Baharda kayıkla karşıya yapılan keyifli yolculuktan sonra Beykoz'u ziyaret etmek gibisi yoktur. Etrafı asırlık çınar ve ıhlamur ağaçları ile bezeli dere boyu Hakk’ın Âdem soyuna bahşettiği bir niyazdır. Sair günlerde ulemadan saraya kadar şehrin bütün ileri gelenleri bu nezih ve müstesna sayfiye yerine akın ederler. Çayı, sağında solunda irili ufaklı kahvehanelerle, üzerinden aşan ahşap köprülerle ve salınan sayısız kayık ile adeta Şehr-i Hümayun işgal etmiştir. Nacizane kulunuz Akça Bekir Efendi de, fırsat buldukça bu mahalle gelir, yorgunluk atarım. Kah ulemadan dostlarımla, kah saraydan devletlu büyüklerimiz ile çaya nazır hoşbeş etmenin, acı kahve yanında nargile fokurdatmanın keyfine diyecek yoktur.
Belki Sarayda kısa vakit için de olsa Nişancılık vazifesi ile onurlandırıldığımdan, belki de bir dönem Kudretlu Padişahımıza nice diyardan havadisler fısıldama onuruna nail olduğumdan dere boyunun misafirleri ve ahalisi, sağ olsunlar bu ihtiyara pek bir saygı gösterir pek bir ehemmiyet arz ederler. Velhasıl yaşımın vermiş olduğu tıfliyyetten olsa gerek bu ilginin pek bir hoşuma gittiğini söylemeliyim.
Yine baharın cennet bahçesinde özendiği günlerden bir gün Saltanatımıza nice değerli fertler yetiştirmiş namlı Tarhunzadelerden Gazi Ahmet Paşa ile sohbet ederdim. Ahmet Paşa uzun yıllar kelle koltuk Hünkârımıza hizmet ettikten sonra Şehr-i İstanbul’dan pek çok ekâbir ve yaşlı Enderun mensubunun ikamet ettiği Alaca Köyüne yerleşmiş ancak kendisi başlı başına ayrı bir hikaye olan talihsiz bir vaka sonucunda yaralanmış ve gerisin geriye Şehr-i İstanbul’a göç etmiştir. Gazi Ahmet Paşa ile tanışıklığım işte bu vakanın vukuu bulduğu günlere dayanır.
Çaya nazır bir kahvehanede Paşa ile sohbetimiz en civcivli yerinde iken kavakların gölgelediği yolda bir öküz arabası belirdi. Olabildiğince süslü öküzlerin çektikleri arabasının önünde yaşlıca bir arabacı yürüyordu. Arabanın peşi sıra ise süslü üniformaları ve atları ile Habeş çerileri geliyordu. Envai çeşit süsün sarktığı öküzlerin koşumlarında kehribar ve mavi işlemeler vardı. Kehribar sarısı, işlemeli atlas güneşliğin altında ailenin sübyanı ve onlardan sorumlu kalfaları sırtlarını her iki yandaki sedef kakmalı, usta işi işlemeler ile bezeli divanlara vermişlerdi. Kalfalar ve sübyan pür haşmet, etrafı mağrur ifadeler ile süzüyordu.
Bütün bu debdebenin ortasında dikkatimi yaşlı arabacı çekti. Yaşlı dedi isem yaşı anca bendeniz kadar vardı. Başındaki kırmızı fesin üzerinde beyaz sarma, mavi beyaz işlemeli dokumasının üzerine Tarhunzade ailesinin alâmetifarikalarından olan kehribar rengi yine işlemeli bir yelek giymişti. Altında ise çivit mavisi, yanları kehribar rengi işlemeler ile süslü bir çakşır ve çakşır ile bir örnek tozluklarla çizmeler giyiyordu. Adeta Tarhunzade Ailesinin ayaklı bir timsali gibiydi. Ancak bu yaşlı zat bütün bu gösteriş içerisinde garip bir tezat oluşturuyordu.
Paşa arabadakiler ile sohbet etmek için yanaşmıştı ki neden olduğu meçhul, öküzler ürküp huysuzlanıp, hareketlendiler. Öküzlerin kıpırdanması ile araba sarsılınca Ahmet Paşa sinirlendi. “İki öküze sahip çıkamıyorsun” ile başlayıp açtı ağzını yumdu gözünü. Paşa’nın laflarını duyunca arabacının mavi gözleri çakmak çakmak alevlendi ama sesini çıkartmadı. Yüzüne muzip bir ifade yerleşti.
Nedendir bilmem bir tanıdıklık vardı çehresinde ve hareketlerinde. Paşa kalfalarla konuşup, sübyanla şakalaşırken ben de arabacının yanına gittim. Beni görünce üstünü başını düzeltip beni selamladı. “Buyur beyim” derken yüzünde halen o muzip ifade vardı.
“Hayırlı günler, neredensin? Kimlerdensin?” diye sorunca gözlerindeki o ateş söndü, ifadesi ciddileşti.
“Arabacıyım. Celal demiş babam. Pek hatırlamam kendisini.” Sözlerine devam etmeden biraz süzdü beni.
“Anam da cevval demişti, halen de öyle çağırır konu komşu.” Alayla karışık eğildi.
O alaycı hallerini, muzip ifadesini görünce aklıma geldi, doğup büyüdüğüm mahalle olan Kağıthane’de mektepte bir Celal vardı. Arabacı gibi çakmak çakmak mavi gözleri, muzip bakışları vardı. Arabacı Celal’in anasının dediği gibi de pek bir cevval, pek bir yaramazdı. Yapmadığı numara, maskaralık yoktu. Ailesi fakirdi ama zeki olduğu için mahallesindeki eşraf bir araya gelip mektebe yazdırmıştı.
Zeki olduğu kadar efsuna da yatkındı. Daha o yaşlarda türlü keramet gösterir, ama her yaptığını şaklabanlığa vurur eğlendirirdi hepimizi. En çok da tabureleri, rahleleri yerinden oynatır, muallimlerin zor duruma düşmesine neden olurdu. Biz mektep sübyanında gülmekten karnına ağrılar girerdi.
Bütün bu haylazlıklarına rağmen derslerinin cümlesinde çok başarılı idi. Bu başarısı ile sübyandan başka mektepteki hocalara da sevdirmişti kendini. Herkes göz yumardı yaptıklarına.
Gösterdiği kerametler ve efsuna karşı yakınlığı iyice duyulunca mektepten Aksak Yusuf Hoca bir gün aldı Celal’i uzun uzun sorguya çekti. Kerametinden emin olmak için türlü sualler sordu. Yetmedi birkaç hafta muallimler her gün hem Celal’i çağırıp görüştüler hem de kendi aralarında tartışıp karar vermeye çalıştılar.
Ehli keramet olduğuna kanaat getirince Yusuf Hoca efsunhaneki tanıdıkları ile görüşüp, Celal’i görmeye gelmeleri hususunda ikna etti. Hatta bir hafta sonrası için de söz aldı. Celal’in başına devlet kuşu konacaktı. Alacağı maarifin yanı sıra uluğ Vakf-ı Efsun her türlü masrafını karşılayacaktı.
Ancak ne olduysa o meşum haftada oldu. Birkaç gün mektebe gelmeyince meraka düştük. Öğrendik ki Celal’in cebeci ocağı için arabacılık yapan babasının yeni dökülen topları taşırken devrilen devasa topun altında kalıp Hakk’a yürümüş. Dul anası geçimini sağlamak için mahalleden taşınıp, Celal’i mektepten almış. Hepimiz çok üzülmüştük. Celal’i o elim vakadan sonra bir daha görmek kısmet olmadı. Nice yiğidi telef eden Şehr-i İstanbul bir ocağı daha söndürmüştü.
Biraz düşününce Arabacı Cevval Celal’in Kâğıthane’den, mektep arkadaşım Celal olabileceği aklıma düştü. Aradan neredeyse asırlar geçmiş olmuş olsa da, hal ve davranışları benziyordu. O benden sıkılıp çay boyunu izlerken baştan aşağı şöyle bir süzdüm. Vallah da billâh da gözüm önünde mektepten Celal var gibiydi. Sonunda dayanamayıp sordum.
“Söyle bakalım Arabacı Celal Efendi, yoksa sen Kâğıthane’den misin ?”
Çay boyundaki kayıklara dalmışken sorumla irkildi. “Yok beyim. Fakir basit bir arabacıdır. Doğma büyüme Kasımpaşalıyım.” Gözlerini kısıp bana baktı. İfadesi derinleşti.
“Beyim hayırdır birine mi benzettin fakiri?”
Valla bunca devletlû, nice sadrazam, nice paşa görmüşümdür hiç birinin karşısında Arabacı Celal gibi kem küm etmemiştim. Bakışları karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Boğazımı temizleyip geçiştirdim.
“Kâğıthane’de hoş beş ettiğim zatlardan birine benzetmiş olsam gerek. Yaş iyiden iyiye ilerledi. Artık simalar birbirine karışmaya başladı. Olacak o kadar. Mazur göresin beni.”
“Nasıl dersen beyim. Yine de yaşında yoktur yaramazlık.” dedi. Bir an yüzündeki o muzip ifade gelir gibi olmuştu konuşurken.
Velev ki arabacı mektep arkadaşım Celal idi. Kendisi konuşmaya meyilli değildi. Bu yüzden lakırdıyı uzatmak istemedim. “Allah’a emanet ol” deyip nargilemin başına geçtim.
Yerime oturmuş, nargilemin keyfini çıkartmaya başlamışken, Gazi Ahmet Paşa arabayı uğurlayıp geldi. Keyifle yerine yerleşecekti ki taburesini ıskalayıp yere düştü. Gözlerimle görmesem taburesinin tam otururken kendiliğinden bir karış yana kaydığına inanmazdım. Tam Paşaya yardım ederken arabacı gözüme ilişti. Keyifle bir türkü tutturmuş, arabanın önünde yola düşmüştü. Mektep günlerimden zihnime kazınmış muzip ifade yüzüne yerleşmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder