Pazartesi, Aralık 22, 2008

Pardon

Yeni çiftin düğünü bütün hızıyla devam ediyordu boğaz manzaralı lokalde. İçkiler lıkır lıkır iniyor, her dakika daha çok insan kendisini ortalığa atıp çılgınca oynuyordu. Orkestranın gürültüsü boğazın sakin sularının üstünden neredeyse karşı yakadan duyuluyordu. Bütün Ortaköy mahallesi sakinleri "yuh bre" çekiyordu.

Aniden dalgalandı sakince akan boğaz suları ve önce bir dokungaç suyun yüzeyine çıktı. Arkasından su gittikçe çalkalanmaya başladı ve yeşil gri bir yaratık kendisini suların üzerine çekerek sahile çıktı, tam da lokalın karşısında.

Eski tanrıların lideri yüce Chtulhu aniden sessisleşen düğün misafirlerine bakarak "Pardon, sesi kısabilir misiniz azıcık?" diye sordu. Sağda solda herkes akıllarını kaybetmekle meşgulken bir tek orkestranın davulcusu sakin bir şekilde karşısındaki mahlukata bakarak "Emrin olur abi yaa, ayıpsın" cevabını verebildi. Eski tanrı davulcunun cevabından tatmin bir şekilde tekrardan derinlikler daldı ve bir istanbul düğünü de bu şekilde sonlandı...

Cuma, Aralık 19, 2008

Sevgili Kalamar'dan Sevgili Yerli'ye

Tamam, en baştan başlamam lazım anlatmaya, başka türlü adım kötüye çıkacak yine.

Bu gezegene gelmeden önce yüzyıllarca devir yolculuk yaptık. İlk koloni yolculugu idi bizimkisi. Her zaman oldugu gibi devletin parasını boşa harcıyorsunuz diye diye iyice kıstılar bütçeyi. Proje ilerlemeye çalışırken gelip giden hükümetlerin her birisi kendi politik kesintisini yaptı. Öte yandan yine bürokratlar tarafından yöneltilen projenin bütçesinin hayli bir kısmı çarçur edildi.

Yola çıktığımızda artık hiçbirimizin elimizin altındaki ekipmana bir güveni kalmamıştı açıkçası. Motorların uğuldaması, pompaların vınlaması, boruların ve tüplerin ığıldaması - hepsi bir garibimize gidiyordu, birşeylerin yanlış gideceği kesindi. Sonunda birşeyler nalları dikti ve başımıza neler geldi ama ona sora geleceğim.

Biz ilk koloniydik. Haliyle herşey bizim başarımıza bağlıydı. İlk gidenler başarısız olursa niye tekrardan bu kadar para harcansın? Ayrıca başarısızlığın sebebi bulanacak... Zaten bütçeleri tümden kesmek varken hele...

Haliyle hayli yoğun baskı altındaydık başarılı olmak için elimizdeki şartlarla. Gerçeklerin üzerinde beklentilere cevap vermek çok zor bir iş.

Geminin kaptanı bendim. Tayfalara karşı sorumluluk üstüne hükümet bürokratlar ve politikacılarla ugraşmaktan gına gelmişti. Haliyle bütün tasarım hatalarına, eksikliklere rağmen başarılı bir kalkış ve çok da sorunlu olmayan bir yolculuk başlangıcı hepimize çok iyi gelmişti. Bütün mürettebat hayli neşeliydik, Teknisyen haricinde. Teknisyen aletlere bır anne gibi bakıyordu, neredeyse her saniyesini herşeyin düzenli çalışması için ugramaşmakla geçiriyordu. Haliyle keyfi sürekli çok bozuk şekilde geminin koridorlarında dolaşıyordu.

Teknisyen. Ah Teknisyen. İlk planlara başladığımızda en neşeli ve hareketli olan, proje sırasında herşeye heyecanla atılan, 10 devir üst üste en hevesli tayfa ödülünü alan Teknisyen. Esasında hala herşeyi ona borçluyuz. Cesedini buradaki ilk yaşamın kaynağı olarak kullanmasaydık buradan kurtulabilme şansımız bile olmazdı. Herneyse, yine çok ileriye atladım.

Yolculuk devirlerce sürecekti. Haliyle herşeyin aşagı yukarı normal olduğuna kanaat getirince herkesi uyku kabinlerine kapattık. Teknisyen, Doktor ve ben her yarıdönüm kalkıp kontrolleri yapacaktık.

Ziguratt'ın en alt tabakasına kolonide kullanılacak ekipmanları yerleştirmiştik. Bir üst tabakada koloniciler uyku kabinlerinde uyuyorlardı. En üst katmanda da motorlar ve geri kalan ekipman, en tepede ise benim mekanım, kaptanın yeri.

İlk birkacyüz devir sakin gitti, bir sorun yaşamadık ufak tefek tamir edilebilir arızalar haricinde. Kabaca yarıyolda iken felaket bir kaza başımıza geldi. Herşey yakınında geçtığimiz bir yıldızın patlamasıyla başladı. Patlamanın şok ve radyasyon dalgaları bize vurduğunda zaten kendi başına tıngır mıngır çalışan sistemler arka arkaya çöktüler. Koloninin bir kısmını radyasyon hasarı yüzünden kaybettik. Uykularında hic birşeyin farkında olmadan gittiler. Doktorun çabalarıyla geri kalanları kurtarabildik ama büyük kısmında zaman geçtikçe mutasyonlar olacaktı. Doktor ve ben ise tümden şanssızdık. Yaşayacaktık ancak korkunç bir gelecek bekliyordu bizleri. Esas acıklı durum Teknisyen'in durumuydu. Tamiratlarla uğraşırken aldığı dozaj sonunu belli etmişti.

Arka arkaya çöken sistemlerle Teknisyen ugraşırken ben haldır huldur acil iniş yapabileceğimiz bir sistem arıyordum ve bu sistemde karar kıldım.

Sert bir iniş kolonide kullanacağımız ekipmanları darmaduman etti. İndiğimiz gezegen metan atmosferli zavallı birşey olsa da uzun vadede bir seyler yapılabilir gibiydi.

Radyasyon hastalıgından ölmekte olan Teknisyen, yüzü ve vücudu biçimden biçime girmiş ben ve Doktor hep beraber kafa kafaya verip ne yapacağımızı düşünmeye başladık.

Yolculugun başından beri karamsar olan Teknisyen başına geleceklerin kesinliğı sayesinden midir, manasız bir neşeye sahipti. "Takma be kafana Kaptan yaa, kabinler sağlam en azından, olayı uzun vadeli düşün, şimdi olmasa da gelecekte bir şekilde çözülür dertlerimiz!" dedi bir gün ve bu bana bir fikir verdi. Doktorun da oluruyla bir plan oluştu aklımızda. Ancak bir şeyi gözönüne almayı unutmuştuk.

Teknisyenin mutasyondan şekilden şekle girmis sıcak vücüdunu temel malzeme olarak kullandık. Kazada hayatını kaybetmişleri de organik madde kaynağı olarak kullandık ve Ziggurat'ın etrafına ektik, Böylece bu gezegende hayatın ilk adımını attık.

Sevgili Yerli. Unuttuğumuz nokta Teknisyenin genlerinin sizere kadar varma olasılığı idi. Bu yüzden telepatik olarak bizlere bağlisınız ve bizim bildiklerimizi bir seferde kavramanız o kadar zor ki. Oysa ki aradan geçen milyarlarca devirlerden sonra sizler bizlere yardım edecek kadar geliştiniz. Koloninin sahip olduğu bilgilerle yıldızlara tekrar yolculuk edebiliriz. Umarım sen bize yardim edebilirsin. Sevgili Yerli lütfen lütfen dinle beni. Sevgili yerli lütfen.... Lütfen...

-------

Kaptan Idris'in gözleri faltaşı gibi teknesinin hemen yanında açık denizin içinden çıkmış canavara bakıyordu. Aklının son parcacıkları uçuup giderken zihninde son duyduyu sozler şöyleydi: "Chtulhu Fhtagn... Fhtagn..."

Perşembe, Kasım 27, 2008

Boşluk

Uzay denilen koca boşlukta gemi usulca salınmaya devam etti. Tasarlayan bilim adamları, inşa eden ustalar ve hizmete sokan donanma için bilimin son noktası, sanat harikası ve göz bebekleri idi. Evrende kullanılan en yaygın dört dilde “Kaşif” anlamına gelen harfler vardı pruvasında. Hemen altında ise aidiyetini belirten rakamlar ve harfler vardı. Aslında hepsi boştu.


“Evrenin başlangıcından beri uyuyan, evrenin sonunu düşleyen ve düşlerini bu uçsuz bucaksız uzayda oradan oraya sürüklenen zavallı bilinçlerle paylaşan dehşet gelecek! O dehşet ki bildiğimiz evrenin sonunun, yeni bir evrenin başlangıcının habercisi. O illet ki R’lyeh gezegeninde bekleyen. O kabus ki beklerken evrenin sonunu düşleyen.”


Boş kabinde kayıt yankılanarak çalmaya devam etti. Mürettebatın görev harici vakitleri geçirdiği kabin boştu. Okuma ve izleme için kullanılan ekranlarda araştırma kayıtları durmadan çalıyordu. Ekranlara kan sıçramıştı. Duvarda kanlı izler vardı. Yine de kabin boştu.


Hemen yanda yemek kabini de boştu. Yemek masasının üstü ve çevresi ise darmadağındı. Plastik tepsiler, plastik tabaklar, plastik çatal bıçak ve yapay yemek artıkları her yeri kaplamıştı. Kan ve et parçaları da bu yapay çöplüğün arasına yayılmıştı. Bir miktar parçası olsa da burada da kimse yoktu.


Bir alt katta bulunan uyuma kabinleri de boştu. Yataklar etrafa saçılmıştı. Beyaz yatak örtüleri kanla kaplanmıştı. Her yerde et parçaları vardı. Kan tavana değin sıçramıştı. Yerdeki kan izleri asansöre doğru uzanıyordu.


Boş kabinlerde, koridorlara yerleştirilmiş ekranlarda, gemiyi kaplayan vericilerde kayıt çalmaya devam ediyordu.


“Karbon temelli yaşam sürdüren biz zavallı varlıkların yazgısıdır. Basit zihinlerimizin alamayacağı, tasvir bile edemeyeceğimiz karşısında yok olmak. Bu uluğ güç karşısında eğilmek. Kaçınılmaz olan sona direnmenin, zayıf bilinçlerimizi ezen bu muazzam isteğe karşı durmanın bir faydası yoktur. Aksi pamuk ipliğine bağlı ruhumuzu un ufak edecektir.”


Bir üst katta bulunan sefer odası ise doluydu. Odanın ortasında bulunan azametli, iktidar göstergesi komuta koltuğu doluydu. Sayısız ışık yılı önce albay rütbesi ile selamlanan kişi çıplak, vücudu kan içerisinde oturuyordu. Yolculuk başlamadan bir ailesi, bir mesleği, bir geleceği vardı. Şimdi ise sahip olduğu tek şey elinde tuttuğu kabin kapısından bozma, metal baltası idi. Halen kan damlayan, üzerine et parçaları yapışmış.


Etrafını saran ufak koltuklar boştu. Koltukların önlerinde sıralı sayısız ekran ve seyir aygıtlarının üzerinde ise kan ve et parçaları vardı. Bir kısmı daha sıcak ve cıvıktı.


Kabinin zemini ise doluydu. Sayısız ışık yılı önce rütbeleri, isimleri, hayalleri olan et parçaları kabinin ortasına yığılmıştı. Çoğunun bedeni halen sıcaktı. Kiminden halen kan sızıyordu. Grotesk bir heykel, ilkel bir zafer anıtı gibi yükseliyordu.


Kabindeki biri hariç tüm ekranlarda araştırma kaydı çalmaya devam ediyordu. Ana ekranda ise geminin son durağı görünüyordu. Boşluğun ortasında yeşil bir gezegen. Ekranda gezegenle ilgili veriler akıyordu. Koordinatlar, mesafeler, büyüklükler, sıcaklıklar ve diğer aslında hiçbir anlamı olmayan rakamlar, yazılar.


Artık koltuğunda oturan bu beden de boştu, etrafında uzanan koca boşluk gibi. Hiç durmadan çalan kayıttan farksız, istemsiz titremeler ve çığlıklar arasında, hep aynı cümleyi tekrarlayarak boş gözlerle ekrandaki gezegeni izliyordu.


“Ph'nglui mglw'nafh Cthulhu R'lyeh wgah'nagl fhtagn . . .

Pazar, Kasım 23, 2008

JONHATHAN STRANGE & MR. NORRELL

Susanna Clarke
Bloomsbury
1006 Sayfa

İlk olarak Eralp’ten 19. YY İngilteresinde resmi kraliyet büyücülerinin maceralarını anlatan bir kitap olduğunu duyduğumda fikir pek bir Harry Pottervari gelmişti. Benim gibi düşünen bir çok kişi olacak ki Jonhathan Strange & Mr. Norrell için “büyükler için Harry Potter” yorumları ile karşılaştım. Velhasıl kitaba başlayıp, bin bir cefa ile dört şehir, iki ülke boyunca kitabı okuyup, bitirme başarısına nail olunca ilk intibaının ne kadar yanıltıcı olabileceğini gördüm. Sanmayın ki kitabı okuma sürem ve yaşadıklarım tek başına sayfa sayısı ya da içerik ile ilgili. Esas neden tembel kişi olan bendeniz.

Esas konumuz kitaba gelir isek, kısaca bin sayfalık bu neşriyat zamanında pek muhteşem ve muzaffer olan İngiliz Büyücülük Sanatının geri keşfedilmesini / kazanılmasını anlatıyor. İngiltere Napolyon ile tutuştuğu savaş ile çalkalanıp, büyücülük sanatı kalın ve tozlu ciltlere tıkılıp, ancak İngiliz Beyefendilerinin teorik tartışma konusu haline geldiği günlerde, Bay Gilbert Norrell’in gerçek anlamda büyü yapması ile hikayemiz başlıyor. Ardından saygıdeğer Bay Norrell ve pek parlak öğrencisi Jonathan Strange büyücülüğü eski günlerine döndürmek üzere maceradan maceraya atılıyor. Ne yazık ki bu maceralar sırasında olay mahallinde bulunan sürüsüne bereket yardımcı ve yan rollerdeki karakterler, ilk bölümlerde konu ile çok ilgisi olmayan ara hikayecikler bir miktar zihinleri bulandırıyor.

Yazar Susanna Clarke ilk kitabında yer yer ağdalı ve eski bir üslup kullanmış. Kullandığı yan karakterler de buna eklenince biraz yorucu bir okuma ortaya çıkıyor. Buna karşılık ilk bölümlerde sürekli ortaya çıkan yeni isimler zamanla kalıcı olmaya başlayınca karışıklık azalıyor ve Clarke’nin hafif mizahi tarzı ile keyif artıyor. Yazar tarihsel olayların arasına kendi yarattığı kişileri ve olayları başarı ile serpiştirmiş. Büyünün temeli ve nasıl yapıldığı hakkındaki detaylar yedire yedire sayfalara dağıtılmış. Ayrıca ilk başta uzun ve gereksiz görünen dipnotlar aslında anlattıkları komik olaylar ve değindikleri detaylar ile önemli bir anlatım silahı kimliğine bürünüyor.

Şahsen dil olarak ağır ve biraz uzun da bulsam büyüye ve tarihsel olaylara yaklaşımını çok beğendim. Klasik sayılabilecek fantastik hikayelerden farklı bir şey arayanlar için birebir. Henüz Türkçeye çevrilmeyen kitabı ancak İngilizce olarak bulup okumak mümkün.

Kitabın resmi internet sitesi http://www.jonathanstrange.com/ ‘de Bay Norrell ve Bay Strange’in kitap ve yazar hakkında yorumları ile başka ayrıntılar var. Ayrıca bu siteye göre Yüzüklerin Efendisini sinemaya taşıyan New Line Cinema firması kitabın senaryosunu yazdırmaktaymış. Umarım tez zamanda beyaz perdede seyredebiliriz.

Perşembe, Kasım 06, 2008

Celal Efendi

Baharda kayıkla karşıya yapılan keyifli yolculuktan sonra Beykoz'u ziyaret etmek gibisi yoktur. Etrafı asırlık çınar ve ıhlamur ağaçları ile bezeli dere boyu Hakk’ın Âdem soyuna bahşettiği bir niyazdır. Sair günlerde ulemadan saraya kadar şehrin bütün ileri gelenleri bu nezih ve müstesna sayfiye yerine akın ederler. Çayı, sağında solunda irili ufaklı kahvehanelerle, üzerinden aşan ahşap köprülerle ve salınan sayısız kayık ile adeta Şehr-i Hümayun işgal etmiştir. Nacizane kulunuz Akça Bekir Efendi de, fırsat buldukça bu mahalle gelir, yorgunluk atarım. Kah ulemadan dostlarımla, kah saraydan devletlu büyüklerimiz ile çaya nazır hoşbeş etmenin, acı kahve yanında nargile fokurdatmanın keyfine diyecek yoktur.

Belki Sarayda kısa vakit için de olsa Nişancılık vazifesi ile onurlandırıldığımdan, belki de bir dönem Kudretlu Padişahımıza nice diyardan havadisler fısıldama onuruna nail olduğumdan dere boyunun misafirleri ve ahalisi, sağ olsunlar bu ihtiyara pek bir saygı gösterir pek bir ehemmiyet arz ederler. Velhasıl yaşımın vermiş olduğu tıfliyyetten olsa gerek bu ilginin pek bir hoşuma gittiğini söylemeliyim.

Yine baharın cennet bahçesinde özendiği günlerden bir gün Saltanatımıza nice değerli fertler yetiştirmiş namlı Tarhunzadelerden Gazi Ahmet Paşa ile sohbet ederdim. Ahmet Paşa uzun yıllar kelle koltuk Hünkârımıza hizmet ettikten sonra Şehr-i İstanbul’dan pek çok ekâbir ve yaşlı Enderun mensubunun ikamet ettiği Alaca Köyüne yerleşmiş ancak kendisi başlı başına ayrı bir hikaye olan talihsiz bir vaka sonucunda yaralanmış ve gerisin geriye Şehr-i İstanbul’a göç etmiştir. Gazi Ahmet Paşa ile tanışıklığım işte bu vakanın vukuu bulduğu günlere dayanır.

Çaya nazır bir kahvehanede Paşa ile sohbetimiz en civcivli yerinde iken kavakların gölgelediği yolda bir öküz arabası belirdi. Olabildiğince süslü öküzlerin çektikleri arabasının önünde yaşlıca bir arabacı yürüyordu. Arabanın peşi sıra ise süslü üniformaları ve atları ile Habeş çerileri geliyordu. Envai çeşit süsün sarktığı öküzlerin koşumlarında kehribar ve mavi işlemeler vardı. Kehribar sarısı, işlemeli atlas güneşliğin altında ailenin sübyanı ve onlardan sorumlu kalfaları sırtlarını her iki yandaki sedef kakmalı, usta işi işlemeler ile bezeli divanlara vermişlerdi. Kalfalar ve sübyan pür haşmet, etrafı mağrur ifadeler ile süzüyordu.

Bütün bu debdebenin ortasında dikkatimi yaşlı arabacı çekti. Yaşlı dedi isem yaşı anca bendeniz kadar vardı. Başındaki kırmızı fesin üzerinde beyaz sarma, mavi beyaz işlemeli dokumasının üzerine Tarhunzade ailesinin alâmetifarikalarından olan kehribar rengi yine işlemeli bir yelek giymişti. Altında ise çivit mavisi, yanları kehribar rengi işlemeler ile süslü bir çakşır ve çakşır ile bir örnek tozluklarla çizmeler giyiyordu. Adeta Tarhunzade Ailesinin ayaklı bir timsali gibiydi. Ancak bu yaşlı zat bütün bu gösteriş içerisinde garip bir tezat oluşturuyordu.

Paşa arabadakiler ile sohbet etmek için yanaşmıştı ki neden olduğu meçhul, öküzler ürküp huysuzlanıp, hareketlendiler. Öküzlerin kıpırdanması ile araba sarsılınca Ahmet Paşa sinirlendi. “İki öküze sahip çıkamıyorsun” ile başlayıp açtı ağzını yumdu gözünü. Paşa’nın laflarını duyunca arabacının mavi gözleri çakmak çakmak alevlendi ama sesini çıkartmadı. Yüzüne muzip bir ifade yerleşti.

Nedendir bilmem bir tanıdıklık vardı çehresinde ve hareketlerinde. Paşa kalfalarla konuşup, sübyanla şakalaşırken ben de arabacının yanına gittim. Beni görünce üstünü başını düzeltip beni selamladı. “Buyur beyim” derken yüzünde halen o muzip ifade vardı.

“Hayırlı günler, neredensin? Kimlerdensin?” diye sorunca gözlerindeki o ateş söndü, ifadesi ciddileşti.

“Arabacıyım. Celal demiş babam. Pek hatırlamam kendisini.” Sözlerine devam etmeden biraz süzdü beni.

“Anam da cevval demişti, halen de öyle çağırır konu komşu.” Alayla karışık eğildi.

O alaycı hallerini, muzip ifadesini görünce aklıma geldi, doğup büyüdüğüm mahalle olan Kağıthane’de mektepte bir Celal vardı. Arabacı gibi çakmak çakmak mavi gözleri, muzip bakışları vardı. Arabacı Celal’in anasının dediği gibi de pek bir cevval, pek bir yaramazdı. Yapmadığı numara, maskaralık yoktu. Ailesi fakirdi ama zeki olduğu için mahallesindeki eşraf bir araya gelip mektebe yazdırmıştı.

Zeki olduğu kadar efsuna da yatkındı. Daha o yaşlarda türlü keramet gösterir, ama her yaptığını şaklabanlığa vurur eğlendirirdi hepimizi. En çok da tabureleri, rahleleri yerinden oynatır, muallimlerin zor duruma düşmesine neden olurdu. Biz mektep sübyanında gülmekten karnına ağrılar girerdi.

Bütün bu haylazlıklarına rağmen derslerinin cümlesinde çok başarılı idi. Bu başarısı ile sübyandan başka mektepteki hocalara da sevdirmişti kendini. Herkes göz yumardı yaptıklarına.

Gösterdiği kerametler ve efsuna karşı yakınlığı iyice duyulunca mektepten Aksak Yusuf Hoca bir gün aldı Celal’i uzun uzun sorguya çekti. Kerametinden emin olmak için türlü sualler sordu. Yetmedi birkaç hafta muallimler her gün hem Celal’i çağırıp görüştüler hem de kendi aralarında tartışıp karar vermeye çalıştılar.

Ehli keramet olduğuna kanaat getirince Yusuf Hoca efsunhaneki tanıdıkları ile görüşüp, Celal’i görmeye gelmeleri hususunda ikna etti. Hatta bir hafta sonrası için de söz aldı. Celal’in başına devlet kuşu konacaktı. Alacağı maarifin yanı sıra uluğ Vakf-ı Efsun her türlü masrafını karşılayacaktı.

Ancak ne olduysa o meşum haftada oldu. Birkaç gün mektebe gelmeyince meraka düştük. Öğrendik ki Celal’in cebeci ocağı için arabacılık yapan babasının yeni dökülen topları taşırken devrilen devasa topun altında kalıp Hakk’a yürümüş. Dul anası geçimini sağlamak için mahalleden taşınıp, Celal’i mektepten almış. Hepimiz çok üzülmüştük. Celal’i o elim vakadan sonra bir daha görmek kısmet olmadı. Nice yiğidi telef eden Şehr-i İstanbul bir ocağı daha söndürmüştü.

Biraz düşününce Arabacı Cevval Celal’in Kâğıthane’den, mektep arkadaşım Celal olabileceği aklıma düştü. Aradan neredeyse asırlar geçmiş olmuş olsa da, hal ve davranışları benziyordu. O benden sıkılıp çay boyunu izlerken baştan aşağı şöyle bir süzdüm. Vallah da billâh da gözüm önünde mektepten Celal var gibiydi. Sonunda dayanamayıp sordum.

“Söyle bakalım Arabacı Celal Efendi, yoksa sen Kâğıthane’den misin ?”

Çay boyundaki kayıklara dalmışken sorumla irkildi. “Yok beyim. Fakir basit bir arabacıdır. Doğma büyüme Kasımpaşalıyım.” Gözlerini kısıp bana baktı. İfadesi derinleşti.

“Beyim hayırdır birine mi benzettin fakiri?”

Valla bunca devletlû, nice sadrazam, nice paşa görmüşümdür hiç birinin karşısında Arabacı Celal gibi kem küm etmemiştim. Bakışları karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Boğazımı temizleyip geçiştirdim.

“Kâğıthane’de hoş beş ettiğim zatlardan birine benzetmiş olsam gerek. Yaş iyiden iyiye ilerledi. Artık simalar birbirine karışmaya başladı. Olacak o kadar. Mazur göresin beni.”

“Nasıl dersen beyim. Yine de yaşında yoktur yaramazlık.” dedi. Bir an yüzündeki o muzip ifade gelir gibi olmuştu konuşurken.

Velev ki arabacı mektep arkadaşım Celal idi. Kendisi konuşmaya meyilli değildi. Bu yüzden lakırdıyı uzatmak istemedim. “Allah’a emanet ol” deyip nargilemin başına geçtim.

Yerime oturmuş, nargilemin keyfini çıkartmaya başlamışken, Gazi Ahmet Paşa arabayı uğurlayıp geldi. Keyifle yerine yerleşecekti ki taburesini ıskalayıp yere düştü. Gözlerimle görmesem taburesinin tam otururken kendiliğinden bir karış yana kaydığına inanmazdım. Tam Paşaya yardım ederken arabacı gözüme ilişti. Keyifle bir türkü tutturmuş, arabanın önünde yola düşmüştü. Mektep günlerimden zihnime kazınmış muzip ifade yüzüne yerleşmişti.

Pazartesi, Kasım 03, 2008

Yolculuk

Kabaca yariyoldayken bulduk onlari. Samanyolundan Andromeda'ya yolculugumuz arasinda arastirma ve olcumler yaptigimiz bir suru kisa sayilabilecek ziplamalardan olusuyordu.

Zipla. Deneyleri yapacak uydulari sal. Bir onceki deneylerin sonuclarini incele. Uydulari tekrardan topla. Ziplamaya hazirliga basla.

Bir sure sonra kacinci ziplamada oldugunu unutuyor insan. Ote yandan insanligin Andromeda galaksisine ilk yolculugunu cok iyi bir sekilde kaydini tutmamak cinayetten ote bir suc olsa gerek.

Bilimadami aniden calisma odama daldi. "Tarihci, gel, bunu kacirmaman lazim!"

Pesinden kopruye kostum. Murettebatin kalanini olusturan Kaptan, Doktor ve Filozof zaten kopruye gelmisti ve Pilot her zamanki gibi kumandalarin basindaydi. Hepimiz yanina yigildik. Pilot gostergelerden birisine parmagiyla isaret etti.

"Bir kutle var, hayli yakinimizda ve haylice buyuk. Mesafe on-onbes parsek olsa gerek. Kutlesi de uc carpi on uzeri onsekiz kilogram."

Hepimizin birden bire nefessiz bir sekilde donduk kaldik.

Herseyden once kisa bir aciklama aramizdaki bilimle cok ilgili olmayanlar icin. Bir parsek 3 isik yilindan biraz fazla. Andromeda ve samanyolunun arasindaki mesafe asagi yukari 775bin parsek, yani iki bucuk milyon isik yili civarinda yuvarlak hesap. Gunes ile en yakin yildiz arasindaki mesafe kabaca 4 isik yili. Gunes ile dunyanin arasindaki mesafe 8 isik dakikasi. Yani bu cisimle aramizda asagi yukari 30-40 isik yili mesafe vardi. Ote yandan her iki galaksiden en asagi bir milyon isik yili uzaktaydik. En son bir yildizi gec, kucuk bir gezegen boyundaki bir kutle tespit edeli en az birbucuk yil olmustu. Kutleye gelince, bu olcumlerimizi aldigimiz cisim neredeyse bir ay kadar buyuktu. Birkac hidrojen atomu disinda bir kutleye galaksilerden bu kadar uzakta rastlamak gercekten cok buyuk bir olaydi. Hepimiz sessiz bir heykel gibi kala kaldik.

Sonsuzluk gibi gecen bir sureden sonra Kaptan hepimizin aklinda olan soruyu sordu: "Ne zaman yakinina ziplayabiliriz?"

---

Uzay-zamanin bu kadar duz oldugu bir yerde herhangi bir kutle cok uzaklardan hissedilebilir oluyor. Ziplamadan sonra cismin yanina yaklastikca ne kadar buyuk oldugunu farkettik. Capi iki yuz kilometreden biraz daha buyuk, yuvarlagimsi bir cisimdi. Boyutunu net olarak tespit edebildigimiz an kabin tartisan insanlarla doldu. Bu boyut ile bu kutle bir degildi. Sadece Pilot ve ben bu tartismalara girmektense koprunun videolarindan disariyisi seyretmeye devam ettik. Her iki galaksiden bu kadar uzaktayken bir yildiz isigi bile saglayacak kadar foton olmadigindan radar ile haritasini cikartmaya calisiyorduk.

Ekrandaki goruntu yavas netlesti ve daha cok detak gozukur oldu. Pilot agzi acik bir sekilde koltuguna yaslanmis bir sekilde kalinca ben titreye titreye girtlagimi temizleyip sakin bir sekilde konusmaya calistim: "Kaptan - bu bir gezegen degil. Bu bir gemi."

Kopru aniden bir sessizlige gomuldu ve geri kalanlar da ekranlarin basina toplandilar karsimizdaki manzarayi seyretmek icin.

---

En hayal kirikligina dusuren sey, gemideki herkesin milyonlarca yil once olmus oldugnu kesfetmemizdi. Kocaman ay buyuklugundeki cisim milyarlarca, hayir, trilyonlarca varligi hibernasyon kabinlerinde tasiyan bir yolcu gemisiydi. Muhtemelen icinde dolastigimiz kocaman, tuplerle dolu katedral buyuklugundeki depolar zaten bir atmosfer icerecek sekilde tasarlanmamisti. Cesitli yerlerden ornekler aldik ve izotoplari kullarak bir tarih bulmaya calistik.

Ilk rakamlar bu geminin ve yolcularinin en azindan birkac milyar yildir yolda oldugunu gosteriyordu. Geminin buyuk bir kismi hibernasyona yatmis yaratiklardan olusuyordu. Daha sonra yasam sistemlernin oldugu bolgeleri bulduk. Buralarda yasamlarini uyanik olarak bu kocaman geminin icerisinde gecirenlerin kalintilarini bulduk. Ote yandan pek bir sey kalmamisti geriye herhangi bir cevap alabilecegimiz.

---

Ne de olsa tekrar gelebilecegimizi dusunerek bir isaret vericisi biraktik ve kendi gemimize binerek yolulugua devam hazirliklarina basladik.

Filozof ile son bir kez gemiyi kendi gozlerimizle gorebilmek icin gozetleme haznesine cikmistik.
Filozof bana bir suredir dusundugu teorisini anlatmaya basladi:

"Bu yaratiklar bunca gunes sistemlerini terkedip yeni bir galaksiye gececek kadar cesaretliymisler. Ya cok ciddi bir nufus sorunlari vardi ya da arastirma ve kesif icin yanip tututsan, son derece yaratici ve merakli bir irk idi!"

"Ya da son derece umutsuz, herseye ragmen yeni bir yerde yeni bir baslangic yapmanin hayalini kovalayan bir irk" diye cevap verdim. Bu kadar kisiyi toplayip sadece tek bir gemiye tikmak ve bu kadar buyuk bir yolculuga kalkismak bana akil kari gelmiyordu.

Her ikimiz de yolculari son bir kez selamladik uzun yolculuklarina sag saglim devam etmelerini dileyerek.

Ziplama birkac saniye sonra geldi ve gozetleme kabini simsiyah ziplama boyutunun karaltisi ile doldu.

Kendi kendime konusurcasina devam ettim: "Ya da her irkin yaptigi gibi kendilerinden ustun ve daha tehlikeli birilerinden saklanmaya calisiyorlar. Acaba iclerine bu kadar korku sokan ne ola ki?"

Cumartesi, Kasım 01, 2008

Kaptanın Yolculuğu

“Bir gün Dursun ile yine balığa çıkmışız...” İdris Kaptan yeni bir hikayeye başladı. Karadeniz adını verdiği küçükçe bir içdenizdeki kaptanlık yıllarını hala mutlu bir şekilde andığı ortada idi. Yine kaçırılmış büyük bir avın inanılmaz (muhtemelen de inanmamanın daha mantıklı olduğu) detaylarından sonra tekrar sessizlik kapladı köprüyü. İdris Kaptan gömleğin cebinden çıkarttığı sigara paketine bir baktı ve derin derin iç çekti. Belliydi ki kabin camından izlediğimiz görkemli yıldızlar Karadenizin karanlık gecelerini hatırlatmaktaydı.

“Kaptan, okuyucularım için buralara nasıl geldiğinizi anlatabilir misiniz? Sizin gibilerin sayısı gerçekten az, bu yüzden...”.

Kaptan bir kahkaha patlattı. Bu neşeli, konuşkan insanın neden bu işi seçtiği gerçekten kendisiyle tanışan her kişinin merak ettiği bir konuydu.

“Arkadaşım, çok uzun bir hikaye değil, anlatayım!”

“Yıl, 2014. Ben Trabzon adında küçük bir şehrin yakınlarında bir kasabada yaşıyordum. Ufakça bir balıkçı teknem vardı. Her gece güneş batmaya doğru tekneye atlar, iyice açıldıktan sonra ağları atardım. Bazı bazı yanımda bir ya da iki el olurdu ama yalnız oldugum çok olurdu.”

Paketten çıkarttığı sigaraya bakarak devam etti. “ İğrenç bir alışkanlık ya. Herneyse, ağları saldıktan sonra teknenin direğine asılı uzun dalga antenini telsize bağlar, elime mikrofonu alırdım. 2010 civarında güneşin aktivitesi gittikçe arttıgından özellikle geceleri bütün gezegen telsizimin mikrofonundan bana selam söylerdi.
Hele denizin ortasında, karadan iyice uzakta güzel açık bir gece ışıkları kapattın mı bütün gökyüzü binlerce yıldızın ışıgı altında fenerler gibi parlardı. Yıldız ışıkları denizden yansırken telsizden dostlarla sohbet büyü gibi bir ortam yaratırdı. Gerçekten en mutlu olduğum zamanlar böyle anlardı.”

“Herneyse, gene böyle bir gece ben balığa çıkmışım. Ağlar atılmış, beklerken 20 megahertzde konuşuyoruz dostlarla. Amerikadan bir adam çıkmış uzaylıların kendisini ziyaret ettiğini ve affedersin, kıçına bir şeyler sokup ölçüm aldıklarından bahsediyor. Frekanstaki diğerleriyle beraber dalgamızı geçmekteyiz bu adamla. Ben uzaylılara hiç inanmıyorum, yoktur bizim dinimizde böyle şeyler.” Bana bir göz kırptı ve devam etti, “Sonra aniden bütün frekanslarda bir ton geliyor. Ondan sonra ingilizce, rusça, fransızca almanca derken bütün dillerde tekrar eden bir yayın başlıyor. Ben haliyle ingilizce ve rusça biliyorum, başka türlü bizim oralarda balığa çıkamazsın, haliyle hemen anlıyorum ne oluyor bitiyor. Frekansta sesimi duyabilen var ise onlara anlatmaya çalışıyorum ne olup bittiğini ama sonra ögreniyorum ki adamlar bastırmışlar herşeyi, korkunç bir güçle yayın yapıyorlar.“

Sigarasını öteki cebindeki kibrit kutusundan çıkarttıgı çöple yaktı.

“Yahu meğerse bizim gezegen binlerce yıldır gizli bir örgüt tarafından uzaylılara karşı korunuyormuş! Bu adamlar bizim için uzak gezegenlerde ve yıldızlarda İnsanlık için savaşırmış, en azından Mısırlılar devrinden beri! Gizli gizli topladıkları gönüllülerle dünyanın geri kalanıyla karşılastırdığında büyünün daniskası cihazlar ve uzay gemileriyle alt etmişler çevremizdeki bütün kötü uzaylıları ve artık sonunda hazırmışlar geri kalan İnsanlığı uzaya çıkartmaya, bu gezegenleri ve yıldızları kolonize etmeye! Dahası, şu anda başlarındaki genç, Anadolu'nun bağrından çıkan birisiymiş. Anlaman lazım, biz Lazız ama Anadolu çocuğuyuz, o toprakların sevgisi ile yaşamısız onca yıldır. Nasıl gurur duydum, gereksiz bir gurur ama yine de gel kalbe anlat bunu.”

Sigarasının dumanını içine çekti ve ilk nefesinden sonra bir öksürük krizine tutuldu. Dokungaçlarımın birisiyle uzanıp sırtına birkaç defa vurdum.

“Sağolasın. Neyse, uzun lafın kısası ilk başvuranlardan birisiydim. Daha doğrusu ilk birkaç milyon içerisindeydim. Çeşitli testlerden sonra bana en uygun işi buldular, teklif ettiler, ben de atladım üstüne.”

Bir bipleme duyuldu. Önümüzdeki tarayıcıda bir gaz yoğunluğunun yaklaştıgı uyarısı vardı. İdris Kaptan bana gülümseyerek “Ağları atmanın zamanı gelmiş, yoldaş” dedi ve panellerdeki düğmelere basmaya başladı.
Kabinden dışarı baktıgımızda Galaksinin yıldızları aynı şekilde parlıyordu ancak manyetik alanlar gemiden uzağa uzanıp boşluktaki hidrojen gazını kendisine doğru çekmeye başladı. Bussard Ramjet adı verilen motoru besleyen gazlar koca uzay gemisini yıldızlar arasında ışığa yakın bir hızda hareket ettirmekteydi.

“Bazı yıldız sistemlerindeki uzaylı dostlarımıza fazla teknoloji göstermek istemiyorlar ama kültür ticaretine de devam etmek istiyorlardı. Bu sistemlere zıplayan gemiler yerine bunun gibi yavaş gemilerle ulaşılıyor haliyle. Sen benim gemime zıpladın geldin, öyle geri döneceksin ama benim hala sekiz ışık yılı yolum var. Işık hızı sagolsun, o kadar uzun tutmuyor benim için ama zaman geçiyor benim etrafımda.”

Dayanamadım. “Zaten bu yüzden sizin gibi kaptanların sayısı çok az. Herşeyi bırakıp bu şekilde yolculuk yapmaya hazır kişi sayısı çok az. Belli bir zihin yapısı gerektiriyor olsa gerek?”

Idris Kaptan tekrar kahkaha attı. “Bilemem, belki. Bizim eş kocakarı olalı yüzyıllar oldu. Belki onun dırdırından kaçıyordum, belki de bilmeden aradığım başka bir şey vardı. Çok şükür, teknoloji sagolsun, kaptanlık çok farklı değil bu gemiler için. Yine yolunu buluyorsun, yine limanları hedefleyip açıklarda yolculuk ederken sakin geceleri benzeri bir şekilde dolduruyorsun. En azından aniden bir fırtına çıkmıyor buralarda.”

Elini ansible telsizine attı. “Eee, şimdi izin verirsen, zamanı geldi”. Başımı salladım. “Frekanslar biraz farklı tabii ki ama olayın temeli yine aynı: Sohbet etmek isteyen varsa frekansta...” Eline aldığı mikrofonun üstündeki düğmeye bastı ve konuşmaya başladı. “CQ CQ CQ Kaptan İdris burada. Aldebaranlı ziyaretçisiyle bitmez tukenmez yolda devam ediyor”. Ansible çağrı frekansında olan bir başka varlık cevap verdi ve uzun bir sohbet başladı. Birbirinden en azından yüzlerce ışık yılı uzak, tümüyle başka ırklardan iki varlıgın uzun mesafe dostluğunu dinlemek yüreklerimde sıcacık bir his yarattı.

Sevgili okuyucu, İdris Kaptan ve benzerlerinin sayısı gittikçe azalmakta. Benzeri zihin yapısında olan, insan veya değil, varlık sayısı her sene azalıyor. Bunun sebebi belli değil ancak benim şahsi fikrim güzel bir gece açık denizde yıldızları izleyerek aralarında yolculuk yapmayı hayal ederek dostlarıyla sohbet eden varlıkların sayısının azalması. İdris Kaptan Dünya tarihiyle 2491 yılında gemisiyle kayboldu. Emimin bir yerlerde hala dostlarıyla sohbet etmekte. Kanımca sadece etrafına kendisinden çok daha farklı bakmakta olan bizlere karşı ilgisini kaybetti ve yıldızların arasında keyfine bakmakta, arada bir sigarasının dumanından öksürük krizlerine gire gire.

Perşembe, Ekim 30, 2008

Zamazingo

Hikmet Usta alarmının çalması ile güzel rüyalarının arasından çekilerek hayatın acımasız gerçekleri ile bir kez daha karşı karsıya geldi. Traş olmaya bile tenezzul etmeden ustune tulumunu çekerek kabininden dışarı çıktı. Eski alışkanlığının etkisinde bir fare kadar gürültü çıkartmadan kabinin kapısını kapattı. Ancak gerisin geriye kapıya baktığında bunun gereksizliği görünce tekrar Hikmet'in keyfi bozuldu.

Son limandan hemen ayrıldıktan sonra geçırdıkleri kaza yüzünden oda arkadaşi Ahmet şu anda geminin morgunda bir buz kalıbı olarak birinci sinif ceset bileti ile yolculuğun geri kalanını sürdürüyordü. İşin kötüsü aynı kazada geminin mürettabatının neredeyse hepsini kaybetmişlerdi ve geriye sadece üç kişi kalmıştı. Tekrar Alfa Centauri'ye geri dönmek yerine kaptan Ayşe yolculuğa devam etmeye karar vermişti - çok zor bir karar da değildi acıkçası, geri dönmenin maliyeti devam etmeye göre çok daha fazla olduğundan Şirket sahiplerinin hışmına ugrayıp kaptanlığı kaybetmektense bir kahraman olarak Aydaki üslerine varma düşüncesi çok daha çekiciydi.

Hikmet Usta geminin tek tayfası kalmıştı geriye, bir de teknik mühendis Muzaffer, en son da kaptan Ayşe. Muzaffer ile Hikmet beraber zaten hasarlı gemiyi ayakta tutmak için korkunç bir çabayla calışıyorlardı. İlk birkaç gün tümüyle uykusuz halde neredeyse yıkılmakta olan sistemlerle mücadele ile geçmişti. Hem Muzaffer, hem Hikmet son derece yorgundular. Günlerdir ilk defa sekiz saat uyumuş ama hala uykusunu alamamiş Hikmet, Muzaffer’i azat etmek için makina odasına yollandı.

Muzaffer günlerdir ilk uykusuna gideceğinin düşüncesi ile dakikaları sayıyordu. Hala yüzünden uyku akan, yorgunluktan gözleri mosmor Hikmet makina odasına girince bir selam verdi bezgince.

"Hikmet, çok şükür geldin sonunda yahu, yıkılmak üzereyim"
"Muzaffer Bey, uyku yetmedi ya, yine de bir 8 saat siz uyuyun, sonra bi daha değişiriz."
"Bana uyar usta. Bu arada, yahu, kafa çalışmıyor, zamazingo" Muzaffer eliyle makina odasındaki kontrollere dogru salladi. "eeee, alette, meret yani, eee, diyorum ya, bi takim garip rakamlar var, bi baksana yahu."
"Tamam dert etme, ben bakarım, sen git yat."

Muzaffer kapıdan dişarı sallana sallana çıktıktan sonra Hikmet etrafına bir baktı. Hala uykunun etkisindeydi ve Muzaffer'in ne dediğine çok dikkat etmemişti. Bir şeyler yanliş gözüküyor olsa gerekti. Eninde sonunda bulurdu zaten. Bir bardak çay koyduktan sonra kendine, göstergeleri kontrole başlayarak geminin geçen her saniye daha da bozulan sistemlerine bakıcılığa basladı.

Sekiz saat göz açıp kaparcasına geçti. Hava temizleme sistemi bozulmuştu ve tamir edildi. Reaksiyon roketlerinin birisi durup dururken çok hafif bir şekilde basinç düşüklüğü gösteriyordu, olabildiğince borular yamandı, vidalar ve contalar yenilendi, sübaplar kontrol edildi. Muzaffer elinde bir bardak kahve ile kapıdan içeri girdiğinde Hikmet'in hali haraptı yine. Muzaffer ise biraz daha iyi gözüküyorsa da uykunun yeterli olmadiği belliydi.

"Muzaffer Bey, aha is listesi burada, ancak" Hikmet alnını ovaladi iki eliyle yorgunluktan "yahu şu zımbırtı hala sorun çıkartıyor. Akıl kalmadi yahu, cihaz yanlış ölçüyor yani, n'apsam yapayım bulamadım nerden."
"Tamam, ben bakarım, sen bir şeyler atıştır, git yat."

Hikmet duvardan destek ala ala yavaşça kantine yürüdü. Geminin bu kadar boş olması çok ilginçti. Kantinde bir tabağa soğuk bir kuru fasülye pilav doldurup mikrodalgaya attı ancak sigortaların attığını bir dakika boşu boşuna bekledikten sonra farketti. Kantinin ihtiyaclari o kadar aşagıdaydı ki yapılacaklar listesinde, bu olayın farkına bile varmamışlardı.

Pilavını soğuk fasülyelerle çatallarken koridordan bir pingleme duydu. Bir elinde tabak, bir elinde çatal, sesi takip etti ve kendini geminin köprüsünde buldu.

"Kaptan?"
"Hikmet, gel gel, yanlızlıktan canım sıkılmaya baslamıştı zaten."

Kaptan Ayşe bomboş köprüde tek başına koltugunda oturuyordu. Köprünün geri kalanı bomba patlamiş gibiydi ki işin gerçeği bundan çok uzak değildi. Gemiye çarpan meteorlardan birisi köprünün zırhını delip koca bir delik açmis, o an köprüdeki herkes birkaç saniye içerisinde basınç düşüşünden ölmüştü. Geminin radarlarindan birisinin arıza yapması ve genç ve tecrübesiz radar teknisyeninin diğer radara geçişindeki gecikme arasında nasıl bir şanstır ki olmuşşa olmuş, gemiye çarpan bir yiğin çakıl taşı Ayse'nin ve Hikmet'in neredeyse bütün gemi yoldaşlarının sonu olmuştu. Kaptan, o an kabininde uyuduğu için radar teknisyeninin hatasını düzeltemediğinden suçu kendisinde buluyordu. Hikmet bunun farkındaydi ancak sempati duymak için çok yorgundu.

"Ne dinliyorsunuz Ayşe hanım?"
"Ya, cihazların çoğu hala çalışmıyor, Muzaffer sen uyurken gelip birkaç kritik cihazı tamir etmeyi başardı, ben de o arada kendi kontrollerime bakıyordum ki müzik sistemi hala çalışıyormuş ancak kayıtların büyük kısmı kaybolmuş. Ben de kalanlardan sevdiklerimden birisini dinliyordum, Pink Floyd'un albumleri sağlam. Bu çalan Yankılar şarkısı. Sen türküleri tercih ederdin, değil mi?"
"Öyledir Ayşe hanım, bizimkiler beni daha bir geleneklere uygun yetiştirdiler, türküleri daha çok severim bu klasik muziklere göre."
Ayşe hafifçe gülümsedi. "Güzeldir bunlar yaaa, biraz melankolik ama olsun. Neyse, nasıl gidiyor?"
"Nöbeti Muzaffer Bey'e devrettim, şunu bitirip biraz uyuyacagım yine."
"İyi iyi, bir çeyler yapabilirsem haber verin, eğitimim farklı ama gördük biraz mühendislik sonuçta."
"Ayşe hanım, yardım edebilseniz kesin söyleriz, dert etmeyin."

Hikmet elindeki çatal ile selam verip kabinine yollandı. Bu kez Ahmet'in yokluğunu hatırlayarak kabin kapısını gönlünce çarptı kapattı.

Sekiz saat sonra Hikmet çok daha iyi hissediyordu. Makina odasından içeri bir türkü mırıldanarak girdiğinde Muzaffer'i elektron kaynaklarının birisinin altında buldu.

"Muzaffer Bey, gidin biraz dinlenin, sıra sizde."
"Hikmet, sıçtık ulan, sen uyurken sorunlar arttı da artti, meret hala çalışmıyor, ben bununla boğuşurken sen de zıkkımın köküne bir baksana yahu, uykuyu siktiret şimdi şunu halledeyim önce".

Hikmet, Muzaffer'in neden bahsettiğini anlamamıstı ama tekrar sorarak muhendisin yıpranmiş, ince iplik olmuş sabrını test etmeye kalkışmamanın daha iyi olacağını düsünerek reaktör kontrollerine göz atmaya gitti. Reaktörde çok miktarda argon var gibi gözüküyordu, Hikmet herşeyi unutarak basıncı düsürmeye ve radyoaktif argonu hazneden atmaya çalışmaya başladı. Çılgınca bir tempo tekrar başladı.

Sayısız gecen saatler sonra, Kaptan Ayşe koridordan aşagı koşarak makina odasından kafasını soktu "Ey ahali, zıplamadan çıkma zamanı geldi, hazır mıyız?"

Karşısında iki teknsiyen, yüzlerinden yorgunluk ve uyku akar bir şekilde sayıklamaya başladılar:
"Zamazingoda bi sorun var ama şansımızı deneyelim."
"Zıkkıma ben baktım yahu, bişi olmaaaz."
"Meretin seviyeleri şimdi daha iyi."
Ve uzun bir liste saymaya başladılar...

Zamanın ilerlediğinin farkında olan Ayşe, "Yeter, tamam, çıkıyoruz" diyerek köprüye geri koştu. İki teknisyen çılgın bir şekilde makina odasındaki cihazlara tekrar saldırdılar, birkaç saat daha dayanabilirlerse Ay yörüngesine yerleşip postu kurtarabileceklerdi.

Ayşe konsolundaki akan rakamlara baktı, bir yandan gözü gittikçe ilerleyen kronometredeydi. Bilgisayar sistemleri çoktan iptal oldugundan operasyon sırasında çok daha fazla kontrol edilmesi gereken şey var olsa da zaman kalmamıstı artık.

Kronometre sıfırı vurduğunda Ayşe elininin altındaki dügmeye bastı. Gemi iki boyut arasında sarsılarak hareket etti ve kendisini enerji seviyesinin daha uygun oldugu evrene yerleştirdi.

Ayşe'nin agzı kocaman açık kalmıştı. Karşısında Ay'ın gri yüzünü göreceğine kocaman parlak bir yıldız bütün haşmetiyle köprüyü aydınlatıyordu. İki teknisyenin mücaleleri arasında bir şeyin unutulduğu belliydi: Geminin saatleri normalden yavas çalışıyor olsa gerekti. Gemi dünya yörüngesinde olacağına Merkür'ün yörüngesinin bile içindeydi. Birkaç saniyelik fark birkaç işik dakikası mesafeye denk gelmişti.

Ayşe koltuğuna yığıldı. Bir eli gözlerini kapatırken diğer eli konsolda kendilerini kurtaracak bir düğme arıyorken kazara muzık sistemini acti.

Pink Floyd'un meshur şarkılarından birisi köprüyü doldurdu. "Kontrolleri güneşin kalbine ayarlayın!" Ayşe'nin kontrollerle mücadelesi sırasında sözlerin ne kadar yerinde olduğunu düşünecek zamanı hiç olmadı.

Çarşamba, Ekim 29, 2008

Yüzük

Hücresinde bir köşeye oturmuş sırasının gelmesini beklerken bir yandan parmağındaki yüzükle oynuyordu. Yüzüğün iki ayrı parçasını belli bir kombinasyon ile çevirdiği anda teleportasyon cihazı olduğu yere kitlenecek ve onu buradan alıp gemisinin güvenliğine götürecekti.

Öte yandan son yıllardır yaşadıkları birer birer aklından geçiyordu. Yoldaşları ve mücadelesini verdikleri Devrimi düşündükçe yüzüğü alıp uzaklara atası geçiyordu.

Hala bunları düsünürken kapı açıldı ve bir tegmen ile iki asker içeri girdiler. Sırası gelmişti. Birkaç dakika sonra duvara yaslanmış, göz bagcıgını reddetmiş şekilde kendisine doğrulmuş 12 tüfeğe bakıyordu. "Devrim zamanı geldiğinde duvara sırtını ilk verenlerden..."

Aradan birkaç saat sonra 16 yaşındaki genç bir er hayatının süprizi ile karşı karşıyaydı.

Salı, Ekim 28, 2008

Ekonomik Kriz

- Evet, şimdi sıradaki maddeye geçiyoruz ajandada.
- Sayın Başkanım, sırada eğlence alanı ZZ9 Plural Z Alfa var. Verilen bütçe içerisinde ancak ekonomik durum göz önüne alındıgında fazladan bir yük olmakta.
- Keselim o zaman.
- Sayın Başkan, Turizm bakanı olarak buna karşıyım. Özellikle gençler arasında son derece popüler bir resort söz konusu bölge. Safari tarzı olaylar çevre bölgelere son derece iyi gelir getirmekte.
- Öte yandan bir yerlerden kesinti yapmak zorundayız.
- Ekonomi bakanlığı kesintiden yana.
- Ulaştırma bakanlığı bölgeye yatırım yapmaya taraftar değil.
- Çevre bakanlığı olarak karasız kalmış durumdayız. Safarilere katılanlar hayli bir miktar kuralları çiğneyerek yersel ekosisteme zarar vermekte. Arada bir izinsiz avlar söz konusu oluyor. Eger alan kapatılırsa belki doğal ekosisteme dönüş görebiliriz. Öte yandan kaçakçılar ve benzeri karakterler bölgeyi iyice kontrolleri altına alabilirler endişesindeyiz.
- Beyler, bu ekonomik şartlar altında bu bölgeye harcadıgımız enerjinin masrafını karşılayacak bir gücümüz yok. Ben bölgenin tümüyle kapatılması taraftarıyım. Herşeyi kapatıp elimizdeki kaynakları daha iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz. Çok zamanımız yok. Bu konudaki tartişma kapanmıştır. Oylamaya geçiyoruz. ZZ9 Plural Z Alfa bölgesinin kapatılması için oylama başlamıştır.
- Kapatılsın.
- Açık kalsın.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Protesto ediyoruz ancak bu şartlarda kapatılması taraftarıyız.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Tamamdır. Çoğunluk kararıyla kapatılmasına karar verildi. Lütfen eyleme geçirilsin. Bir sonraki maddeye geçiyoruz....

Sekiz dakika sonra Güneş yavaşca parlaklığını kaybetti ve gökte siyah bir küreye dönüştü. Dünya Gezegenindeki milyarlarca insan aniden kararan havaya bakarak merak içinde kaldılar....

Cumartesi, Ekim 25, 2008

Gökten Düşen Melekler

Çatışma bittiğinde halim yamandı.

Biz kazanmıştık. Ama nasıl kazanmıştık sormayın. Ordumuzun büyük kısmı darmaduman olmuştu. Dünyanın etrafı parçalanmış, dost ve düşman, uzaygemileri ile dolmuştu. Kılpayı üste çıkmış, kocaman işgal ordusunu yenmiştik. Düşman bundan sonra ne kadar uğgraşsa bu kadar kuvvet toplayamazdı, onlar hazırlanalım derken biz çoktan kendi ordumuzu tekrardan toparlar onların gırtlağına çömelirdik.

En azından bizlere söylenen buydu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ağlamaklı bir halde televizyon kameraları karşısında durumu herkese anlatmıştı. Dünyadaki halklar sığınaklarından çıkıp özgürlüklerini kutluyorlardı ve herkesin gözü göklerdeki görkemli havai fişek gösterisindeydi.

Havai fişekler... Yoğun, çok yoğun bir meteor yağmuru gibi.

Gösteri bizlerdik. Arkadaşlarım, yoldaşlarım ve şerefsiz düşmanlarım.

Devrelerim ve motorum iptaldi. Kendi gücüm ile yörüngemi değiştirmem mümkün değildi. Eninde sonunda havanın sürtünmesi benim hızımı düşürecek ve atmosferin içine doğru düşecektim. Kurtarma servislerinin elleri dolu, kurtarabildiklerini kurtarıyorlarken sıranın benim gibi cyborg-gemilere gelme ihtimali çok düşüktü. Pilleri hala sağlam telsizimle aileme ve çocuklarıma kısa bir mesaj gönderdim. Küçük ekranda yeryüzünde sağ kalanların kutlamalarını izleyerek bir fişek gibi gökte parlayarak kutlamalara katılma sırasının bana gelmesini beklemeye başladım. Umarım yaptıklarımıza değdi gelecek.

Perşembe, Ekim 23, 2008

Firefly


Firefly, Angel ve Buffy Vampir Katilinin yaratıcısı , pek ödül sahibi, Marvel'a hikayeler yazan Josh Whedon tarafından yaratılmış ucunda Cowboy Bebop aromalı uzay westerni tadında, hafif meşrep bir macera dizisi. Ne yazık ki benim altı okka beyinciğimin almadığı nedenlerle bir sezon 14 bölümün ardından tozlu DVD raflarına terfi etmiş. Terfi ettiği gibi de bir DVD satın alma çılgınlığı yaratmış. Bunun sayesinde nur topu gibi Serenity adlı Bilim Kurgu filmimiz olmuş


Velhasıl Hakan’ın sevmediği, Özgür’ün bayıldığı, Eralp’in hoşuna giden bu diziyi en sonunda tembelliğimden sıyrılarak seyrettim. Dünyaya sığmayıp (hepsi Çinliler yüzünden, üremeyin kardeşim) evrene taşan, önüne gelen sistemi, gezegeni herhangi bir utanma, sıkılma emaresi göstermeden dünyalaştıran, koloni üzerine koloni edinen insanoğlu (ya da yeni Amerika Birleşik Devletleri) en sonunda merkezi otoriteye başkaldıran uzak illerdeki yerleşimciler ile merkezi gezegenlerde yaşayan zenginler olarak kavgaya tutuşur. Klasik bir kuzey-güney hikayesi. Sadece mekan farklı. Sonunda zengin kuzey ya da merkezi otorite kazanır ve güneyli olan kahramanlarımız kendilerine çakma bir uzay gemisi edinerek vahşi batı kokulu, Çin temalı uçsuz bucaksız uzayda salınmaya başlarlar. (Herkes Çince konuşsa da ortalıkta hiç görünmüyorlar, garip) Dizimiz de tam bu noktadan sonra yaşanan olayları bize aktarır.


Hikaye hususunda fazla detaya girmeyeceğim çakma görünümlü ama toplama parçaların yarattığı muhteşem sinerji ile uzayı kat eden gemide bir şekilde bir araya gelmiş dokuz kişinin başlarına gelenler gayet eğlenceli ve hatta yer yer çocukluğumun Red Kit’ine benzer tatlarda anlatılıyor. Birçok konu klasik bir western. Hatta uzay gemilerinin yanında atlar, vahşi batı kasabalarını bilim kurgu dokunuşları ile görmek mümkün. İzlemesi son derece zevkli bir seri. Ardı ardına sıkılmadan bölümleri izledim.


Beni kulağımda bir türlü bitirmeye kıyamadığım Freelancer’ın “Freelancer Alfa 1 Dash 1” nidaları hülyalara daldıran, Nebula ve Hugo ödüllü bu diziyi edinin, seyredin.

Perşembe, Ekim 16, 2008

Suri'nin Yağmurları

Yazan: Eralp Tezcan

Yağmur yağıyordu. Suri denen gezegenin yüzeyinde yağmur bitmek tükenmek bilmeden yağıyordu.

Kaskına çarpıyor, her damla çarptığı yere sümük gibi yapışıyordu. Aşağıda gördüklerinden sonra onları kaskından temizlemek için durmaya niyeti yoktu. Attığı her adım daha yukarı bastığı sürece arkasına bile bakmadan yokuş yukarı yaptığı bu yarışı sürdürecekti. Zaten bu yağmurda baksa da bir şey göremezdi.

Önünü görme ihtiyacı peşindekilerin ona yetişecekleri ve geldiklerini göremeyeceği korkusuyla da birleşince geldiği ilk uygun yerde durdu. Kaskını yeşil sarı sümüklerden temizledi. Arkasına baktı. Peşinden gelen yoktu. Yeniden yukarı koşmaya başladı.

Nefesi daralınca durdu. Arkasında kimseyi görmeyince kendine çevreye farklı bir gözle bakma izni verdi. Alabildiğine gri kayalık bir yamaçtaydı. Ufku aradı ama kül rengi bulutlarla yerin kesiştiği çizgiyi göremedi. Bulutlar tuhaf, yapış yapış yüklerini bıkıp usanmadan bu taş yüzeye bırakıyorlardı.

Sümük yağmuru taşlara yapışmıyor, aralarından sızıp iniyordu. Damlaların kayaların arasından sperm gibi kayıp gitmelerine tiksinerek baktı. Neden hayret ediyordu ki? Giysisinde en ufak bir delik bulsalardı bu ucube sağanak onu da dölleyecekti. Davul gibi şişecek, o kabusun her anını tüm acısı ve iğrençliğiyle yaşayacaktı.

Gözünün önüne ekip şefi geldi. Öğürdü, bir miktar safra ağzına geldi. Geri yutmaya çalıştı ama başaramadı ve ağzındakileri kaskın içine bıraktı. Dışarıda sümük içerde kusmuk ağlamaklı oldu ve tekrar yukarı koşmaya başladı.

Gezegenin jeolojik haritasını yörüngeden çıkardıktan sonra bir süre de bu bir türlü dinmek bilmeyen yağmuru incelemeye almışlardı. Bir kaç kilometre kalınlığındaki yoğun bulutlar yörüngede bulundukları süre boyunca hiç açılmamışlardı ve yağmur sürekli yağmıştı. Bulutları ve yağmuru incelediklerinde, damlaların organik olabileceklerine dair bulgular elde etmişlerdi. İnsanoğlunun uzayda geçirdiği bunca zamandan sonra ilk kez yeni bir canlı keşfediliyor olacaktı. Heyecanlanan araştırmacılar yüzeye bir ekip gönderip örnek almaya karar vermişlerdi.

Ancak iniş sırasında mekik kaza geçirmişti. Kazada giysisi yırtılan ekip şefi yağmurun altına çıkar çıkmaz şişmeye başlamıştı. İçten içe çürüyor çürüdükçe şişiyor gibiydi. Hiçbir şey yapamamış öylece bakakalmışlardı. Bir de sanki çürümenin leş kokusu bu koyu yağmurun altında bile keskinliğini korumuş gibi o yaratıklar çıkagelmişlerdi. Hiçbirini umursamadan ekip şefini yemeğe koyulmuşlardı. Bunu görünce donup kalmadan kaçmayı akıl eden bir tek kendisiydi. Ekibin kalan iki üyesinin nasıl şiştiklerini ve ucubelere yem olduklarını görmemişti.

Yüzeye inmeden önce Kaptan onlara bir kaza olduğu ve haberleşemedikleri durumda iki saat sonra onlara bir kurtarma mekiği göndereceğini söylemiş ve koordinatları bildirmişti. Tırmandığı yamacın tepesine vardığında Kaptanın sözleştikleri gibi bir mekiği onları alması için yörüngeden gönderdiğini gördü. Sevineceğini sandı ama düştüğü dehşet onu bir iğneli fıçı gibi sarmıştı. Ne yapsa ne etse silkinemiyordu.

Arkasına baktı. Gördükleriyle omuriliği titredi. Geliyorlardı. Onu da istiyorlardı. Bütün ekibi bu yağan iğrenç sümük altında dölleyip şişirdikleri, üstüne de posalarını yedikleri yetmezmiş gibi bir de onun peşindeydiler. Mekiğin pilotuna motorları çalıştırmasını haykırarak koşmaya başladı. Telsizinin bozulduğundan haberi yoktu.

Mekiğe vardığında kapıyı açtı. İçeride onu şişmiş bir pilotla, pilotun bacaklarını afiyetle kemiren üç iblis bekliyordu. Acı sonunu kabullenir gibi olduğu bir an, iblis kelimesini evrenin özgün bir varlığı için kullanmanın bir bilim adamına yakışmadığını düşündü. Yaratılışın özünde var olup ancak binyıllarla yontularak geriye itilen ilkel bir sezginin yüzeye vurması gibiydi.

İblisler pörtlek gözlerini açmış, köpek ağzına benzeyen ağızlarından salya, kan ve et parçaları sarkarken ona doğru davrandılar. Dehşetin elleri boğazına, kollarına yapıştılar. Bilinmeyen gezegenlerin ağır şartlarına dayansın diye yapılmış giysisini diş ve tırnaklarıyla şehvetle paraladılar.

Onu mekiğin kapısından dışarı itmeye çalışan iblislerin onunla konuştuklarını, kulağına bir kaç kelime fısıldadıklarını sandı. Son yolculuğuna uğurlanan birinin duyması gereken giderayak inanç pekiştirici, huzur verici sözler değillerdi. Azapla fısıldıyorlardı, "Cthulhu ftagn".

Gırtlağını söken çığlığı Suri'nin şaplayan yağmurunda onunla birlikte sonsuza dek silindi.

Perşembe, Ekim 09, 2008

Bilim Kurgu ve Kadın

Yazan: Çok Düşünen Kadın

Bir zamanlar tanrıça seviyesine yükseltilecek kadar kutsal statüsünü1 erkek-egemen sistem içinde yitirmiş olan kadının, yaratıcı alanda “eşitlikçi tanrıça” farklılığını göstermesi kaçınılmazdır. Bu nedenle anaerkil yapının uzun zaman önce yeryüzünden silinmiş izlerini kadın yazarların ütopyalarında, distopyalarında, bilimkurgularında ya da masallarında bulmak mümkündür. Bu kadın yazarlara örnek olarak Ursula Le Guin, Marge Piercy ve Angela Carter’ı sayabiliriz. Le Guin daha ziyade işin bilimkurgu kısmıyla haşır neşirken, Piercy ve Carter’da fantezi boyutu ağır basmaktadır. Bunun nedeni Piercy ve özellikle Carter’ın daha sembolik ve daha ironik bir anlatımı tercih etmeleri olabilir. Hangi kategoriye girerse girsin, bu üç yazarın eserlerinde bir ortak nokta mevcuttur: hiyerarşik düzene temel olan zıt ikiliklerin yok edilmesiyle, var olan sistemin yapı bozuma uğratılması.

LeGuin Mülksüzler’deki biseksüellik konusunu Karanlığın Sol Eli’nde bir adım -hatta birkaç adım- öteye götürerek biseksüel karakterlerini cinsiyetsizleştirmiştir. Kadının yumurtlama döngüsüyle paralellik gösterir bir biçimde Kış gezegeni sakinleri ayda bir kez erkek ya da kadın cinsine dönüşüp çiftleşmektedir. Enteresan olan, ayın yirmi küsur gününü cinsiyetsiz olarak yaşayan bu insanların toplumun bütün yapılarını çiftleşme dönemlerini esas alarak oluşturmalarıdır. İçinde yaşadığımız “gerçek” dünya ile kıyaslayacak olursak: bizler bütün kurallarımızı ve toplumsal yapılarımızı cinselliğin bastırılması üzerine kurduğumuz halde tecavüz, şiddet, cinsel taciz olaylarının ardı arkası kesilmezken; elin Gethen’lisi bütün hayatını birkaç günlük cinsellik üzerine kurduğu halde dünyasında ne tecavüz, ne savaş ne de bunları ifade etmeye yarayacak kelimeler vardır. Kavramın kendisi var olmazken kelimesine de ihtiyaç duyulmamaktadır. Başka bir dünyadan Gethen’lileri ziyaret eden Genly Ai tıpkı okur gibi içine doğduğu –daha ziyade zıtlıklardan oluşan- değerleri unutup, bu yeni gezegendeki “bir”liğin anlamını keşfetmektedir. Gethen’de hiçbir şey bizdeki gibi zıt ikiliklerden –kadın/erkek, iyi/kötü, siyah/beyaz- oluşmaz. Herşey içiçe geçmiştir. Tıpkı yin-yang gibi. Bu nedenle karanlığın sol eli aydınlıkken, aydınlığın sağ eli de karanlıktır. LeGuin bu şekilde ataerkil sistemin hiyerarşik düzenine olanak veren zıtlıkları ortadan kaldırırken, anlatımında da farklı sesler kullanarak çoğulluğa vurgu yapar. Kitapta öne çıkacak bir baş kahraman, tek bir anlatıcı, bir lider yoktur. Genly ne kadar önemli bir karakterse Estraven de o kadar önemlidir. Onların günlükleri ve raporları okuru ne kadar bilgilendiriyorsa, farklı anlatıcılar tarafından aktarılan mitler, öyküler ve efsaneler de o kadar bilgilendirmektedir.

Piercy ise Zamanın Kıyısındaki Kadın’da şizofren Connie karakterini zamanda yolculuk yapan Luciente ile tanıştırarak, onu Luciente’nin biseksüel, mülksüz ve çoğulcu dünyasına taşır. Yakınlarının kısaca Connie dediği Consuelo Camacho Alvarez Ramos, uzun isminden de anlaşılabileceği gibi, hayatı erkekler tarafından yönetilmekte olan Meksika kökenli bir Amerikan kadınıdır. Tüm hayatı evlenip çocuk bakmaktan ibaret olan annesini örnek aldığından başarılı bir kadın olabilmek için evlenmesi gerektiğine kanaat getirir. Ancak ilk evliliğinden bir tecavüz, birkaç yara bere ve bir kız çocuğuyla kurtulduktan sonra sadece çok sevdiği ikinci kocasını değil, rahmini ve kızını da kaybeder; rahmini “başarılı” sağlık sistemi elinden alır, kızını ise sosyal hizmetler. Romanın başında evinde kendi halinde oturmakta olan Connie bir tekme de kuzeninin kadın satıcısı sevgilisinden yer ve hastanelik olur. Kadın satıcısının yersiz suçlamaları sonucu akıl hastanesine kaldırılır ve daha önce aynı şeyi yapmış olan öz abisi de sonsuza dek orada kalabilmesi için elinden geleni ardına koymaz. Oysa Connie’nin tek isteği kuzenini fahişelikten, karnındaki bebeği kürtajdan kurtarmak ve hep beraber erkeksiz, mutlu bir aile olarak yaşamaktır. Hastaneye hapsedilmeden önce Connie gelecekten geldiğini iddia eden bir şahıs tarafından birkaç kez ziyaret edilir. Feleği şaşan Connie önce güvenmez bu ne idüğü belirsiz adama ama yine de erkek olduğu için boyun eğer. Hastanedeyken de bu adamın Connie’yi kısa süreler için kendi geleceğine götürmesi fikri hoşuna gider. İlk zaman yolculuğunu yapacakken anlar bu şahsın aslında kadın olduğunu. Luciente denen ve ismine uygun biçimde Connie’nin ışığı haline gelen bu kadının toplumu, Connie’nin ataerkil toplumunun tam zıttıdır. Her şey eşitliğe dayanır, heteroseksüellik norm değildir, her bireyin sadece kendine ait ve kimseyle paylaşmadığı bir yaşam alanı vardır. Evlilik diye bir şey yoktur. İnsanların tamamen kendi doğalarına uygun, toplumsal baskıların tamamından kurtulmuş bir vaziyette yaşadıkları bu toplumda tam bir eşitlik sağlayabilmek adına kadınlar da çocuk doğurma güçlerinden vazgeçmişlerdir. Bu nedenle yapay bir rahim geliştirilmiş ve bu yapay rahimde gelişen bebekler herkesin bebekleri olmuşlardır. Böylece hiç kimse bir bebeği tek başına sahiplenmez ve ölene dek ona tutunmaz. “Ortak anneler” denen en az iki kadın ve bir erkekten oluşan bir grup tarafından büyütülen bebek on iki yaş civarında özgür bir birey olabilmesi için azad edilir ve kendi ismini seçer. Connie hastanedeki gerçek dünya ile Luciente’nin dünyası arasında gidip gelirken her iki toplumu pek çok açıdan karşılaştırma fırsatı bulur ve o zamana dek sorgusuz sualsiz kanıksamış olduğunu fark ettiği kendi dünyası ile ilgili gerçekler hiç de hoşuna gitmez. Maksat okurun da aynı farkındalığa erişmesidir.

Carter’da olaylar biraz daha Frankenstein kıvamındadır, zira Yeni Havva’nın Çilesi’nde2 Anne’nin kızları tarafından kaçırılan baş karakter, kendi rızası dışında bir cinsiyet değiştirme operasyonuyla “zihni erkek, bedeni kadın” bir yaratığa döner. Geriye dönük anlatımıyla okura öyküsünü aktaran Evelyn erkek olduğu zamanlar nasıl bir şovenist olduğunu, kadınları nasıl aşağılayıp onları sadece kendi egosu ve cinsel tatmini için kullandığını anlatarak başlar. Ancak son kurbanı Leilah (ki sonradan gerçek adının Lilith olduğunu öğreniriz) kendisinden hamile kalıp Evelyn’in ısrarıyla kürtaj olur ve ucuz bir muayenehanede geçirdiği bu kötü operasyon nedeniyle rahmini kaybeder. Bu kötü tecrübeden biraz ders alan Evelyn arınması gerektiğine karar verip kendini çöle atar. İşte Yeni Havva’nın macerası da bu sayede başlar zira Evelyn çölde kendi toplumunu kurmuş olan Anne’nin kadınları tarafından yakalanıp alıkonur. Anne erkek egemen sisteme karşıdır ve hayatını bu sistemi yıkmaya adamıştır. Lakin ilk bakışta feminist görünen bu anaerkil toplum da en az ataerkil sistem kadar baskıcı ve hiyerarşiktir. Anne’nin amacı Evelyn’in kıymetli “lyn”ini kesip onu Eve haline getirmektir. Kesim işleminden önce de Evelyn’e bir nevi tecavüz ederek boşalmasını sağlar ki Eve’e dönüştüğünde onu kendi spermiyle hamile bırakabilsin ve tüm dünyanın düzenini değiştirecek yeni peygamberi dünyaya getirsin. Hayranı olduğu Hollywood yıldızı Tristessa’yı aratmayacak kadar güzel bir kadına dönüştükten sonra Anne’nin elinden kaçmayı başaran Eve, doğal olarak bu yeni kadın haliyle önce bir erkeğin tecavüzüne uğrar. Zero (yani Sıfır) adlı bu tecavüzcü esir tuttuğu diğer yedi karısının arasına Eve’i de ekler. Ataerkil dünyada daha pek çok başka macera da yaşayan Eve böylece bir yandan erkek zihniyle olayları değerlendirirken, bir yandan da kadınlığa alışmaya ve bu düzende kadın olarak var olmaya çalışmaktadır. Okur Evelyn’in, bu hem erkek hem kadın ruhunu içinde bir arada barındırabilir hale gelinceye kadar ki süreçte deneyimlediklerine ve hissiyatına tanıklık eder. Yol üzerinde Carter’ın Greta Garbo’dan esinlenerek yarattığı Tristessa karakterinin de aslında biyolojik olarak bir erkek olduğunu öğrenir ve böylece bu çift başlılığında yalnız olmadığını anlayıp rahatlar. Carter da bu sayede bir miti daha tepetaklak etmiş olur.

Bu kaba tarife göre söz konusu üç roman da esas olarak toplumsal cinsiyet rollerini merkez almıştır. Peki bilimkurgu bu romanların neresine düşer?

Bu anlamda en iyi örnek tabii ki Karanlığın Sol Eli olacaktır. Leguin her zamanki gibi detaylara özen göstererek yeni dünyalar yaratmış ve kahramanlarından birini bu dünyalar arasında bir elçi olarak görevlendirmiştir. Genly Ai adlı elçi de tıpkı okur gibi Kış gezegeninin yabancısıdır ve okurla birlikte bu değişik gezegenin yolunu yordamını keşfe çıkar. Leguin zamanla, gezegenler arası yolculukla, yarattığı bu gezegenlerdeki fiziksel koşullarla ilgili gerçekleri mümkün olduğunca bilimsel verilere dayandırmaktadır. Bunun yanı sıra Kış gezegeni için yeni bir takvim ve bu takvim için yeni bir dil, Genly Ai ve yandaşları için uzay gemileri, ve Kış gezegeni ahalisi için bambaşka bir toplum düzeni yaratarak da kitabını zenginleştirmiştir.

Zamanın Kıyısındaki Kadın’da her şeyden önce bir zaman yolculuğu söz konusudur. Her ne kadar Connie’nin her şeyi kafasında yaratan bir şizofren olduğu ima edilse de okur kendi kararını verme konusunda özgürdür. Şahsi kanaatim Connie’nin Mattapoisett ziyaretlerinin birer zihin yolculuğu (mind travel) olduğu yönündedir kizaman yolculuğu tabir edilen deneyimden farkı fiziksel bedenin yer değiştirmiyor olmasıdır. Bir nevi astral seyahat olarak da düşünülebilir ve zaten deneyimin isminin ne olduğundan ziyade o ya da bu şekilde gidilen mekanda neler tecrübe edildiği önemlidir. Luciente gelecekte yaşadığını iddia etmektedir ve Connie bu gelecek toplumunda telepatik kediler, yapay rahimler, uçan makineler, arınıp dinlenme mekanı olarak hizmet veren (bizdeki adı tımarhane olan ama Mattapoisett’de daha ziyade spa gibi işleyen) evler, farklı sorunlara farklı çözümler, ilginç ritüeller ve yine dilde birçok farklılıkla karşılaşır. Tüm bunların amacı eşit ve zıtlıklara –dolayısıyla da hiyerarşiye- yer vermeyen bir sistem kurmaktır. Connie sistemin tıkır tıkır işlediğini görür. Luciente’nin yardımı olmaksızın kalkıştığı bir zihin yolculuğu denemesinde yanlışlıkla alternatif bir geleceğe gider. Gildina diye bir kadının yaşadığı apartman dairesinde bulur kendini. Günümüz toplumunda evli olduğunu düşüneceğimiz Gildina aslında bir nevi seks kölesidir ve onu hayatı boyunca yanında tutacak bir adam bulduğu için kendini çok şanslı saymaktadır. Bedeni erkeğinin arzuları doğrultusunda estetik operasyonlarla yeniden biçimlendirildiğinden orantısız, biçimsiz ve hatta iğrençtir. Evden dışarı çıkması yasaktır ve evdeki her şey elektronik bir takım mekanizmalarla işlemektedir. Kendini sıradan bir apartman dairesinde sanan Connie çok geçmeden bu binaların yerin kat kat altına ve göğün kat kat üstüne kadar uzandıklarını öğrenecek ve dehşete düşecektir. Gildina’nın efendisi ortaya çıktığında ise bunun yalnızca bir zihin yolculuğu olduğuna şükreder. Anlatılmak istenen Mattapoisett gibi ütopik bir toplumun alternatiflerdensadece biri olduğudur. Yani gelecek şu an aldığımız kararlara ve attığımız adımlara bağlı olarak değişebilecektir.

Carter’ın fantezi ağırlıklı romanında bilim Anne’nin tekelindedir. Kendisi bir bilim kadını olan Anne öncelikle kendi bedeni üzerinde çalışmış ve cemaatindeki kadınların her birinin bağışladığı birer göğsü kullanarak kendine dev göğüsler yapmış, defalarca operasyon geçirerek dev bir yaratığa dönüşmüştür. Girişinde toplumlarının simgesi olarak kırılıp ikiye bölünmüş bir erkek cinsel organı olan merkez üssünde Anne çeşitli deneyler yapmaktadır. Çölde kıstırılan Evelyn de bir uzay üssünü ya da Hollywood filmlerindeki yer altı karargahlarını andıran bu yere getirilir. Anne yıllar içinde geliştirip ustalık kazandığı yöntemleri bu kez Evelyn üzerinde dener ve bir erkeği kusursuz bir kadına dönüştürmede son derece başarılı olur. Öyle ki son operasyondan sonra aynaya bakmasına izin verilen Eve/lyn bile kendi görüntüsünden tahrik olur. Ancak Anne’nin devrim gerçekleştirmek için yapacakları bununla sınırlı değildir. Eve’in sadece görünüşte kadın olması yeterli olmayacaktır. Bu nedenle operasyonun ardından beyin yıkama işlemleri başlar. Yattığı hücrede hiç susmayan bir hoparlörden Eve’e ataerkil sistem karşıtı sözler fısıldanır. Ayrıca video ve slayt seansları ile Eve dünyanın çeşitli bölgelerinde kadınlara uygulanan şiddet, vahşet ve baskılar konusunda bilgilendirilir. Bu seanslarda ayrıca Eve’i anneliğe de teşvik edecek, onun iç güdülerini uyandırmaya yönelik gösterimler vardır. Carter Anne’ye erkeğin organını kesip ona bir vajina açmanın yanı sıra hiç yoktan rahim yaratma gücü de vermiştir. Ancak bütün ileri teknolojilerine rağmen Eve –kadınlık konusunda haddinden fazla bilinçlenmiş olarak- Anne’nin elinden kaçmayı başarır. Böylece içinde zaten hep var olmuş olan kadını bulacağı yolculuğuna çıkar. Romandaki çeşitli göndermeler –chimera, simya, prima materia vb.- Eve/lyn’in kaos ortamında vücuda gelmiş bir hermafrodit olduğu mesajını vermektedir. Romanın sonunda üçüncü kez dünyaya gelen Eve/lyn artık hem zihninde hem de bedeninde dişiyi ve erkeği, yin’i ve yang’ı birleştirmeyi başarmış, okurun da deneyimlemesi beklenen uyanışı yaşamıştır.

Sonuç olarak bu üç yaratıcı kadın, gerek bilimkurgu gerekse fantezi öğelerini kullanarak eşitlikçi bir dünyanın ancak kadını ezip erkeğe hak etmediği bir üstünlük veren toplumsal cinsiyet rollerinden arındırılmasıyla mümkün olabileceğini göstermektedirler. Freud’un bile kabul ettiği gibi her bir bireyin doğuştan (ruhsal anlamda) ikicinsli olduğu, dolayısıyla biyolojik olarak değil ama psikolojik olarak her erkeğin ve her kadının hem erkek hem de kadın olduğu bir dünyada bu ikisi arasında bir hiyerarşi olması son derece anlamsız ve yanlıştır. İçimize işlemiş olan “erkek adam” ve “hanım kadın” rollerinden sıyrılıp, homofobiyi bir kenara bırakıp, hepimizin kendi başımıza özgür ve tastamam birer insan olduğumuzu; ruh eşi diye bir şey olmadığını; öteki diye bir şey olmasına gerek olmadığını zira ötekinin zaten kendi içimizde olduğunu kavramanın vakti gelmiştir. İşte bu üç roman bunun neden ve nasıl yapılabileceğini anlatır.

1
Bu konuda ayrıntılı bilgi için Pervin Erbil’in Pandora’dan Kibele’ye: Kadının Tarihsel Yenilgisi adlı kitaba başvurulabilir.

2
Eserin orijinal adı The Passion of New Eve ancak maalesef şimdiye dek Türkçeye çeviren olmadı.

Salı, Ekim 07, 2008

Yenilikler

Herkese merhaba...

Gordugunuz uzere isimlerde azcik degisiklik yaptik.

Eskiden Podcast icin kullandigimiz Hitit Gunesi adresi artik buraya yonleniyor. Podcast ise podcast.hititgunesi.org adresinde durmakta devam ediyor. Podcast'in RSS linki degismedi: http://hititgunesi.libsyn.com/rss.

Bunun disinda bize hititgunesi@hititgunesi.org adresinden ulasabilirsiniz. Ayrica duzenli katkida bulunan insanlara da ulasmak icin e-mail adreslerimiz olacak. Mesela bendeniz m1fcj@hititgunesi.org adresindeyim Nijeryali dostlarimin teklifleri icin.

Bunun disinda baska ilginc fikirlerimiz olacak gibi. Burayi izlemeye devam ediniz...

Perşembe, Ekim 02, 2008

BAĞDAT

Yazan: Hakan Köseoğlu


Bağdat - 29 Eylül 2008 - Sünni bir mahallenin pazar meydanı...


Saat sabah on otuz. Pazar meydanı yeni açılmış. Marullar taptaze, parlak bir yeşil. Domatesler olağanüstü güzel kırmızılıkta, limonlar ıslak ve sapsarı. Güzel bir sonbahar sabahı. Erkenden tazeleri kapmaya kararlı ev hanımları arkalarında sürükledikleri pazar arabalarıyla daha ucuzca tezgâhlari aramakla mesgul. Henüz daha erken oldugundan ve önlerinde daha uzun bir gün olduğundan, satıcıların o kadar da sesleri çıkmıyor, ancak komşu tezgâhların birisine başörtülü bir teyze yaklaşınca "abla bunlar daha hoş, taze, gel gel, domateslere bak, kıpkırmızı" diye bağırmaktan kendilerini alamıyorlar. Pazar meydanının etrafında ve içinde ellerinde AK-47leriyle dolasan genç askerlerin canı şimdiden bezmiş, ancak gözleri sürekli sağda solda laf atacakları bir genç kız aramakta. Ancak çoğunluk ya ufak veletler veya kartlamış yaşlı kadınlar - en azından onların gözünde.


Aniden bir gürültü. Kocaman bir kamyon üzerindeki karpuzları etrafa saça saça pazar meydanına dalar tam gaz. Salatalıklar, elmalar, armutlar, kavunlar, karpuzlar ve niceleri, içleri dolu veya boş tahta kasalar - her tarafa fırlar. Daha onsekizini yeni geçmiş genç askerler ürküp kaçmaya başlarken, 38 yaşında, Saddam'ın yıllarını hevesle anan çavuş Hüsamettin elindeki keleşi kamyona doğrultacak gücü ve sakinliği bulur ve tüfek takırdamaya başlar. Mermilerin büyük kısmı kamyonu ıskalar ancak birkaç tanesi kamyonun camına isabet eder.

Kamyonun camı aniden beyaz bir ağ parçası gibi çatlar, yavaş yavaş parçalara ayrılır mermiler arka arkaya vurdukça. Kamyonun direksiyonundaki Sıddık'ın ağzinda bir sözcük belirir; "Eşhedü en la..."


Ve aniden kamyon kırmızı bir alev bulutu içerisinde havaya uçar. Taşıdığı kasaların altındaki bomba tutuşur, etrafındaki çivi ve bilye parçalarını acımasızca etrafa salar. Kamyonun taşıdığı kasalar bin parçaya ayrılır ve çevredekilerin vücutlarını parçalar.


Patlamanının şok dalgası pazar meydanının bir ucundan diğer ucuna butun şemsiyeleri yırtar atar. Korkunç gürültüden kimse bir şey duyamaz olur. Uzaktan insanlar meydana doğru koşmaya başlar. Kardeşleri, bacıları, anaları, babaları meydanın içerisindeki korkunç ateş bulutu içerisindedir ne de olsa.


Ancak aradan birkaç dakika geçtikten sonra çığlıklar, ağlayan insanlar duyulur olur.


Tahmini ölü sayısı otuz. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölülerin de hepsi bulunabilmis degil. Yakınlarınca yığın içerisinden çıkartılıp, bir taksinin arkasına atıldıktan sonra hastaneye giderken hayatını kaybedenlerin sayısı her zamanki gibi muallakta.


İşgal altındaki Bağdat'ta normal bir sabah böyle başlar.


Bağdat Merkez Hastahanesi Morgu 14:30...


Son üç saattir ceset üstüne ceset geliyordu. Sabahki bombalamanın etkileri hâlâ devam ediyor, çeşitli mahallelerde birbirlerini kurşunlayan Şiilerin ve Sünnilerin cesetleri de yığıldıkça yığılıyordu. Vurulanların büyük kısmını sokakta öldürüldükleri yerde kalırken, bazı cesur insanlar daha sonra kendilerine olacakları düşünmeden yakınlarının bedenlerini alıp, daha sonra cenaze namazını kılıp gömebilmek için, morga taşıyorlardı. Savaş başladığından beri yüzbinlerce Iraklı bir şekilde ölmüş, cesetlerin büyük kısmı Bağdat morgundan geçmişti.


Doktor Hikmet, önüne son gelen cesede baktı: "Ulan eşşolueşşek, bu herif bizim degil, yabancı lan bu, ne buraya getirdiniz bu adamı, alın geri götürün. Yok yok, birinci şubedeki Amerikalılara verin, bokun soyu herifler kendi cesetlerine kendileri baksınlar!" Ellerini tuttuğu kanlı bezle silip, bir sonraki cesedin üstünü bir kimlik bulabilmek için aramaya basladi.


Bağdat Hava Alanı Amerikan Üssü Morgu, 18:30...


Er Jon Jones ambulanstaki torbalı cesetlere baktı. Son zamanlarda normal bir günde sadece iki-üç kişi ölüyordu, ancak bu gün hayli hareketli bir gündü. Güya Ramazan'ı kutluyordu müslümanlar ama Jon'a göre hepisinin yolu cehennemdi. Göğsünün üzerindeki haç kolyesine elini koyayarak "Dinsiz köpekler" diye mırıldandı ve cesetleri birer birer arabalara koyarak morga taşımaya başladı. Cesetlerden birisinde künye yoktu.


"Teğmenim, burda kimliksiz bi tane var, n'apıyım?"


Masasında, önünde bir elektrikli fan ile oturan Teğmen Clive, bütün bıkkınlığıyla "Ayır bi kenara, diğerleriyle işi bitince doktorlar ona bakarlar artık. Bu gün yoğun bir gün olacak" diye cevap verdi.


Jon ceset torbasına kimliksiz olduğunu belirten "John Doe" etiketini bağlayarak morgun en kenar köşesine cesedi attı ve arkasına bakmadan kalan cesetleri ambulanstan indirmeye devam etmek için yollandı.


Bağdat Merkez Hastahanesi 1 Ekim Morgu 02:45...


Doktor Yüzbaşı Stephen Suskin'e cesetlerden illallah gelmişti. Bombalamadan beri şehirde şiddet patlamış, dini bayram bilmeden birbirlerine girmişti Şiiler ve Sünniler. Amerikalı ve Iraklı askerler düzen sağlamak için çeşitli noktaları kontrole kalkışmış ve ağır kayıplar vermeye başlamışlardı. İki gündür ceset üstüne ceset morga gelmektekteydi. Çoğunluğu ciddi travmalar sayesinde hayatını kaybetmiş, on sekiz-yirmi yaşlarında çocuklar. Stephen'in burada yeni olduğundan morg bekçiliği görevi ona düşmüştü. Irak'a birden fazla defa tayin olan doktorlara morg çok karamsar geldiğinden, yeni gelenlere yaşamın gerçeklerini tanitmak icin onları morga atamak, savasin uzun surecegi belli oldugundan beri bir gelenek olmustu.


Haliyle Stephen'ın bıkkınlığı ve depresyonu anlaşılır bir durumdu. Neredeyse 15 saat önce başlayan nöbeti ile 19. cesedi karşısındaydı. Artık alışkanlığa vurmuş hareketlerle yeni cesedi torbasindan çıkartıp tezgahın önüne koydu ve otopsi kayıtlarının tutulduğu teybin kayıt düğmesine bastı.


"1 Ekim 2008, 02:55. Kimligi belirsiz John Doe. Notlara gore 29 Eylül Bağdat bombalamasında hayatını kaybetmiş. Ceset beyaz. Sarı saçlar, mavi gözler, açık renk ten. Vücut ağır travma geçirmiş. Sol kolu omzundan kopmus. Tahmini ölüm sebebi kan kaybı ve şok. Vücudun geri kalanında çeşitli şarapnel izleri var. Göğüs kafesinin sol tarafına üç ayrı şarapnel girmiş. Bacaklarında çeşitli morarmalar ve ezikler mevcut, muhtemelen sert bir objeye çarpmış. Sağ dizin hemen altında tam bir kırık var."


"Şimdi otopsiye başlıyorum. Göğüs kafesini açıyorum."


Stephen eline testere alıp göğüs kafesini T şeklinde kesti ve elleriyle göğüs kafesini açtı.


"Şarapnel parçalarının üçü de akciğerini sol taraftan delmis durumda. Kalp civarında kanama söz konusu. Şimdi sağ akciğeri inceliyorum".


Stephen birden bire durup sağdaki organı eliyle yokladı.


"Bir gariplik var, akciğerin olması gereken yerde kırmızı bir organ var. Bronşlar sağ tarafa gitmiyor. Bu organın altında küçük yuvarlak baloncuklardan oluşan başka bir organ var".


Cesedi sağ kolundan tutarak yan çevirdi ve sırtına dikkatlice baktı.


"Sırtında bir takım çizgiler söz konusu. Elimle yoklayınca solungaç gibi duruyor ama mümkün değil böyle bir şeyin olması. Bir genetik anomali olsa gerek. Bombalama sırasında bunların açılmış olma ihtimali çok düşük."


Eline, otopsileri kanıtlamak için kullanılan dijital kamerayı alarak yarıkların bir kaç fotoğrafını çekti.


"Otopsiye devam ediyorum, karın bölgesini incelemeye geçiyorum. Mide ve bağırsaklar sağlıklı gözüküyor ancak..."


Şaşkınlık.


"Ancak mide iki parçadan oluşmuş gibi. Safra kesesi ve apandisiti bulamıyorum. Apandisitin alındığına dair bir ameliyat izi vücutta gözükmüyor. Pankreası da bulamıyorum. Sanki birisi bu adamın iç organlarını ordan oraya oynatmış. Pankreasa benzer bir organ buldum ama karaciğerin altına saklanmış. Böbreklerin boyutları hayli küçük, birkaç santim uzunluğundalar."


Er Jon gece nöbetlerinden nefret ediyordu. Cesetlerle uğraşmak zor olsa da geceleri morgda bulunmak daha da zoruna gidiyordu. Mümkün olduğunca zamanını küçük bir odada etrafındaki ölülerin ruhları için dua ederek geçirsede, en azından arada bir doktorlara gözükmenin uzun vadede yaşamı icin daha yararlı olduğunun farkında olduğundan incilini kapatarak diz çöktüğü yerden kalktı ve morgda dolaşmaya başladı. Otopsi odasındaki ısığın hâlâ açık olması doktorlardan birinin hâlâ calıştığını gösteriyordu.


Aylardır morgda çalışmasına rağmen halen ölülerden rahatsız olduğu halde otopsi izlemek ilginç bir haz veriyordu. Bir cesedin ruhsuz bir et parçası oldugunun en güzel kanıtıydı otopsiler. Hiç bir saf ruh bu haldeki bir cesette durmaz, direk cennetin kapılarına giderdi. Saf olmayanlar ve çevrede kalmayı tercih eden ruhlar için ise otopsi güzel bir cezaydı. Sessizce otopsi odasının kapısını açarak içeri girdi.


Stephen olduğu yerde korkudan zıpladı ve gözleri faltaşı gibi açık Jon'a baktı. Otopsi yaptığı ceset önünde her tarafı açılmış duruyordu. Jon yüzbaşıyı bu kadar korkutacağını hiç düşünmemişti.


"Yüzbaşım? Bir şeye ihtiyacınız var mı?"


Stephen başını sallayarak Jon'a "Gel gel," yaptı ve anlatmaya başladı:


"Bu adamın vücudu saçmasapan bir şey. Gözleri mavi ama dikkatlice bakarsan altında bir göz kapağı daha var. Beyni korkunç bir şekilde karışık, girintiler çıkıntılar, ayrıca kalan her şey çok düzenli, damarlar çok güzel bir şekilde düzenlenmiş gibi. Gözlerinden birisini kesip mikroskop altında göz ağına baktım, bulamadım. Normal insanlarda göz damarları on taraftadır, bu adamda ise arka tarafta. Ayrıca çok daha fazla duyargası var. Vücudunun kalanı da..."


Stephhen bulduklarını bir bir Jon'a anlatmaya başladı.


Jon yüzbaşının dediklerini dinledikçe korkusu gittikçe arttı. Karşısındaki bir insan değildi. Bir canavar, yok hayir, bir şeytan! Bir iblis!


"Yüzbaşım, ne yapacaksınız bu cesedi?"


"Kime soylesek inanmazlar, genetik arıza derler, bozukluk derler. İnanılmaz bir şey."


"Yüzbaşım, siz gidin biraz dinlenin. Çok yorgun olduğunuz belli. Siz biraz içerdeki odaya geçip uyuyun, ben burayı toplar temizlerim."


Şok geçirmekte olan Stephen hiç itiraz edemedi. Yavaş yavaş nöbetçi doktor odasına yürüyerek kendisini yatağa atar atmaz derin bir uykuya daldı.


Jon operasyon masasına dogru yürürken içinden geçirdi: "İblisin evladı."


Birkaç saat sonra bir avuç dolar el değiştirdi ve büyükçe bir torba bir taksinin arkasına atıldı.


Sabahın ilk ışıkları doğarken dokuz yüz ikinci yüzyıldan gelen yolcunun zavallı cesedi Fırat'ın kirli sularına bacağına sarılmış zincirin ağırlığıyla gömüldü. Babil'i incelemek isteyen bir araştırmacı birkac bin yıllık bir hata yüzünden pisi pisine böyle gitti.