Pazartesi, Aralık 18, 2006

Dunyanin Sonu Gelse Nasil Gelir?

Bikac amerikan geyik, bizden cok farkli degiller ne de olsa, dunyanin sonu gelirse nasil gelir diye geyikliyorlar. Son episod Monsenyor Cthulhu ve bizler hakkinda.

Elalem neler podcastliyor, biz hala bos bos duruyoz.... Haydin genclik!

Cumartesi, Aralık 16, 2006

Aziz Efendi’nin Reddedilen Mirası Türk Romancısının “Gerçeklik”le Savaşı... - Handan İnci

Ali Aziz Efendi ve eserleri ile Türk Edebiyatı hakkındaki yerine ilişkin olarak Handan İnci'nin Kitap-lık Dergisi 80. sayısında bir yazısı mevcut. İlgilenene.

http://www.ykykultur.com.tr/kitaplik/80/main.html

Mısır Şehzadesi - Ali Aziz Efendi

Kitaplık 140 Sayfa


Kitabın yazarı Ali Aziz Efendi ya da Giritli Ali Aziz Efendi 1749 Girit doğumludur. 1799 yılında Osmanlı Devleti’nin Almanya Elçisi iken Berlin’de ölmüştür. Kitabın orjinal ismi Muhayyelat-ı Ledünn-i İlahı-i Giridi Ali Aziz Efendi’’dir. Günümüz Türkçesi ile karşılığı “Giritli Ali Aziz Efendi’nin Gizemli Hayalleri”dir. Eserin yazım tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber 1797 yılı olarak tahmin edilmektedir. Aziz Efendi giriş bölümünde eseri tanıtırken “Hülasatü’l Hayat” (Hayatın Özü) adlı eski bir kitabın dervişçe uyarlamasını yaptığını belirtmektedir.


Bu kitap Osmanlı ve Türk Edebiyatı için ilk fantastik eser ve aynı zamanda modern edebiyata geçişte önemli bir mihenk taşı olarak kabul edilmektedir. Ne yazık ki Aziz Efendi’den sonra Türk Edebiyatı doğunun masallarına sırtını dönerek, batının gerçekçi tarzına geçiş yapar. Hatta Aziz Efendi’nin masalsı, fanatastik anlatıları şiddetle eleştirilir. Modern cumhuriyet edebiyatına kadar fantastik edebiyat dışlanır.


Aziz Efendi, Mısır Şehzadesi ve daha sonraki Padişahı Naci ve onun oğlu, şehzadesi Dil-agah’ın maceralarını anlatıyor kitabında. Şehzadeler cin kralının ve binbir türlü efsunun yardımı ile muradına ererken, gayipte dolaşıp, ejderhalar ve kötü büyücüler ile savaşıyorlar. Ancak bütün bu binbir gece masalları hikayelerinin arkasında Ermiş, Erenler Ereni, Mürşid ve Kutub olarak isimlerndirilen İzzettin Kübra Efendi adlı Dede’nin tam da belirttiği gibi “dervişçe” kıssalarını anlatıyor Aziz Efendi. Naci, Mısır Padişahı olduktan sonra “fakir dervişlere kafir gözüyle baktığı” için ermiş kişi tarafından kendisine bir ders veriliyor. Ermiş için kullanılan sıfatlardan ve kıssalarından kendisinin bir Bektaşi Dedesi olduğu sonucunu çıkarmak da pek mümkün. Bu ögeleri ile kitap bir tasavvuf kitabı da sayılabilir.


Günümüzün fantastik anlatılarına göre daha farklı ve zayıf sayılabilecek bir eser Mısır Şehzadesi. Diğer taraftan türünün ilk örneklerinden olması ile çok önemli bir eser. Aziz Efendinin Hayalleri çevirisi ya da asıl yazım dili olan Osmanlıca nedeni ile çok rahat ve hızlı okunuyor. Okunmasında fayda var.

Yeni Atlantis - Fransic Bacon

Bordo Siyah 97 Sayfa


Francis Bacon 1561 ile 1626 yılları arasında İngiltere’de yaşayan hukuçu, devlet adamı, yazar ve düşünürdür. Hukuk eğitimi alan Bacon Birleşik Krallığın çeşitli kamu kurumlarında yaptığı görevlerin yanı sıra bilim ve ilerleme konusunda yaşadığı dönem için önemli araştırmalar yapmıştır. Kral James’e olan yakınlığı sayesinde Adalet Bakanlığı görevinde bulunmuş ve St. Albans Vikontu ünvanını almıştır. Yapmış olduğu prestijli görevler ve sahip olduğu aristokratik ünvanların yanında rüşvetten dolayı hüküm giymiş bir suçludur. Yeni Atlantis adlı eseri dışındaki diğer önemli eserleri Filozofların Eleştirisi, Denelemer, Novum Organum ve Büyük Yenileme’dir.


Yeni Atlantis Bacon’ın hayal ettiği mükemmel toplumu anlatır. Kitapta Bacon toplumun kanunlarından, bilimsel gelişmeye odaklı kurumlarından, ruhani konumundan ve Atlantis’e kadar dayanan tarihinden bahseder. Ancak bana göre tasvir edilen toplum, sosyal sınıfları, mükemmel hristiyanlığı, hiç bahsedilmeyen gerçek insanları ve örnek bilimsel araştırma kurumları ile Bacon’un bilimsel araştırma ile ilgili takıntılarını ve aristokrat bakış açısını yansıtıyor. Bilime verdiği önemle dini geri plana attığı söylenen Bacon, Atlantis’in bir kolonisi ya da devamı olan Atlantik’teki adaya Yeni Ahit’in mucizevi bir şekilde gelişini ve hem örnek hristiyan, hem de seçkin sosyal sınıflarını anlatırken bir bilim adamından çok sabit fikirli bir dinci, sınıf ayrımcı bir asilzade duruşu sergiliyor. Adanın en önemli kurumunun adları Süleyman’ın Evi, Solomon’un Evi ve Eski Ahit’teki yaratılış bölümüne gönderme yaparak Altı Gün Çalışmaları olarak yazıyor Bacon. Çağının ilerisinde bir bakış açısı ve etkinlikle bilimsel araştırmalar yapan bu kurumun kökenini İbrini Kralı Süleyman’a dayandırması, felsefesinin odağı bilim olarak tanımlanan Bacon’ın düşünceleri ile bir çelişki yaratıyor.

Thomas Moore ile ütopyaların ilk yazarlarından olan Bacon’ın kitabı o dönemin bakış açısını yansıtması ve türünün ilk örneklerinden olması açısından vakit ayırmaya değebilir.

Pazar, Aralık 10, 2006

Çift Başlı Kartal - Yiğit Değer Bengi

Artemis Yayınları, 194 Sayfa

Yiğit Değer Bengi’nin ilk çıkan kısa hikaye kitabı Çift Başlı Kartal. Bengi Artemis Yayınlarında editör ve çevirmen. Kitap dokuz adet kısa hikayeyi barındırıyor. Bunlardan son üç tanesi ise Çift Başlı Kartal üçlemesi. Bengi’nin yayınlanmış ilk kitabı da olsa, kısa hikayeleri dergilerde ve kitaplarda yayınlanmış. Höyük adlı öykü Ölümsüz Öykü Klubü Ödüllerinde, Çift Başlı Kartal ise Jules Verne Öykü Ödüllerinde derceye girmiş. Bengi’nin yazdığı hikayeler gayet akıcı ve sade bir dille yazılmış. Eski çağlara olan ilgisinden dolayı bütün hikayeler antik Anadolu ve Mezopotamya ile ilgili. Bu noktada Bengi’nin Eskiçağ Tarihi üzerinde yüksek lisans yaptığını da eklemek lazım. Eskiçağlar ile bu kadar ilgili olması sona doğru biraz tekrar hissi yaratsa da, öyküler bir nefesde okunuyor. Aslında önsözde Sevin Okyar benden bin kat daha net olarak açıklamış kitabı. Özellikle Türk bir yazarın elinden çıkmış ve Anadolu’da can bulan hikayeleri okumanız şiddetle tavsiye olunur.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Suikastçının Çırağı - Robin Hobb

Farseer serisinin ilk kitabı.

Soyluların, sahip olmaları istenen erdemlerle adlandırıldığı Altı Dükalık'ta şövalye erdemlerine
sahip prensin gayrımeşru çocuğu kralın kalesine getirilip bırakılır.

Fitz adını verdikleri ve hayvanlarla tehlikeli boyutlara gelebilecek bir iletişim gücü olan çocuğu şövalye prensin sadık adamlarından olan ahır sorumlusu büyütür. Ancak asıl babası kısa bir süre önce ölen çocuk, Altı Dükalık'ı gizemli Kızıl Gemilere karşı korumakta yetersiz kalan kralın
dikkatini çeker ve herkesten gizli olarak kraliyet suikastçısına çırak olarak verilir.

Çocuk büyüdükçe kimi soylular arasında kabul görür ve bir soylu olarak yetiştirilmeye başlanır. Tüm kraliyet ailesi üyeleri gibi o da İrfan adı verilen telepatik güçler sanatında eğitilir, ancak
başarısız olur.

Sonunda prenslerden birinin evliliği nedeniyle bir dağ krallığına giden heyete özel bir görevle katılır.

Genel olarak sürekli ama ağır ilerleyen bir kitap. Olaylar çocuğun gözünden, birinci tekil şahıs anlatılmış. Son bir kaç bölüme gelene dek konunun nasıl ve nerede bağlanacağı kestirilemiyor. Bu sonda olayı heyecanlandırıyor ama başları ve ortaları okurken olayların nereye gittiği anlaşılmadığı için biraz sündüğü duygusu uyandırıyor.

Çevirisi ise sonuna kadar okunacak kadar iyi. Ancak Türkçeleştirilmesi gereken, yer yer çeviri kokan cümleler ve ifadeler de yok değil. Türkçesini düzeltme amacıyla yapılmış ikinci bir okumayla düzelebilecek, gözden kaçmış hatalar.

Fantastik unsurları sıradışı toplumlar ve telepatik güçlerden ibaret. Bir kere okuyacak ve devamını merak ettirecek kadar tutarlı. Devamı da Kraliyet Suikastçısı adıyla aynı yayınevinden çıkmış.

Pazar, Kasım 26, 2006

Öykü - Cam Kırıkları

İlk cam kırığı az önce bir parçası olduğu otobüs penceresinden ayrıldığında ve peşinden binlerce kardeşini sürüklediğinde, adam başına geleceklerin büyüklüğünün pek farkında değildi. Tuhaf gelmişti ona, birarada dururken saydam olan bu parçaların ayrıldıklarında hepsinin ötelerindeki nesneleri göstermek konusunda ne kadar bencil oldukları. Hatta o ilk kırılmayı ve hızla ilerleyen cam kırığı ve kardeşlerinin kendisine ne kadar hızlı yaklaştığını anlayamamıştı bile. Anladığındaysa bedenine saplanan binlerce camın acısı, üzerine düşen insanların acısıyla birleşmişti. Bu bir anlık farkındalık bedeninin daha fazla ıstırap çekmesini önlemiş, böylece adam beden acıları ruhuna da yansıyan biri olarak bilinçaltının huzurlu karanlığına gömülmüştü.


Gözünü açtığında gökyüzünü gördü. Sırtüstü yatırılmış, mumya gibi bezlerle sarmalanmıştı. Yalnızca başı serbestti. Paniğe kapıldı. Gökyüzünden başka birşey göremiyor, nerede olduğunu, neden buraya getirildiğini anlayamıyordu. O zaman başını çevirmeyi akıl etti. Geniş bir çayırın ortasında yüksekçe bir şeyin üzerinde yatıyordu. Yeşil otlar yağmur sonrası ıslaklığıyla mis gibi kokuyorlardı. Güneş ise… güneş ortalıkta görünmüyordu. Güneşi görebilmek umuduyla başını bu kez diğer yöne çevirdi. Gördüğü sahne onu biraz şaşırttı. Bir koyun duruyordu yanında. Yarı şaşkın yarı bilgiç yüzüne bakıyordu. “Günaydın,” deyiverdi hayvan. Adam doğru duyup duymadığını diğer duyularıyla da sağlamak istercesine bedenini de döndürmeye çalıştı. Ayaklarından beynine doğru çakan bir elektriklenme sırtının gerilmesine, çenesinin kasılmasına neden oldu. “Kıpırdama,” dedi koyun. “Geri getirecekler seni.”

Aklında beliren soru adamın acısını anlık da olsa unutmasını sağladı. Neredeydi ki nereye getireceklerdi onu? Tüm bu karmaşık olağanüstü olaylar karşısında sorabileceği en mantıklı soruyu yöneltti hayvana, “Neredeyim ben?”

“Sizin kalıcı taş çadırlarınızdan birinin içindesin. Burası senin biraraya getirileceğin yer.” Yanıt adamı rahatlatmak bir tarafa binlerce yeni soru işaretiyle doldurmuştur kafasını. Acı çekse ve istediği gibi hareket edemese de kendini bir araya getirilecek kadar da dağılmış hissetmiyordu.

Aynı anda hayvanın arkasında bir adam belirdi. Uzun boylu zayıf görünümlü yaşlıca biriydi. Nereden çıktığı belli olmayan bu adamın omuzunda bir güvercin duruyordu. Güvercin sanki sessiz bir emir almış gibi yaşlı omuzlardan havalandı. Geniş bir yay çizip sargılı adamın üzerine kondu ve sargıları gagalamaya başladı.

“Onun adı Kam,” dedi koyun başıyla yaşlı adamı işaret ederek, “Seni o geri getirecek. Güvercinin yardımıyla tabii.” Adam yine birşey anlamamıştı. O anda inanılmaz birşeyi farketti. Ellerini kıpırdatabiliyordu! Kollarını iki yana açıp ellerini çırpacak kadar gücü yoktu ama parmaklarını ve avuçlarını hissediyordu. Güvercine baktı. Kuş göğsüne oturmuş kendi tüylerini temizliyordu. Kam yanına geldiğinde adam elleri için sevinsin mi yoksa bulunduğu tuhaf duruma şaşırsın mı bilemiyordu. “Endişelenme evlat,” dedi Kam, “her gün güvercin sana hislerinin bir bölümünü geri getirecek. Ancak en zoru son kısım. Onun için senin de benimle gelmen gerekiyor.”

“Neredeyim ben?” diye daha önce sorup da yanıtını anlayamadığı sorusunu yineledi. Belki adı Kam olan bu yaşlı adam daha açık anlatabilirdi. Ne de olsa o da bir insandı.

“Sen dünyayla sonsuzluk arasındaki ilk basamaktasın. Geçirdiğin kaza yalnızca bedenini değil ruhunu da parçalamış. Bedenin aşağıda, dünyada, ben burada ruhunu toplamaya çalışıyorum. Güvercin ise bana yardım ediyor. Çünkü o senin koruyucu ruhun.” Yaşlı adam bir an duraksadı ve genç adamı şöyle bir süzdü. Bir kaşını şüpheyle havaya kaldırırken, “Şimdi anladın mı?” diye sordu.

“Koruyucu ruhum mu?” diye kendi kendine sordu yattığı yerden. Soru sesli çıkmıştı ama aslında içe dönük olduğu ortadaydı. Çocukluğu geldi aklına genç adamın. Bir daha geri gelmeyecek çocukluğu. Uzun saatler boyu bir güvercini yakalayıp elinde tutmak için yaptıkları geldi gözünün önüne. Önce hain tuzaklar denemişti güvercinleri yakalamak için. Bunların pek sonuç vermediği üstelik de kuşları yaralayabileceğini farkedince vazgeçmişti. Güvercinlerin karanlıkta göremediklerini öğrenmek amacına ulaşmasını sağlayan bilgi olmuştu. Sonunda bir tanesini yakalamıştı ve o günden sonra güvercinleri yakalamak bir azap olmaktan çıkmıştı. Gün geçtikçe öyle iyi dost olmuştuki onlarla kuşlar kendiliklerinden eline gelmeye bile başlamışlardı. Büyüyüp de dostluk kurmak için kuşlar yerine insanları seçmeye başladığından beri güvercinlerle olan dostluğunu tamamen unutmuştu. Bu işe pek akıl sır ermese de güvercinler unutmamış görünüyorlardı.

Yine de Kam’ın ne demek istediğini tam anlayamadı. Daha fazla sorgulamak yerine gözlerini kapayıp dinlenmeyi tercih etti. Çok yorgundu.


Günler geçmiş, genç adam Kam’ın ve güvercinin ruhunun parçalarını birer birer geri getirmeleriyle kendini bulmuş ve sonunda neredeyse ayağa kalkacak duruma gelmişti. İkisinin son gelişinde Kam omuzuna dokunarak şöyle dedi: “Artık senin zamanın geldi. Kendin için mücadele edebilecek güce ulaştın. Yarın son savaşı birlikte vereceğiz. Seni bekliyorum. Güvercin sana yol gösterip seni bana getirecek.”

Geçen altı gün boyunca genç adam en son başına gelen korkunç kazayı ve geride bıraktıklarını, sevdiklerini hatırlamıştı. Şu anda bulunduğu yerin konuşan yada şifacı hayvanlarıyla nasıl bir yer olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Ancak gün geçtikçe hisleri yerine gelmişti. Bunun bir şekilde güvercin sayesinde olduğunu biliyordu. Kam güvercini yönlendiriyor, o da yapılması gerekeni yapıyordu. Bu noktaya kadar genç adam henüz birşey yapmamıştı. Ölümlü gözleriyle gördüğü son şeyler üzerine doğru uçan cam kırıklarıydı ve bunlar içten içe batmaya devam ediyorlardı. Onların batmalarını engellemesi gerekiyordu. Sanki bedeninde gezinmeyi sürdürüyorlardı. Kam’ın söz ettiği son savaş bu olmalıydı.

Kendi kendine başını salladı. Kam’ın göstereceği yolun kendi iyiliği için olduğuna inanıyordu.


Ertesi sabah uyanıp çevresine baktı. Uzaktan yaklaşmakta olan güvercini gördü. Güvercinin üzerine konabilmesi için elini uzattı. Kuş ona yaklaştı ve küçük pençelerini işaret parmağına yerleştirdi. Ama konmak ve kanatlarını kapamak yerine onları iyice açtı ve olanca gücüyle çırptı. Parmağından tuttuğu adamla birlikte göğe yükseldiler. Sanki adamın hiç ağırlığı yokmuş ya da kendisi büyümüş de küçülmüş bir Zümrüt-ü Anka’ymış gibi onu çekip götürmüştü.

Genç adamın içinde bulunduğu şaşkınlığı atlatması uzun süre mümkün olmadı. Birlikte sonu gelmez, engin göğe doğru süzüldüler. Uzun süre uçtuktan sonra ileride bir dağ göründü. Kuş dağa yöneldi. Yaklaştıkça dağın yüceliği iyice arttı. Kendisinden genç dağlarla çevrelenmiş yüce bir dağaydı. Torunlarına geçmiş zamanların yaşanmış öykülerini anlatan bilge bir dede gibi kucaklayıp gözetiyordu.

Güvercin onları dağın doğu yamacına doğru götürdü. Alçaldıkça aşağıda bir mağara görünür oldu. Önünde duranın Kam olduğundan kuşku yoktu. Güvercini ve genç adamı bekliyordu.

Kam ile genç adam bir an birbirlerine baktılar. Kam’ın elinde su kabağından iki çıngırak vardı. Birini genç adama verdi ve bir şey söylemeden mağaranın içerisine yöneldi. İşte başlıyor, diye düşündü geç adam. Cam kırıklarından kurtulması için yapması gerekeni yapma zamanı gelmişti. Ne kadar çılgınca olursa olsun. Güvercinin gırtlağından çıkan sesle irkildi. Omuzunda sakin bir edayla duran hayvana bir bakış attı ve Kam’ın peşinden mağaraya girdi.

Nereden geldiği belli olmayan bir ışığın sağladığı loşluğun içerisinde mağarada ilerlemeye başladılar. İnişleri çıkışlar, aşılması güç yarları tatlı şırıltılarla akan su altı kaynakları izledi. İkili uzun bir süre ilerledikten sonra Kam eliyle genç adama durmasını işaret etti. Çıngırağıyla ileriyi gösterdi. Genişçe bir mağarada duvarlardaki yarıklardan sular sızıyordu ve sulara sinekler üşüşmüştü. Her bir sinek neredeyse güvercin kadardı ve yüzlerceydiler. Genç adam dehşetle Kam’a baktı. Kam’ın tepkisi ise çok açıktı. Sineklerin boğuk vızıltılarla uçuştuğu mağaraya doğru yöneldi. Yanından geçen ilk sineğe çıngırağıyla vurdu. Sinek hem aldığı darbe hem de duvara çarpmanın verdiği etkiyle dağıldı ve yere düştü. Sonra Kam geriye dönüp genç adamın gözlerinin içine baktı. Fazla uzatmadı ve çıngırağını sallayarak sineklerin arasına daldı. Genç adam gördükleriyle bir an bocaladı. Omuzunda duran güvercine baktı. Yerinde yoktu. Sonra yerinden fırladı. Kuş bile gitmişti o niye bekliyordu ki? Çıngarığını sallayarak Kam’ın yanına ulaştı. Güvercin sinekleri avlamaya çalışmıyor onun yerine onları olabildiğince duvardaki yarıklardan sızan sulardan uzak tutmaya çalışıyordu. Bu, genç adamın içini tuhaf bir coşkuyla doldurdu ve çıngarığını önüne gelen sineğe salladı. Her vuruşuyla çıngıraktan çıkan şakırtıya Kam bir türkü tutturdu. Bedenlerine çarpan sineklerin sayısı azaldıkça bu türküyü birlikte söylediler. Çok dövüştüler, kan ter içinde kaldılar ama başardılar. Mağara içinde uçan sinek kalmamıştı ve yerdeki sinek ölüleri ise duvardan akan suların onları mağaranın ötesindeki yarıklardan daha derinlere götürmesiyle yavaş yavaş azalıyorlardı. “Yaralarını temizledik,” dedi Kam sakince. Mağaradan içeri girdiklerinden beri ilk kez konuşmuştu. Sonra günlük bir işi bitirmiş olmanın verdiği rahatlıkla mağaranın derinliklerine doğru yürümeye devam etti.

Genç adam sineklerle yaralarının ilişkisini anlayamadı. Ama mücadeleden önce içine dolan çoşku oradaydı. Bütün içtenliğiyle güldü. Kahkahaları mağaranın içerisinde neşeyle yankılandı. Duvarlardaki yarıklardan birinden kana kana su içti. Kendini daha güçlü ve zorluklara karşı yenilmez hissediyordu. Güvercinin yeniden omuzuna konmasıyla başarı sarhoşluğundan ayıldı. Henüz Kam işin bittiğini söylememişti. Çıngarığını bir kez daha sallayarak Kam’ın peşine düştü.

Yine bir ömür gittiler gibi geldi genç adama. Bu kez sarp yeraltı yamaçlarının kenarından bir kişinin güçlükle yürüyebildiği yerlerden, değişik bitkilerin yeşerdiği gizemli yeraltı bahçelerinin arasından geçtiler. Yolun sonunda önlerine atlasan atlanmaz bir geniş yar çıktı. Yarın iki tarafını birbirine bağlayan tahta köprü zamansız bir eskilikteydi ve karşıya geçilmesini olanaksız kılıyordu. Kam genç adama baktı. Gözgöze geldiler. Kam yine birşey söylemeden köprüye doğru yürüdü. Köprünün üzerinde yerinden çıkmış ilk tahtayı eliyle yokladı. Sallanan tahta onu tutan iplerin çürümesiyle üzerine çıkanı taşıyamayacak bir duruma gelmişti. O sırada güvercin gagasında uzun bir iple çıkageldi. Kam iyice bağladı tahtayı sonrada bir adım atarak üzerine çıktı. O tahta yerine yerleştirilmişti ama yanında ve önündeki tahtalar tamir edilmeyi bekliyorlardı. Yine dönüp genç adama baktı. O sırada kuş ağzında yeni bir iple genç adamın omuzuna kondu. Kam bu arada bir sonraki tahtayı yerleştirmeye başlamıştı bile. Adam nereden geldiği belli olmayan ipi kuştan aldı ve önüne çıkan ilk tahtayı yerine yerleştirmeye koyuldu.

Genç adam ve Kam uzun saatler boyunca çıkmış tahtaları yerleştirmek, kırıkları yeniden bağlamak için uğraşıp durdular. Düzeltilen her adım genç adamın daha canla başla çalışmasını sağlıyordu. Geriye bakıp köprünün sağlamlaştığını gördükçe coşkusu artıyor, güvercinin bulup getirdiği ipleri heyecanla ve daha sağlam bağlıyordu.

Uzun çalışmanın sonunda hem köprünün onarımı bitmişti hem de karşıya varmışlardı. “Kemiklerini de düzelttik,” dedi ona Kam.

Genç adam bu kez eskisi kadar şaşırmamıştı. Yaptıklarıyla neleri başardığını artık daha iyi anlamıştı. Kam kendi kendini iyileştirmesine yardımcı oluyordu. Zihnin aydınlığı kararmadıkça yapılabileceklerin sonsuzluğunu tadıyordu.

Kam, yarın karşı yakasındaki patikadan ilerlemeyi sürdürdü. Bu kez yol tutarlı bir şekilde derinlere gidiyordu. Yerin derinliklerinden sızan sıcak buharların doldurduğu dehlizlerden, çatal dilli, sivri dişli mahlukların kol gezdiği çukurlardan geçtiler. Yolların iyice ısındığı ve tekinsizleştiği bir anda varacakları yere ulaştılar. Büyük bir salona gelmişlerdi. Duvarlarda gökkuşağı renklerinde alevler çıkaran meşaleler asılıydı. Salonun uzak ucunda ise büyük, heybetli bir taht vardı. Tahtta oturan geniş göbekli, koca kafalı bir adam sabırla onları seyrediyordu. Yürürlerken Kam anlatmaya başladı.

“Bu karşında gördüğün Diplerin Cini’dir. Çalınan ve kayıp ruhlar hep ona gelir.”

“Bunun benimle ne ilgisi var?” diye sordu genç adam.

“Geçirdiğin kazada aldığın ağır yaralar ruhunun serbest kalmasına neden oldu. Sen kendini toparlayıp ruhunu geri çağırana kadar iblisler onu bulup Diplerin Cini’nin huzuruna getirdiler. Seni onlar ruhunu bulmadan önce toparlayabilseydik, şimdi iyileşmiş ve sağlıklı olurdun. Ancak durumun o kadar kötüymüş ki güvercinin seni geri getirmesi çok zaman aldı.”

“Nasıl geri alacağız ruhumu o zaman?”

“Pazarlık edeceğiz.”

Böylece vardılar Diplerin Cini’nin huzuruna. Tahtın önünde durdular ve cinin onları uzun uzun izlemesini beklediler. Sonunda cin konuştu.

“Ruhunun sahibi artık benim genç adam. Onu geri almadan kendi diyarına geri gidemezsin. Onsuz ölmüş sayılırsın. Gelmekte geç kaldın.” Cinin sesi gürdü ve geniş salonda kudretle yankılanıyordu. Bütün söylediklerine karşın cinin ne sesinde ne bakışında onun kötülüğünü ister gibi bir hali yoktu. Sanki evrenin yaradılışından beri üstlendiği görevi sadakatle yerine getirmek dışında bir şey yapmıyordu. Hatta bakışlarında belki biraz hüzün bile görülebilirdi.

“Yüce Cin!” diye haykırdı genç adam. “Benim yerim burası değil. Ruhumun yeri henüz senin huzurun değil. Bir yol olmalı zamanım dolmadan huzurunda kalmamı önleyecek.”

“Madem sordun iyi dinle,” diye mırıldandı bu kez Diplerin Cini. Sesi yine salonda yankılanmıştı. “Senin ruhuna karşılık başka bir ruh verirsen bana, alabilirsin o zaman ruhunu.”

“Kim verirki benim için ruhunu burada?” diye sordu genç adam. O sırada güvercin kanatlandı. Heyecanla havalanacak oldu adamın omuzundan. Ama genç adam tez davrandı ve iki eliyle kuşu yakaladı. “Olmaz,” diye mırıldandı kuşa. “Sensiz çıkmak hiç çıkmamakla eş.”

“Koruyucuna bağlılığın için sana son bir seçenek daha veriyorum,” diye kükredi Diplerin Cini. “Eğer diğer dünyadan biri, dünyevi değerlerle kirlenmiş bir saflık simgesini adak olarak verirse ruhunu geri alabilirsin.”

Genç adamın bütün dünyası başına yıkılmıştı. Ümitsizliğe kapılmış ve gözleri dolmuştu. Yaşlı gözlerle cine baktı. “Nasıl olur bu?” diye sordu. “Nasıl haber ederim oradan birine ben?” Artık hiç ümidi kalmamıştı. İçine yol boyunca dolmuş olan coşku sönüp gitmiş, yerini sonu belirsiz bir karanlığın kasveti almıştı. Genç adam içini saran ümitsizlikle dizlerinin üzerine çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kederi öyle büyük, hıçkırıkları öyle yoğundu ki Kam’ın omuzuna koyduğu elini hissetmedi.


Bir kadın ağlıyordu. Çok sevdiği kocası trafik kazasında yaralanmış, yedi gündür komada yatıyordu. Kadın hergün ona izin verilen saatte kocasının yanına geliyor ve onunla konuşuyordu. İyileştiğinde neler yapacaklarını, bir çocuk bile düşünebileceklerini anlatıyordu ona. En sevdiği hikayelerden birini okumuştu bir kez. Ama adam hiç kıpırdamamıştı. Doktor ümidini kesmemesini henüz geçirdiği travmanın etkilerini tam olarak atlatamamış olabileceğini söylüyordu. Kadın da geliyordu. Her gün. Kendisini en güzel hissettiği elbiselerini giyiyor, makyajını eksiksiz yapıyor ve eşinin yanına, ziyaretçiler için ayrılmış iki saati en verimli şekilde geçirmek için geliyordu. Eğer kocası uyanırsa onu en güzel, en çekici haliyle görsün istiyordu.

Ağlamamaya özen gösteriyordu kadın. Güçlü olmak ve umudunu yitirmemek istiyordu. Her eve gidişinde yatağa kapanıp hüngür hüngür ağlarken ertesi gün daha güçlü olmak için kendine söz veriyordu. İstiyordu ki adam gözünü açsın ve ve ona her zaman söylediği gibi “Canım!” desin.

Yedinci gün kadın yine kocasını ziyarete gitmişti. Adama günlük olaylardan sözetmiş, en yakın arkadaşlarıyla ilgili dedikoduları anlatmıştı. O kadar komik ayrıntılardı ki bunlar kadın anlatırken bile kendini gülmekten alamıyordu. Sonunda saatine baktı. Bugünkü birliktelik zamanları da dolmuştu. Gözleri adamın ifadesiz suratına kaydı. Aslında o kadar da ifadesiz değildi sanki, uyuyor gibiydi. Bir çocuğun masumluğuyla uyuyordu. Hep öyle uyurdu; bir çocuk gibi masum ve huzurlu. İlk defa komadaki kocasının yanında gözleri doldu kadının. Adam uyuyordu ama onu ağlarken görsün istemedi. Veda öpücüğünü vermek için hızla eğildi. Öpücüğü dudaklarına kondururken rimelle kararmış bir damla gözyaşı adamın yanağına damladı.


Kaza anını yeniden yaşamaya başladı genç adam. Diplerin Cini’nin sarayında değildi artık. Bir otobüste gidiyordu. Yalnız başına koridor üzerindeki koltuklardan birinde oturuyordu. Otobüs uçarcasına gidiyordu. Bulutlardan başka birşey olmayan mavi bir gökyüzünde büyük bir hızla gidiyordu. Gerçekten uçuyorlardı. Genç adam artık ne sarayı ne de otobüsü duyumsayabiliyordu. Aradaydı.

Otobüs bir bulutun içine girdi. Genç adam ve otobüsü kendilerini köşeyi dönemedikleri sokakta buluverdiler. Ve yine dönemediler o köşeyi. Çarptılar duvara. Acıyla sarsıldı genç adam. Hatırladı ona doğru kanatlanmış uçan cam kırıklarını. Acıyı anımsamak gözlerini yaşlarla doldurdu. Uçuştu yine cam kırıkları. Olamaz, diye düşündü, herşey baştan başlıyor olamaz. Toparlandığında acısının dindiğini fark etti. Son hissettikleri bedeninden çıkan cam kırıklarının acısıydı. Bedeni sokağın ötesinde durmuş boş otobüsün yuvarlanmasını izliyordu. Gözüne çarpan bir ışıltıyla başını göğe çevirdi. Cam kırıkları bu kez göğe doğru uçuyorlar, nereden geldiği belli olmayan bir ışıkla çevreye renkli parıltılar saçıyorlardı. Genç adamın gözleri huzurla kapandı. Bu kez son gördüğü şey minik gökkuşakları arasında sevgili karısının güzel yüzüydü.


Kadın doğrulup kocasına bir an baktıktan sonra kapıya yöneldi. O sırada pencere pervazında duran bir güvercin havalandı. Kadın onu neden daha önce görmediğini anlayamadı. Elini kapı tokmağına attı. İlk duyduğu şey tokmağın tıklaması olmadı bu kez. Duyduğu şey yüreğini hoplatmıştı. “Canım?” demişti biri odanın içerisinden. “Canım!”

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Mongols, Huns & Vikings - Hugh Kennedy

Ansiklopedik tarzda yazılmış ve başlıktaki üçlünün yanısıra Türkleri ve Arapları da inceleyen bir kitap. Çoğu göçebe ve herhangi bir yerleşik uygarlığa sahip olmayan bu milletlerin nasıl olup da devirlerinin büyük medeniyetlerini dize getirebildiklerini, güçlerinin altında yatan sırrı inceliyor.

Kitap her toplumu fetihlerine başladıkları zamanlardan başlayarak ele almış ve onları geldikleri coğrafyanın özelliklerini de dikkate alarak anlatmış. Diğer unsurlar bir tarafa yalnızca coğrafyanın getirdikleri özelliklerle göçebe ordularının teknik ve disiplin açısında kendilerinden çok daha üstün orduları nasıl altettiklerinin özellikle üstünde durulmuş.

Sözü geçen beş milletten yalnızca biri, Vikingler, göçebe değiller. Ancak tümünün ortak noktası zorlu coğrafyalarda ve iklimlerde yaşıyor olmaları.

Kitapta Türklerden çok ayrıntılı biçimde söz etmiyor. Ancak Orta Doğu'da devlet kurmadan önce İran ve doğusunda kalan hanlıklarda paralı asker olarak görülen Türklerin ata binme ve at üstünde ok atmaki yeteneklerinin onları ne kadar eşsiz savaşçılar yaptığının üzerinde de ayrıntıyla durulmuş.

Avrupayı kasıp kavuran Hunlar ve Moğollara çok yer verilmiş. Hem Hunlar hem de Moğollar yerleşik yaşama hiç önem vermeyen yalnızca yağma odaklı ordular. Fethettikleri yerlerde acımasızlıklarıyla tanınmışlar.

Bunun yanısıra Araplar ele geçirdikleri ülkelerde şehirlerin tekrar kurulmasına izin vermişler. Kentler savaşmadan teslim edildiklerinde merhametli davranmışlar. Kendileri yeni şehirler fazla kurmasalar da varolanları el üstünde tutmuşlar.

Vikingler bu toplumlar arasında ele geçirdiklere yerlere yerleşmeye ve yeni şehirler kurmaya en eğilimli olanları. Gemicilikteki beceriklilikleri ve demir işçilikleri onları üstün kılan özellikleri. Su çekimi çok olmayan drakkarlarıyla nehirleri kullanarak çok içerilere kadar gidebiliyor, gerektiğinde de aynı hızda çıkabiliyorlar. Ayrıca Viking kılıçları o dönemin üstün silahlarından.

Yazar, en büyük göçebe tehdidinin kaynaklandığı Orta Asya'da bu tehdidin nasıl bastırıldığını anlatarak kitabı noktalamış. Rus Çarı Korkunç İvan döneminde Rus orduları kararlı bir şekilde 
göçebelerin üzerine gitmişler. Zamanla ateşli silahların gücünü ve demiryolunun sağladığı sürati 
de kullanarak göçebe toplulukları bir bir alt etmişler. 1880'de Tekke Türkmenlerinin aldığı yenilgiyle saldırgan göçebe tehdidi Orta Asya'da tamamen son bulmuş.

Genel olarak aydınlatıcı bir kitaptı. Meraklısına tarih anlatmak amacıyla hazırlandığı için bol resimli ve rahat anlatımlıydı. Arada bir bilgi tazelemek için tekrar sayfaları arasında gezilebilir.

Perşembe, Kasım 09, 2006

Michael John Moorcock

MICHAEL JOHN MOORCOCK (18 Ekim 1939 - )

Michael John Moorcok sıradan bir orta sınıf ailenin çocuğu olarak 1939 yılında Londra’da dünyaya geldi. İkinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında büyüdü. Pek parlak bir öğrenci değildi. Daha küçükken bile gazeteci olmak istiyordu. Onlu yaşlarına geldiğinde fanzinler çıkartmaya başladı. Bir kaç yıl sonra öykülerini ve yazılarını satmaya başladı. 1956 yılında, sadece onaltı yaşındayken, Tarzan Dergisinin (Tarzan Adventures) editörü oldu. Ancak bu dergide fazla çalışamadı. Bir çizgi roman olan Tarzan Dergisinde daha fazla yazı bulunmasını istediği için dergiden ayrılmak zorunda kaldı. Ardından Sexton Blake Kütüphanesi (Sexton Blake Library) adlı dergide editörlük yaptı.

Bu yıllarda yazarlığın yanı sıra diğer bir tutkusu olan gitar çalmaya da yöneldi. Soho’da kafelerde ve hatta bir genelevde bile çaldı. Fleetwood Mac grubundan Peter Green ile tanışıklığı bu günlere dayanır. Sonraları Paris’de de müzisyenlik yaptı. Avrupa’da bir süre dolaştıktan sonra tekrar İngiltere’ye döndü.

Bu dönemde yazmaya başladığı Elric kitapları ile tanınan bir yazar oldu. 1964 yılında İngiliz bilim kurgu dergisi Yeni Dünyalar (New Worlds) dergisinin editörü oldu. Sıradan sayılabilecek bir bilim kurgu dergisi olan Yeni Dünyalar’ı, altmışların alternatif kültürün bir aracı yaptığı gibi, çağdaş roman anlayışının da önünü açtı. Bu başarısında J.G. Ballard ve Brian Aldiss gibi yazarların hikayelerini yayınlamasının önemli etkisi oldu.

Yetmişlerde tekrar müzik ile ilgilenmeye başladı. İsmini Dorian Hawkmoon adlı karakterinden alan Hawkwind adlı bir grupta çaldı. Grubun The Black Corridor (Kara Koridor) adlı albümünde, Moorcock’un aynı adlı kitabından bire bir alıntılar vardır. 1975’de kaydettiği ve Hawkwind grubunun üyelerinin de çaldığı The New Worlds Fair (Yeni Dünyalar Panayırı) adlı albümü 1981’de yayınlandı. Ayrıca Black Blade (Kara Kılıç) adlı Blue Oyster Cult albümünün sözlerini yazdı. Bu albüm ismini Melnibone’lu Elric’in kılıcı Fırtına Koparan’dan (Stormbringer) almaktaydı. Günümüze kadar Blind Guardian, Summoning, Domine ve Cirith Ungol müzik grupları Moorcock’tan esinlendikleri şarkılar yazmışlardır.

Seksenlerden sonra Moorcock daha “saygın” sayılabilecek Londra Ana (Mother London) ve Bizans Dayanıyor (Byzantium Endures) gibi kitaplar yazdı. Tarzındaki değişmeye rağmen yeni kitaplarında eski karakterlerine sürekli göndermeler yaptı. Bu karakterler hakkında yeni hikayeler de yazdı.

Moorcock yazmış olduğu fantezi hikayelerinde, yaratmış olduğu Ebedi Kahraman (Eternal Champion) ve Çoğulevren (Multiverse) kavramlarını sıkça kullanmıştır. Bir çok paralel boyut ya da gerçeklikten oluşan çoğulevrende kimlikleri değişen, ancak aynı özden oluşan ya da seçilen Ebedi Şampiyonlar sadece iyilik ve kötülük arasındaki dengeyi sağlamak için değil, aynı zamanda düzen ve kaos arasındaki dengeyi sağlamak için de mücadele ederler. Kullanılan bu iyi-kötü ve düzen-kaos kavramları “Zindanlar ve Ejderhalar” (Dungeons & Dragons) kitaplarında yönelim (alignment) için kullanılmıştır. Kimlikleri değişen bu kahramanların yolları çeşitli hikayelerde kesişir. Ebedi Şampiyonların muhtemelen en ünlüsü, altmışlı yılların sonunda yazmaya başladığı Melnibone’lu Elric’dir. Elric sıra dışı bir kahraman olarak dikkat çeker. Hükümdarı olduğu, yüzyıllardır insan diyarlarına hükmeden efsanevi imparatorluğun, sevdiği kadın için yağmalanıp yıkılmasına göz yummuş bir imparatordur. Sevdiğini kurtarabilmek için kaosun hizmetkarı bir iblis ile antlaşma yapar ve kana susamış kılıç “Fırtına Koparan’ı” taşımaya başlar. Bu kılıç ile albino ortak bir yaşam sürerler. Elric kılıç için kıyım yaratırken, kılıç da ona yoksun olduğu gücü sağlar. Diğer fantezi hikayelerindeki kahramanların aksine iyilik için savaşmaz. Burnunun dikine gider, işine geleni yapar. Elric’in hemen hemen yapmış olduğu kahramanca ya da kahramanca sayılabilecek işler, tamamen şartları onu o noktaya getirmesi ile olur. Belki de buna çoğulevrende bir Ebedi Kahraman da olması neden olur. Onu çoğu zaman şartlar zorlar. Bir çok boyutun kesişimindeki ortak bir noktada yer alan efsanevi şehir Tanelorn için savaşması da benzer bir şekilde gelişir. Aşağıda biraz daha ayrıntılı değineceğim gibi Moorcock’un yarattığı karakterlerin kahramanlıklarını şartlar belirler.

Köln Dükü Dorian Hawkmoon başka bir Ebedi Kahraman olarak karşımıza çıkar. Günümüzden yaklaşık bin yıl sonra geçen hikayede, büyük savaşlar ve yıkımdan sonra geride kalan dünya anlatılır. Hikayelerdeki kötü adamlar olan Grenbretan yani Büyük Britanya, Moorcok’un İngiltere ve birçok ülke için yaptığı eleştirileri bünyesinde barındırır. Yazarın da daha sonra açıkça belirteceği gibi kitaplardaki göndermeler bilinçli olarak gayet net ve belirgin olarak yapılmıştır. Elric gibi şartların kurbanı olan Dorian Hawkmoon kaos ve düzen, iyilik ve kötlük arasındaki mücadele de yerini alır.

1967 yılında yazmış olduğu İşte O Adam (Behold the Man) ile Nebula ödülü kazanan Moorcock, bu kitapta zamanda geriye giderek aslında zeka özürlü olan Nasıralı İsa’nın yerine geçerek İsa Mesih olan zaman gezgini Karl Glauger’i anlatır. Glauger organik bir zaman makinesi ile geçmişe, Roma hakimiyetindeki Kudüs ve eşrafına yolculuk yapar. Kullandığı zaman makinesinin bir rahim biçimindedir. Bu onun yeniden doğuşunu simgeler. Ne kadar kaçarsa kaçsın, direnirse dirensin sonunda İsa Mesih rolünde çarmığa gerilir. Belki de mevcut Hristiyan inancı ile dindar hatta dinsiz sayılabilecek biri olan Glauger İsa’nın şahadetini taklit eder. Moorcock’un İşte O Adam’ın Türkçe baskısının önsözünde yazdığı gibi, onun karakterlerinin kahramanlıkları zorlu şartlar ve baskı nedeni ile ortaya çıkar.

Moorcock ayrıca yıllar içerisinde İsa Mesih’e göndermelerde bulunmaktan geri kalmaz. James Colvin adı altında yazdığı hikayeler ve sevilen karakteri Jerry Cornelius’un baş harleri JC İsa Mesih (Jesus Christ) ile örtüşür.

Moorcock politik görüşlerini açıklamakdan çekinmez. Kendin açıkça “Kraliyet Karşıtı” olarak tanımlar. Konu bilim kurgu ve fantezi olunca, tutucu politik düşüncelerini eserleri ile insanlara empoze ettiklerini düşündüğü yazarları sert ve kendine has bir üslup ile eleştirmekten geri kalmaz. Ktulhu öykülerinin yaratıcısı H.P Lovecraft’ı kadın ve Yahudi düşmanı, ırkçı; I. Asimov ve A.C. Clarke ile bilim kurgunun en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Robert Heinlein’ı militarist, sağcı olarak niteler ve yazıklarını Adolf Hitler’in Kavgam (Mein Kampf) ile eşleştirir; kapitalizm, rasyonel bencillik ve bireycilik üzerine çalışmaları olan, Rusya doğumlu Amerikalı yazar ve düşünür Ayn Rand’ı “kuduz bir işçi sendikası ve sol karşıtı” olarak eleştirir. J.R.R. Tolkien’in yazdıklarını, hikayelerdeki mutlu, kırsal İngiltere manzaralarından dolayı A.A. Milne tarafından yazılan Winnie the Pooh öyküsüne benzetirken, Tolkien için “orta sınıf, hristiyan yobaz” kelimelerini kullanır. Bu yazarların öykülerinde çalışan sınıfı kontrol edilmesi, doğru kişiler tarafından yönetilmesi gereken bir yaratık gibi göstererek herkes için dinsel ve ototirer bir düzen içerisinde tek bir doğruyu savunmalarını, her türlü düzen karşıtılığını “kötülük” olarak nitelemelerini ve savaşın tek yol olduğunu savunmalarını eleştirir.

Yazarlar hakkındaki bir çok eleştirisinin yanı sıra H.G Wells, Joanna Russ, Philip K. Dick, John Sladek, Thomas M.Disch, gibi yazarları ise yazdıkları eserleri ve duruşları için över.

Bu günlerde Moorcok dostları Mervyn ve Maeye Peake hakkındaki biyografi üzerine çalışmaktadır. Son kitabı The Metatemporal Detective 2007 yılında basılması planlanmaktadır.

Ödülleri

· 1967 Nebula Ödülü (Kısa Roman): Behold the Man (İşte O Adam – Phoenix 2002)

· 1972 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The Knight of the Swords

· 1973 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The King of the Swords

· 1974 Britanya Fantezi Ödülü (En İyi Kısa Öykü): The Jade Man's Eyes

· 1975 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The Sword and the Stallion

· 1976 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The Hollow Lands

· 1977 Guardian Kurmaca Yazın Ödülü : The Condition of Muzak

· 1977 Dünya Fantezi Ödülü (En İyi Roman Adayı) : The Sailor on the Seas of Fate (Kader Denizlerindeki Denizci – Altıkırkbeş 2000)

· 1978 John W. Campbell Anısal Ödülü: Gloriana

· 1979 Dünya Fantezi Ödülü (En İyi Roman): Gloriana

· 1982 Dünya Fantezi Ödülü (En İyi Roman Adayı) : The Warhound and the World's Pain

· 1993 Britanya Fantezi Ödülü (Komite Ödülü)

· 1993 Bram Stoker Ödülü (En İyi Kısa Öykü Adayı) : Colour

· 2000 Dünya Fantezi Ödülü (Ömür Boyu Başarı Ödülü)

· 2002 Bilim Kurgu Yazarları Onur Ödülü

· 2004 Prix Utopiales Ömür Boyu Başarı Ödülü

· 2004 Bram Stoker Ömür Boyu Başarı Ödülü

Seçilmiş Eserleri

· Elric of Melniboné

    • The Stealer of Souls - 1963
    • Stormbringer - 1965
  • Elric Saga (Elric Destanı)
    • Elric of Melniboné - 1972 (Melnibone’li Elric - Altıkırkbeş 1999)
    • The Sailor On The Seas Of Fate – 1976 (Kader Denizlerindeki Denizci – Altıkırkbeş 2000)
    • Weird Of The White Wolf - 1977 (Beyaz Kurdun Kaderi – Altıkırkbeş 2000)
    • Vanishing Tower - 1970 (Kaybolan Kule – Altıkırkbeş 2001)
    • Bane Of The Black Sword – 1977 (Kara Kılıcın Laneti – Altıkırkbeş 2002)
    • Stormbringer – 1977 (Fırtına Yaratan – Altıkırkbeş 2003)
  • Runestaff (Hawkmoon Serisi)
    • The Jewel In The Skull – 1967 (Kafatasındaki Mücevher – Altıkırkbeş 2001)
    • The Mad God’s Amulet – 1968 (Çılgın Tanrının Tılsımı – Altıkırkbeş 2002)
    • The Sword Of Dawn – 1968 (Şafak Kılıcı – Altıkırkbeş 2002)
    • The Runestaff – 1969 (Rünlü Asa – Altıkırkbeş 2003)
  • Corum Serisi
    • The Jewel In The Skull – 1967 (Kafatasındaki Mücevher – Altıkırkbeş 2001)
    • The Mad God’s Amulet – 1968 (Çılgın Tanrının Tılsımı – Altıkırkbeş 2002)
  • Behold the Man (1966)
  • The Black Corridor (1969)
  • The Ice Schooner (1969)
  • The Warlord of the Air (1971)
  • The Dancers at the End of Time (1972-76)
  • Legends from the End of Time (1976)
  • Gloriana (1978)
  • My Experiences in the Third World War (1980)
  • Mother London (1988)
  • King of the City (2000)
  • The Jerry Cornelius Serisi
    • The Final Programme (1969)
    • A Cure for Cancer (1971)
    • The English Assassin (1972)
    • The Condition of Muzak (1977)
    • The Adventures of Una Persson and Catherine Cornelius in the 20th Century (1976)
    • The Lives and Times of Jerry Cornelius (1976)
    • The Entropy Tango (1981)
    • The Alchemist's Question (1984)
    • Firing the Cathedral (novella) (2002)
  • The von Bek Serisi
    • The War Hound and the World's Pain (1981)
    • The Brothel in Rosenstrasse (1982)
    • The City in the Autumn Stars (1986)
  • The Between the War Serisi
    • Byzantium Endures (1981)
    • The Laughter of Carthage (1984)
    • Jerusalem Commands (1992)
    • The Vengeance of Rome (2006)
  • The Second Ether Serisi
    • Blood (1994)
    • Fabulous Harbours (1995)
    • The War Amongst The Angels (1996)
  • The Elric/Oona Von Bek Serisi
    • The Dreamthief's Daughter (2001)
    • The Skrayling Tree (2003)
    • The White Wolf's Son (2005)

Çarşamba, Kasım 08, 2006

Ben Bova: Takes Two To Tangle

Takes Two To Tangle
Analog October 2006
Tarz: Novelette (Romancik?)
Ayda yasayan bi parcacik fizikci arkadas, uzayin derinliklerinde dolasip da geri gelmis ama herkese borcu yuzunden Dunya'ya geri donemeyen bir firlam icin calisir ve bir IsInlayIcI kesfeder. Dinci bir manyak hatun da firlamaya Dunya'da yasayan alacaklilarin mahkeme davetini ulastirmak ve burnunu Fizikci'nin isine sokmak icin Ay'a tasinir, baska bir isi gucu yokmus gibi. Dunya'daki kiliseler (ilginctir, Katolik veya Protestan kiliselerinden hic bahsedilmiyor) Isinlama cihazina dini acidan karsidirlar. Dinci manyak'la Fizikci arasinda bir iliski baslar. IsInlayIcinin fiziksel temellerinin saglam olmasi yaninda olayi gercek bir seye dondurmek biraz daha sorunlu olur. En sonunda herkes bir arada iken aniden birseyler ters gider ve...

OK, Ben Bova adini hard-core SF romanlari yazarak yapti ancak bu hikaye, her ne kadar temeli saglam bilim kurguya dayaniyor olsa da pek hosuma gitmedi. 18 sayfalik bir hikayeye "Novelette" demek bence ek dogru degil, roman olmaya bunun daha cok yolu var. Dinci catlak hatunun iyi yanlarini gostermek icin cok yirtmis Bova amca, bu adamin dinle alakasi var miydi yok muydu pek hatirlamiyorum ama hikaye temel olarak Republican Kapitalist Amerika kitlesine hitap ediyor (her ne kadar evlenme disinda bir miktar seks ima ediliyorsa da...) Dahasi, Isinlayiciya niye ihtiyaci var dunyanin? Herseyi gecin, dolandiricilik ve vergi karicmak icin! Esasinda mantikli, yani ne kesfedildiyse dunyada ya birbirimizi oldurmek icin ya da vergi odememek icin kesfedildi.

Ayrica Isinlama dinsel acidan inceleniyor ama pek bi sonuca varilmiyor. Gene sagci Amerika'nin "Yasam"a verdigi sahte onemliligi goruyoruz hikayede, Isinlama sirasinda cisim A'dan B'ye gonderilirken A noktasindaki yok ediliyor ve B noktasinda bastan yaratildigi icin Kilise dusuncesine bile karsi cikiyor, A'daki insanin olduruldugunu iddia ederek. Parcacik Fizikcimiz hizli bir sekilde olayin oyle olmadigini, Quantum entanglement ile oyle bir seyin olamayacagini acikliyor ki fena degil ama ben gene de pek ikna olmadim, nitekim Kilise de olmuyor.

Isin kotusu hikaye bilime sansur uygulanmasinin kabullenilmesiyle sona eriyor ki bunu pek kabullenemiyorum. Dahasi, herhangi bir bilimsel adim atildiginda, sadece bahsi bile baska insanlarin da eldeki sorun hakkinda dusunmesine yol acar ve bagimsiz buluslar seklinde bilim ilerler. Son birkac yuzyildaki butun buluslar birden fazla kisi tarafindan, tumuyle bagimsiz olarak, asagi yukari ayni zaman diliminde tekrar tekrar kesfedilmistir ve herhangi bir sekilde bir ilerlemeyi sansurlemek mumkun degil iken bu hikayenin sonu butun bu konulari tumden gormemezlikten geliyor. Burasi cok kilima gittiydi.

Not: Bes uzerinden iki geyik (onun da birisi Ben Bova'nin adina)

Perşembe, Kasım 02, 2006

The Terminal Beach - J.G. Ballard

James Graham Ballard'dan okuduğum ilk kitap. On iki öykülük bir BK derlemesi.

Öykülerden her biri geçtikleri ortamlarda bulunan insanların psikolojilerini inceliyor. Uzay operası tarzında değiller. Farklı gerçekliklerin insanlar üzerindeki ruhsal, zihinsel etkilerini inceliyorlar.

Öykülerin konuları genelde basit: Amazon yağmur ormanlarına düşen bir uzay aracı; boğulup kıyıya vurmuş bir dev; camlaşan ormanlar; tüm suları kuruyup artık terkedilmekte olan dünyada yaşayan son insanlar; aşırı kalabalık bir dünya.

Tümünde son, şaşırtıcı bir gizemin çözülmesiyle gelmiyor. Sonlar farklı gerçekliklere sahip ortamların kabullenilmesi ya da bunlara meydan okunmasını kapsıyor. Öyküler genelde bu kabullenme ya da meydan okuma süreçlerinin öyküleri.

Ballard, Yeni Akım BK öykücülüğünün önemli yazarlarından. Bu derlemesi de Yeni Akım'ın dışa (uzaya) dönük değil, içe (bireye) dönük anlayışını yansıtıyor.

Kitap ilk olarak 1964'de basılmış. Yazarın beşinci kısa hikaye derlemesi.

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Askerlere Yüzük

Mert dedi ki:

Üç Yüzük, Garnizon dışında gökyüzü altında yaşayan hür insanlara,
Yedi Yüzük, Garnizon altında yaşayan tertip lordlarına,
Dokuz Yüzük, güç peşinde koşmaya lanetlenmiş soylulara,
Bir Yüzük, yıldızlı tahtında oturan kurmayların başına;
Angara denen kara iklimli diyarda.
Bir Yüzük hepsine hükmetmeye, Bir Yüzük diğerlerini toplamaya,
Bir Yüzük hepsini birleştirmeye Genelkurmay denen koca kurulda
Angara denen kara iklimli diyarda.

Cuma, Ekim 27, 2006

Film: Children of Men

Geçen gün zaman buldum "Children of Men" filmini sinemada seyrettim.

İngiliz BK yaklaşımına sahip bir film olması dikkatimi çekti. Bildiğimiz gerçekten yalnızca bir ya da iki ayrıntıyı değiştirip bunun üzerine kalanları odaklıyor. Burada değişen unsur son yirmi yıldır hiç çocuk doğmamış olması. Olaylar bu konu üzerinden alıp gidiyor.

Sade bir film. Şatafatlı sahneler yok, yalın ama etkileyici sahneler var. Büyük, sıradışı, kendini çok aşan kahramanlıklar filmlerden bildiğimiz şekliyle değil günlük hayatta olacak şekliyle anlatılıyor. Kısacası filmin gücü iyi bir BK kurgusunda ve yalınlığında.

Bunun dışında oynadığı her role yakışan Michael Caine amcayı seyretmek gayet keyifli. Clive Owen'ın oyunculuk gücünü buradan pek anlamadım, fena değildi sanırım, ama o adamı Sin City'deki rolüyle daha çok beğenmiştim. Julian Moore ise her zamanki gibi; tüm donukluğuna karşın filmdeki kısa rolüyle bile akılda kalıyor.

Seyredilesi bir film. Hatta son sahne beni oldukça etkiledi. Neden bilmiyorum, ama etkilendim. Anlatmıycam tabii ki :)

Cumartesi, Ekim 21, 2006

Italyan bilim kurgu magazini kapaklari...

BoingBoing linklemis.

Simdi tabi sadece bunu linkleyip birakmak olmaz, birileri de eski Turk bilim kurgu magazinlerini boyle tarasa da baksak. Bende bir miktar Atilgan vardi ama haliyle artik yok. Ondan oncesi de guzel olurdu acikcasi.

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Yorum-i Kitap(?): Thud

Kitap Yorumu Yorum-i Kitap mi olurdu, her ne haltsaaaaa....

Mood: Harbi depressed
Music: The Glass Prison by Dream Theater

Pterry'den ingiltere'deki toplumlararasi sorunlar uzerine yazilmis bir kitap. Dwarf-Troll milleti birbiriyle anlasamazken iki arada kalan Vimes ve tayfasi nasil Ankh-Morphok'ta savasi engeller filan falan. Okunmasa da olur. Acikcasi Nightwatch'dan beri adam gibi bir romanini goremedik bu Pterry'nin.

Yeni bi vampir karakter katiliyor, ne kadar dayanir veya ne kadar onemli bilinmez ama neredeyse Ankh-Morphok'ta tanimadigimiz adam kalmadigi icin acikcasi insanlari artik takip etmek mumkun degil.

Bence Pterry'nin bu donemi birakip tarihte yeni bir dilime gecmesinde yarar var (mesela Cadi kitaplari Ankh-Morphok hikayeleriyle tam da ayni zamanda degil, en azindan bi kismi. Cogu Buyucu hikayeleri de oyle, en azindan erken yazilmis olanlar, son yazilmis olanlar ayni tarihceye oturtulmus durumda. Small Gods mesela kabaca birkac bin yil once geciyor digerleriyle karsilastirildiginda ama tek basina degerli bir tas gibi parildiyor.

Thud acikcasi bence zayif bir kitap, en azindan harbi iyi Pterry kitaplariyla karsilastirildiginda. Pterry hastalari zevkle okuyabilir ama acikcasi 20 sene boyunca cikmis butun Pterry'leri okuduysan (ki ben okudum), acikcasi cok bir sey birakmayabilir hafizada hatirlanacak. Bazi kitaplardaki geyikleri iki satir insanlara soyledigimde hatirlarlar ama bu kitap o sekilde hatirlanacak bir seye ne yazik ki sahip degil.

Kisacasi: okunmasa da olur.

Salı, Ekim 17, 2006

Kitab-ı Müdergan

Kudema vardı, Kudema var ve Kudema var olacak. Bizim bildiğimiz boyutlarda değil, ama onlar arasında olacak. Görünmez, yüce, üstün ve boyutsuz olarak dolaşırlar. Yog-Sothoth ma’beri bilir. Yog-Sothoth ma’berin kendisidir. Yog-Sothoth ma’berin anahtarı ve gardiyanıdır. Geçmiş, elhal ve gelecek Yog-Sothoth’da birdir. Kudemanın eskiyi nerede aştığını ve halen nerede kat ettiğini ve neden hiç kimsenin kat etmesini engelleyemeyeceğini bilir.


İbn-i Kalik “El Azif” alıntısı. (Hicri 553)


Kadim çağlardan bu yana, insanoğlu çok çeşitli medeniyetler kurup, pek çoğunu da yıkmıştır. Eski yazıtlarda ve söylencelerde Atlantis, onun kolonisi Mu, Hiberborya ve daha nicelerinin bahsi geçer. Ancak bütün bu kadim uygarlıklardan daha eski bir söylence vardır ki, tek başına bütün insanoğlunun yazgısını mühürleyecek kadar kudretli ve tehlikelidir. İnsanlığın doğuşundan, bilinen tarihten yüzyıllar önce, yaşadığımız yerküre bilinenden çok farklı bir diyar iken insan zihninin alamayacağı kadar kudretli ve dehşetengiz mahlûklar yerküreye ve hatta zamanın kendisine hükmettiler. Bugün bile tarifi mümkün olmayan kötülüklerinin silik izlerini görmek mümkündür. Yetersiz insan bilincinin almayı kabul etmediği Kudema, her çeşit kötülükleri barındıran bir cellât olarak halen hapis olduğu evinden bize uzanıyor. Bu benim sonumun hikayesidir.

Her İstanbul ziyaretimde uğradığım sahaflara bir kez daha uğradım. Yıllanmış sahaflar çarşısına her gittiğimde, belli başlı birkaç dükkan hariç, sahafları taşınmış, yeni açılmış ya da kapanmış bulurdum. Bu sefer de farklı olmadı. Tek fark çarşının en sonunda el yazması neşriyat satan isimsiz sahaf idi. O güne kadar sahaf hiçbir zaman açık olmamıştı. O gün ise ufacık vitrinindeki sararmış kitapların arasından davetkar bir ışık sızmaktaydı. Hiç düşünmeden iştahımı kabartan gizemli dükkana girdim.

Dar bir dükkanın içerisinde, eğri büğrü tutturulmuş raflara gelişi güzel istiflenmiş sayısız kitap vardı. Birçoğunun sırtı yıllara yenikti. Fasikülleri tutan örselenmiş, sararmış bir karton kapaklar deryası her tarafımı sarıyordu. İri parçalar halinde boya ve cilanın eksik olduğu ahşap bir masa vardı dükkanın ucunda. Masayı siper ederek arkasındaki tabureye tünemiş olan yaşlı adam zahmet edip dükkandan içeri girdiğimde bana bakmadı bile. Belki benim rafları işgal eden kitaplara karşı olan karşı konulmaz iştah ve merakımın farkına vardığı için. Belki de sonumu belirleyecek o hatayı yapmamı engellemek için sustu. Ben ise beni bekleyen o korkunç kaderden bihaber, uzun süredir aramakta olduğum kitapların sayfalarına binmiş, hayal dünyamda yeni bulduğum uçan halım ile uçup durdum. Bulutların üzerinden beni yaşlı sahafın çatlak öksürük sesi aldı. Önümde yatan kitaplardan kendimi kurtararak bir iki elyazması kitap ve risale sordum. Hepsi vardı. Hemen hepsi uzun zamandır aradığım, isimlerine ancak eski batıni kaynaklarda ulaşabildiğim kitaplardı. Fiyatlarını sordum. Fiyatlardan bahsetmek onu garip bir şekilde keyiflendirdi. İyice uzamış, uçlarını burduğu beyaz bıyığı altından güldü. Bıyıkları ile bir örnek beyazlamış keçi sakallarını ovuşturarak beni uzun bir süre tarttı. Yüzündeki kayıtsız ifadenin yerini alan gülümse ile “Gönlünden ne koparsa” dedi.

Bahsettiğimiz kitaplar belki dünya üzerinde üç beş kopyadan başka bulunmayan, ancak aslına bağlı kaldığı şüpheli olan alıntıları bulunan, tarihinin gizli kalmış karanlık köşelerine ışık tutan paha biçilmez kaynaklardı. Yine de ihtiyarın bu kitaplara davranışında bir gariplik vardı. Raflardan alırken, sayfalarını çevirirken kitaplar, sanki onun için ucuz birer gazete parçasından ibaretti. İhtiyar gözümün içine bakarken elindeki on altıncı yüzyıldan kalma el yazmasını, adeta rakı saran bakkal kayıtsızlığı ile sarıp, raflardan birine tıkıştırdı. Ben ise cüzdanımı ve ceplerimi kontrol ederek, mümkün olan bütün nakit parayı toparladım. Bankadan para çekip gelmeye cesaret edemedim. Döndüğümde dükkanı sonsuza kadar kapalı bulacağımdan emindim. O akşam bütün nakit param ile alabildiğim kadar el yazması kitap satın aldım.

O andan sonra ne olduysa oldu. Otelime döndüğümde içim içime sığmıyordu. Yıllardır sadece bahsini duyduğum risalelerin birçoğu artık benimdi. İçimde giderek kabaran bir merak ve iştahla risaleleri okudum. Osmanlıca metinleri deşifre etmek için uykusuz geceler boyu okudum. İstanbul’daki iş toplantımı kaçırmam şirket tarafından hoş karşılanmadı. Patrondan bir araba dolusu azar işitip Ankara’ya döndüm. Bulduğum hazineden sonra gözüm hiçbir şey görmez oldu. Tanıdık bir doktordan aldığım prostat ameliyatı raporuna itibar etmeyen patronum beni süresiz izine gönderdi. Eşim ise benzer bir tepki göstererek annesinin yanına taşındı ve o da süresiz izin aldı. Kedim bile temizlenmeyen kumları, susuz ve mamasız kapları protesto etmek için evden kaçtı.

Bu sırada beni en çok sarsan ise “Kitab-ı Müdergan” adındaki el yazması oldu. Lovecraft’ın betimlediği birçok konu bu nadide kitapta vardı. Bir şekilde Ktulhu Döngüsünü doğrulamaktaydı. Üstelik kitap Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a davet ettiği ilim adamları arasında bulunan bir Sefarat olup, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Batıni Cevat Efendi adını alan bir zat tarafından fetihten bir kaç yıl sonra yazılmıştı. Lovecraft’tan yıllar önce.

Elimdeki bütün yazmaları ve kitapları bırakıp bütün vaktimi Kitab-ı Müdergan’a verdim. Ktulhu Döngüsü ile olan müthiş benzerlik beni dehşete düşürdü. Kudemanın varlığını bu kadar açık anlatan bir başka batıni eser yoktu. Anlatılanların gerçek hayatta, günümüze kadar uzanan kanıtlarını buldukça Büyük Ktulhu’ya daha çok yaklaştım. Ben Ona yaklaştıkça, O da bana yaklaştı. Çeviri yapmaktan ve çalışmaktan kısalan uyku saatlerim giderek suların altındaki, herkesten gizli batık şehir Rlyeh’ten bana doğru uzanan betimlenemez kötülüğün hükmüne girdi. Benliğimi ezen kabuslar her gece acımasızca saldırdı. Zayıf insan bilincim, kaldırması mümkün olmayan dehşetler arasında kıvranmaya başladı. Bir süre sonra gecelere hakim olan Yüce Ktulhu gündüze de uzandı. Ara sıra gördüğüm imgelemler, zamanla gittiğim her yerde beni kovalamaya başladı. Sokaklarda dolaşırken gerçeklerden habersiz dolaşan insanları görmek beni daha da çıldırttı. Olmayan geleceğimizden bahsederek, bir kurtuluşları varmış gibi hayaller kurmalarına dayanamadım.

Sonunda sözde gerçeklik ile bağlarım tamamen koptu. Beni sokaklarda haykırırken yakaladılar. Ancak beni uçurumun kenarına getiren Rlyeh’in sözde hükümdarı ve Onun yardakçıları olmadı. Ruh halimden yataklara düşen biricik annemin bana gönderdiği bir gazete parçası oldu. Haber basit, İstanbul’da her gün rastlanabilinecek bir dolandırıcılık vakası hakkında idi. İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden, kopya çekmekten atılan Cevat B. adlı bir öğrenci çetenin elebaşı olarak hazırladığı sahte el yazmalarını fahiş fiyatlara satarken, dayısı ile işlettikleri kitapçıda polis tarafından tutuklanmıştı.

Şerr-ü Fesad Risalesi

Sultanlar Sultanı, Cenab-ı Hakk'ın yeryüzündeki halifesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve vilayet-i Zulkadriyyenin ve Diyarbekir ve Kürdistan ve Azerbeycan’ın ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve külliyen diyar-i Arab’ın ve Yemen’in ve dahi nice memleketlerin, şemşir-i nigarı ile feth eyleceği daha nice diyarın sultanı ve padişahı, Sultanu’l Guzat Osman Han torunu, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ın pek muhterem, hidayet-eda Şeyhülislamı Ebu Suud Efendi Hazretlerinin Şerr ü Fesad Risalesi olduğunu beyan eder.

Ey müminler, ilk beşer ve ilk peygamber Hz.Adem efendimizin ve muhterem zevcesinin oğullarından Kabil ve Habil arasında meşum bir katl vakası vuku bulmuştur. Böylesi iğrenç ve elim cinayet, ne yazık ki Hakk katından kovulan bir melek vasıtası ile gerçekleşmiştir. Adem oğullarının kendisinden üstün tutulması ve Hz.Adem'in önünde secde etmesi emredilen Şeytan, Azazil, Ebu-l Mireh, Hasm-ı Ekber, Kuzah gibi isimlerle de anılan adlı bu melek "O, topraktan yaratılmıştır, ben ateşten yaratıldım. Ben ondan daha kıymetli ve yükseğim" diye kibirlenmiştir. Kibiri sonucunda Cenab-ı Hakk katından kovulmuş, sonrasında Adem oğullarına karşı kıskançlığı ve nefreti bir kat daha artmıştır. İblis önce Hz.Adem'i kandırarak cennetten kovdurtmuş, sonra da oğlu Kabil'in kanına girerek, kimine göre açgözlülük ve hırs, kimine göre şehvet ve kin nedeni ile, öz be öz kardeşi Habil'i katletmesine neden olmuştur. Bu işlediği büyük günahın neticesinde Cenab-ı Hakk Kabil’î yeryüzünde cehennem azabı ile cezalandırarak, ruhunu mahşerde yapılacak büyük tahasübe kadar ölü bedeninde hapsetmiştir. O gün gelinceye kadar kardeş katili Kabil, artık yaşamayan bedende, ruhu iki dünya arasında kalmış bir vaziyette, işlediği günah her daim gözünün önünde, Rabb’ın nurundan yoksun dolaşacaktır. Halen de dolaşmaktadır. Yaptığı bin bir şer ve günahtan en ufak bir rahatsızlık, utanma, sıkılma duymayan, vicdan yoksunu ifrit bir kez daha Kabil'in kanına girmiş, işlettiği feci günahı hiçe sayarak, yeni günahlar işlemesine vesile olmuştur. İşte bu korkunç günahlar sonucudur ki Hun-Aşam denilen, ecnebi küffar illerinde "vampir" olarak adlandırdıkları afarit sürüsü vücuda gelmiştir. Adem oğullarına sonsuz bir nefret duyan ve kanlarına, etlerine karşı dayanılmaz bir açlık içerisindeki bu iblis tohumları Cenab- Hakk'în gazabından korkarak gecelerin karanlığına bürünmüş, yer altındaki inlerinde en aşağılık bir hayvan, adeta bir asalak gibi mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Mevcudiyetlerinin yegane sebebi olan, ateşten doğma, küfr-i cuhudi Azazil'in tohumları yüce Rabb'ın bir inayeti sonucu olacak ki, gerçek doğaları olan ateşten, Rahman-ür-Rahim'in nuru olan güneşten ve iman ile inancın temel mihrabı olan besmeleden kaçmaktadır. İşte bu efarit taifesi iman karşısında, besmeleyi işitince büzülerek sinmekte, kaçmakta ancak gaflet karşısında tekrar müminlere musallat olmaktadırlar. İşte böylesi hile ve desiseler ile iştigal eden kan içicilerden korunmak için öncelikle imanımızın tam olması, Peygamber Efendimizin sünnetlerini usulünce uygulamamız gerekmektedir. Desais-i Şeytaniyyelerden kaçınmak, Habail-üs Şeytanın en büyüklerinden olan kadınlardan, haramdan uzak durarak ancak helala uçkur çözmek esastır. Ey Müminler, Allah'ın ve Peygamber Efendimizin öğretilerinden şaşmadan, ahrete giden bu dikenli fakat nur ile aydınlatılmış yolda, ancak imanımız sayesinde bize bahşedilecek olan Riyaz-ı Cennet ulaşabiliriz.

Rebiül-Evvel, Hicri 941

Şehr-i İstanbul

Cryptonomicon - Neal Stephenson

Mert bu gun dedi ki:

Eralp'in vermiş olduğu talimat ile en son okumuş ve en sonunda bitirmiş olduğum tuğladan hallice kitap hakkında bir şeyler karalayayım dedim. Neal Stephenson'un okuduğum ikinci kitabı Cryptonomicon'u geçen hafta sonunda bitti. Sonunda diyorum kitap 1168 sayfa. Ufak bir sipariş anlaşmazlığından dolayı boyutları ve içeriği hakkında bir şeyler okumadan sipariş ettim kitabı. Stephenson'un okuduğum ilk kitabı "Snow Crash" için beni yorsa da, pek lezzetli bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bu kitaptaki cyber-punk ögelerden yola çıkarak ve Cryptonomicon'un da benzer bir içeriğe sahip olduğunu düşünerek ("nomicon" ile bitiyor kesin sağlamdır gibi yanlış bir mantık ile) kitabı gözüm kapalı aldım. İçindeki bilgisayar yazılımları ve ağ sistemlerini saymazsak kitap bilim kurgu ile uzaktan yakından alaklı değil.

Kitabın içeriğine gelirsek, günümüzde ve 2. Dünya Savaşının son dönemlerinde geçen ayrı tarihsel bölümleri var. Kitapta dünya savaşı öncesinde başlayan ve savaş sırasında iyice yoğunlaşan "Şifreleme Bilimi" ya da "Şifreleme Savaşı" (yanlış ya da eksik bir tanımlama olabilir) hakkında bölümler ve hatta matematiksel formülleri var. Müttefiklerin nasıl Alman ve Japon (kitapta hoşuma giden bir şekilde Japan yerine Nippon kullanılmış) şifrelerini birer birer ve çatır çatır kırdıkları arka planda anlatılıyor. Esas olarak kitabın sonunda birbirleri ile ilişkilendirilen üç karakterin yaptıkları üzerine kurulmuş kitap. Üç ana karakterin yanında çok sayıda karakter hakkında da bölümler var. Belli bölümlerin biraz gereksiz ve uzun olduğunu düşünmekteyim. Örnek vermek gerekirse, (sanırım yazmamda bir sakınca yok) uzunca bir bölümde hikayenin gidişatı üzerinde bir etkisi olmayan bir karakterin karısı ve diğer kadınlar üzerine olan zararsız cinsel fantezileri günlüğünden aktarılmış.

"Snow Crash"de de yaşadığım gibi, kitabın sonuna doğru bekletiler artıyor. Kitabın sonuç bölümü ise içerik kadar kuvvetli gelmedi bana. Yine de içerik tatmin edici. Uzun soluklu bir okumadan sıkılmayacak kadar vaktiniz var ve şifreleme ile de ilgileniyorsanız okumanızda fayda olan bir kitap. Ayrıca kitapda bulunan esrarengiz karakter "Encoh Root" un değişik yüzyıllardaki maceralarından dem vurduğu "The Baroque Cycle" adlı üçlemesi de mevcut. Sayfa sayılarını gördükten sonra açıkçası yemedi almak.

Çok yaşa Diskordia, Yok yaşa Tanrıça

Yeni blogumuz dünya kaosuna hayırlı ve uğurlu olsun. Çok yaşa Eris !

Hitit Gunesi Sonsuza kadar Ayaklanmaya karsi savasacak!

Imparatorum! Onunuzde saygiyla egiliyorum!