Salı, Ekim 17, 2006

Kitab-ı Müdergan

Kudema vardı, Kudema var ve Kudema var olacak. Bizim bildiğimiz boyutlarda değil, ama onlar arasında olacak. Görünmez, yüce, üstün ve boyutsuz olarak dolaşırlar. Yog-Sothoth ma’beri bilir. Yog-Sothoth ma’berin kendisidir. Yog-Sothoth ma’berin anahtarı ve gardiyanıdır. Geçmiş, elhal ve gelecek Yog-Sothoth’da birdir. Kudemanın eskiyi nerede aştığını ve halen nerede kat ettiğini ve neden hiç kimsenin kat etmesini engelleyemeyeceğini bilir.


İbn-i Kalik “El Azif” alıntısı. (Hicri 553)


Kadim çağlardan bu yana, insanoğlu çok çeşitli medeniyetler kurup, pek çoğunu da yıkmıştır. Eski yazıtlarda ve söylencelerde Atlantis, onun kolonisi Mu, Hiberborya ve daha nicelerinin bahsi geçer. Ancak bütün bu kadim uygarlıklardan daha eski bir söylence vardır ki, tek başına bütün insanoğlunun yazgısını mühürleyecek kadar kudretli ve tehlikelidir. İnsanlığın doğuşundan, bilinen tarihten yüzyıllar önce, yaşadığımız yerküre bilinenden çok farklı bir diyar iken insan zihninin alamayacağı kadar kudretli ve dehşetengiz mahlûklar yerküreye ve hatta zamanın kendisine hükmettiler. Bugün bile tarifi mümkün olmayan kötülüklerinin silik izlerini görmek mümkündür. Yetersiz insan bilincinin almayı kabul etmediği Kudema, her çeşit kötülükleri barındıran bir cellât olarak halen hapis olduğu evinden bize uzanıyor. Bu benim sonumun hikayesidir.

Her İstanbul ziyaretimde uğradığım sahaflara bir kez daha uğradım. Yıllanmış sahaflar çarşısına her gittiğimde, belli başlı birkaç dükkan hariç, sahafları taşınmış, yeni açılmış ya da kapanmış bulurdum. Bu sefer de farklı olmadı. Tek fark çarşının en sonunda el yazması neşriyat satan isimsiz sahaf idi. O güne kadar sahaf hiçbir zaman açık olmamıştı. O gün ise ufacık vitrinindeki sararmış kitapların arasından davetkar bir ışık sızmaktaydı. Hiç düşünmeden iştahımı kabartan gizemli dükkana girdim.

Dar bir dükkanın içerisinde, eğri büğrü tutturulmuş raflara gelişi güzel istiflenmiş sayısız kitap vardı. Birçoğunun sırtı yıllara yenikti. Fasikülleri tutan örselenmiş, sararmış bir karton kapaklar deryası her tarafımı sarıyordu. İri parçalar halinde boya ve cilanın eksik olduğu ahşap bir masa vardı dükkanın ucunda. Masayı siper ederek arkasındaki tabureye tünemiş olan yaşlı adam zahmet edip dükkandan içeri girdiğimde bana bakmadı bile. Belki benim rafları işgal eden kitaplara karşı olan karşı konulmaz iştah ve merakımın farkına vardığı için. Belki de sonumu belirleyecek o hatayı yapmamı engellemek için sustu. Ben ise beni bekleyen o korkunç kaderden bihaber, uzun süredir aramakta olduğum kitapların sayfalarına binmiş, hayal dünyamda yeni bulduğum uçan halım ile uçup durdum. Bulutların üzerinden beni yaşlı sahafın çatlak öksürük sesi aldı. Önümde yatan kitaplardan kendimi kurtararak bir iki elyazması kitap ve risale sordum. Hepsi vardı. Hemen hepsi uzun zamandır aradığım, isimlerine ancak eski batıni kaynaklarda ulaşabildiğim kitaplardı. Fiyatlarını sordum. Fiyatlardan bahsetmek onu garip bir şekilde keyiflendirdi. İyice uzamış, uçlarını burduğu beyaz bıyığı altından güldü. Bıyıkları ile bir örnek beyazlamış keçi sakallarını ovuşturarak beni uzun bir süre tarttı. Yüzündeki kayıtsız ifadenin yerini alan gülümse ile “Gönlünden ne koparsa” dedi.

Bahsettiğimiz kitaplar belki dünya üzerinde üç beş kopyadan başka bulunmayan, ancak aslına bağlı kaldığı şüpheli olan alıntıları bulunan, tarihinin gizli kalmış karanlık köşelerine ışık tutan paha biçilmez kaynaklardı. Yine de ihtiyarın bu kitaplara davranışında bir gariplik vardı. Raflardan alırken, sayfalarını çevirirken kitaplar, sanki onun için ucuz birer gazete parçasından ibaretti. İhtiyar gözümün içine bakarken elindeki on altıncı yüzyıldan kalma el yazmasını, adeta rakı saran bakkal kayıtsızlığı ile sarıp, raflardan birine tıkıştırdı. Ben ise cüzdanımı ve ceplerimi kontrol ederek, mümkün olan bütün nakit parayı toparladım. Bankadan para çekip gelmeye cesaret edemedim. Döndüğümde dükkanı sonsuza kadar kapalı bulacağımdan emindim. O akşam bütün nakit param ile alabildiğim kadar el yazması kitap satın aldım.

O andan sonra ne olduysa oldu. Otelime döndüğümde içim içime sığmıyordu. Yıllardır sadece bahsini duyduğum risalelerin birçoğu artık benimdi. İçimde giderek kabaran bir merak ve iştahla risaleleri okudum. Osmanlıca metinleri deşifre etmek için uykusuz geceler boyu okudum. İstanbul’daki iş toplantımı kaçırmam şirket tarafından hoş karşılanmadı. Patrondan bir araba dolusu azar işitip Ankara’ya döndüm. Bulduğum hazineden sonra gözüm hiçbir şey görmez oldu. Tanıdık bir doktordan aldığım prostat ameliyatı raporuna itibar etmeyen patronum beni süresiz izine gönderdi. Eşim ise benzer bir tepki göstererek annesinin yanına taşındı ve o da süresiz izin aldı. Kedim bile temizlenmeyen kumları, susuz ve mamasız kapları protesto etmek için evden kaçtı.

Bu sırada beni en çok sarsan ise “Kitab-ı Müdergan” adındaki el yazması oldu. Lovecraft’ın betimlediği birçok konu bu nadide kitapta vardı. Bir şekilde Ktulhu Döngüsünü doğrulamaktaydı. Üstelik kitap Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a davet ettiği ilim adamları arasında bulunan bir Sefarat olup, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Batıni Cevat Efendi adını alan bir zat tarafından fetihten bir kaç yıl sonra yazılmıştı. Lovecraft’tan yıllar önce.

Elimdeki bütün yazmaları ve kitapları bırakıp bütün vaktimi Kitab-ı Müdergan’a verdim. Ktulhu Döngüsü ile olan müthiş benzerlik beni dehşete düşürdü. Kudemanın varlığını bu kadar açık anlatan bir başka batıni eser yoktu. Anlatılanların gerçek hayatta, günümüze kadar uzanan kanıtlarını buldukça Büyük Ktulhu’ya daha çok yaklaştım. Ben Ona yaklaştıkça, O da bana yaklaştı. Çeviri yapmaktan ve çalışmaktan kısalan uyku saatlerim giderek suların altındaki, herkesten gizli batık şehir Rlyeh’ten bana doğru uzanan betimlenemez kötülüğün hükmüne girdi. Benliğimi ezen kabuslar her gece acımasızca saldırdı. Zayıf insan bilincim, kaldırması mümkün olmayan dehşetler arasında kıvranmaya başladı. Bir süre sonra gecelere hakim olan Yüce Ktulhu gündüze de uzandı. Ara sıra gördüğüm imgelemler, zamanla gittiğim her yerde beni kovalamaya başladı. Sokaklarda dolaşırken gerçeklerden habersiz dolaşan insanları görmek beni daha da çıldırttı. Olmayan geleceğimizden bahsederek, bir kurtuluşları varmış gibi hayaller kurmalarına dayanamadım.

Sonunda sözde gerçeklik ile bağlarım tamamen koptu. Beni sokaklarda haykırırken yakaladılar. Ancak beni uçurumun kenarına getiren Rlyeh’in sözde hükümdarı ve Onun yardakçıları olmadı. Ruh halimden yataklara düşen biricik annemin bana gönderdiği bir gazete parçası oldu. Haber basit, İstanbul’da her gün rastlanabilinecek bir dolandırıcılık vakası hakkında idi. İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden, kopya çekmekten atılan Cevat B. adlı bir öğrenci çetenin elebaşı olarak hazırladığı sahte el yazmalarını fahiş fiyatlara satarken, dayısı ile işlettikleri kitapçıda polis tarafından tutuklanmıştı.

Hiç yorum yok: