüzeyleri mordu. İçlerinde ise daha koyu, hatta kırmızıya çalan mor çekirdekleri vardı. Adeta morun her türlü tonu onlara doğru uçuyordu. Dış yüzeyleri sürekli kıpırdayan dokunaçlarla kaplıydı. Yazılanlara göre dokunaçlar onların sonu demekti.

Aralarındaki mesafe tükenirken Recep, Üsteğmen’in gürlemesi ile kendine geldi. “Yürü be adam. Öldüreceksin topumuzu!” Recep kolundaki düğmeleri kırmak istercesine vurunca makara onları çekmeye başladı. Recep ile Abdullah süratle hava kilidine girdiler.

Teknisyen onları gemiye alıp, üzerlerindeki zımbırtıları çözerken, yanlarına doktor niyetine verdikleri doktor çömezi Abdullah’la ilgilenmeye başladı. Giysisinin başlığını çıkartınca yere kan akmaya başladı. Bir şekilde sarsıntıda kafasını başlığın içerisine çarpmış olmalıydı.

Giysisinin diğer parçalarını çıkartırken Recep eline bulaşmış olan kana baktı. Gülsün mü ağlasın mı bilemedi. Bunları düşünürken gemi sarsıldı. Katiller gemiye yetişmiş saldırmaya başlamışlardı. Programlandıkları gibi dış gövdeyi delmeye çalışıyorlardı. Gövde dayandığı sürece yaşayacaklardı.

Recep korkuyla komuta odasına koştu. Üsteğmen kumandaya geçmişti. İkinci kaptan Teğmen Burak da ona yardım ederken, Ali Astsubay ise geminin savunma sistemi ile uğraşıyordu. Recep olduğu yere çöküverdi. Mürettebat ise bir taraftan gemiyi uçuruyor, diğer taraftan da bir çözüm arıyordu.

İş Ali Astsubaya kalmıştı. Onun görevi gemiye bağışıklık sistemince zarar verilmesini engellemekti. Esas yöntem onlar çalışırken saldıkları kimyasalları kullanmaktı. Ali Astsubay komut ile kimyasalları saldı. Herkes nefesini tuttu. Geminin dört bir yanından bu iş için tasarlanmış gölgeleyici püskürdü. İşe yararsa katiller başkalaşmış madde olarak algıladıkları gemiyi artık göremeyeceklerdi. Onlar beklerken geminin yüzeyi eğilip bükülüyor, içeride gıcırtılar şimşek gibi patlıyordu.

Saatler gibi gelen dakikalardan sonra sesler azalmaya başladı ama durmadı. Katillerin bir kısmı halen saldırmaya devam ediyordu. Kaptan “Başka çare kalmadı. İkinci kademe savunma sistemini kullanalım. Müşteri riskleri biliyor ve kabul etti. Benim görevim öncelikle gemimi ve mürettebatımı korumak.” dedi. Ali Astsubay savunma sistemini düzenleyen ekranlara döndü. Üçten geri sayarak savunma sistemini çalıştırdı.

Ali Astsubay bilgisayarla çalışmaya devam ederken dış gövdeden gelen sesler azalmaya başladı ve bir iki dakika sonra sustu. Astsubay verileri inceleyip raporunu verdi. “Saldırı sona erdi. Etrafımızdaki katil hücrelerin tamamı etkisiz hale getirildi. Dış ortama verilen hasar kabul edilebilir sınırlar içerisinde.”

Kaptan derin bir nefes alıp koltuğuna yayıldı. Katillerden kurtulmuşlardı. Herkesin yüzü gülüyordu. Doktor da Abdullah’ın muayenesini bitirdiğini, korkulacak bir şey olmadığını söyledi. Her şey yoluna girmişken Murat Astsubay hasar raporunu getirdi. Yüzler yine asıldı. Haberleşme ve izleme sistemi zarar görmüştü. Yerlerini bildiremedikleri için yardımsız çıkış yapmaları gerekiyordu. Gemiyi dışarıdan direk alamayacakları için acil çıkışa kendi başlarına gideceklerdi.

Kısa bir istişareden sonra rota belirlendi ve gemi yola çıktı. Tahmini varış süresi yaklaşık kırk beş dakika idi. Şansları dönmüştü. Yolculuk tahmin edildiği gibi kırk beş dakikada ve sorunsuz bitti.

Herkes komuta odasına toplanmış dışarıyı izliyordu. Geminin spotları yandığında büyük metal çıkış göründü. Ucu fosforla kaplıydı. İçinde bulundukları karanlık ortamda spotlarla parlıyordu. Çıkışa girince dışarıdakilerin de haberi olacaktı. Gemi zarif bir hareketle çıkışın içine doğru süzüldü. Herkes nefesini tutmuştu. Belli ki birbirlerine söylemeye korksalar da herkes yeni bir sorun bekliyordu.

Çıkışın içerisinde yükselirken, hızlandılar. Dışarısı onları fark etmiş ve çekmeye başlamıştı. Geminin motorlarını susturdular. Yukarı doğru süzülmeye devam etti. Bir iki dakika sonra dışarıdalardı. Dönüştürme işlemi biter bitmez özgür kalacaklardı.

Gemi dönüştürme tankına alındıktan sonra işlem sadece beş dakika sürüyordu. Mürettebat organik dönüştürme odasına geçecek ve burada bulunan dönüştürme tüplerinde geri büyütme işlemi yapılacaktı. Önce moleküler ayrıştırma yapılacak, ardından yapılan büyütme işlemi sonucunda moleküller gerçek ebatlarında birleştirilecekti. Yan etkilerden dolayı iki ile üç saat arası baygın kalacaklardı.

Dönüştürme sırasında üzerlerinde herhangi bir yabancı madde bulunmaması için dönüştürme tüplerine girerken tamamen soyundular. Herkes girince geri sayım başladı. Tüplerin ekranında kırmızı ışıklı sayılar yanıp söndü. “3, 2, 1” Birden sonra her şey dönmeye başladı, renkler birbirine girdi. Görüntüler bulandı. Hisleri köreldi. Ardından da karanlık geldi.

Recep gözlerini açtığında sağlık ünitesinde üzerine sağlık zımbırtıları takılı yatıyordu. Kalktı. Üşüyordu ve başı dönüyordu. Bu seferde ölebilirdi. Başkasının sağlığı için kendi hayatını tehlikeye atmak düpedüz salaklıktı. Kararını vermişti. Yeterince çalışmış, para biriktirmişti. Son noktayı koyup emekli olacaktı. Emeklilik fikri ona müthiş bir haz verdi.

Yüzünde güller açan mürettebat dinlenme odasında çay içiyordu. Abdullah’ın başı sarılı ama maşallah sapa sağlamdı. Recep de kendisine ikram edilen çayı süratle bitirdi. Üşümesi, baş dönmesi geçmeye başlamıştı. Var mıydı çay gibisi? Hemen ikincisini doldurdu.

Çayını içerken Kaptan kalkıp yanına geldi.

“Kanserli kütleyi tamamen temizlemişiz. Acil çıkış da gerçekleştirsek işlem başarılı olmuş. Başka sefer olmayacak. Sarsıntılar ise hastaya verilen sakinleştiricinin etkisini yitirmesinden olmuş.”

Recep için zaten son seferdi. Gereksiz ayrıntılar ise hiç ilgisini çekmiyordu. Ne elin adamının içinde akıl almaz riskler, ne de zengin çocuklarının çokbilmişlikleri olacaktı. Kaptanın konuşmasını bitirip başından gitmesini beklerken genç subay muzipçe güldü.

“Recep senin de ağzın amma sıkıymış. Kaç haftadır birlikteyiz. Kutlarım. Allah analı babalı büyütsün. Dördüncü olacak değil mi?”

Recep bir an subayın ne saçmaladığını anlamadı. Boş boş yüzüne baktı. “Dördüncü olan ne kaptan?” diyebildi ancak.

“Sanki bilmiyorsun Recep. Kaza haberini alınca karın aramış. Hamile olduğunu söylemiş, bizim çocuklardan seni sağ salim getirmelerini istemiş.”

Bu sırada herkes kalkıp Recep’i kutlamaya başlamıştı. Onun ise başından aşağı kaynar sular dökülüyordu. Bir çocuğu daha olacaktı. En az on küsur yıl daha para harcayacaktı. Olduğu yerde donup kaldı. Zar zor ağzını açıp konuştuğunda kimse anlamadı ağzından çıkan kelimelerin manasını:

“Gitti emeklilik! Hay ben böyle bereketin içine . . .”