Yazan: Hakan Köseoğlu
Bağdat - 29 Eylül 2008 - Sünni bir mahallenin pazar meydanı...
Saat sabah on otuz. Pazar meydanı yeni açılmış. Marullar taptaze, parlak bir yeşil. Domatesler olağanüstü güzel kırmızılıkta, limonlar ıslak ve sapsarı. Güzel bir sonbahar sabahı. Erkenden tazeleri kapmaya kararlı ev hanımları arkalarında sürükledikleri pazar arabalarıyla daha ucuzca tezgâhlari aramakla mesgul. Henüz daha erken oldugundan ve önlerinde daha uzun bir gün olduğundan, satıcıların o kadar da sesleri çıkmıyor, ancak komşu tezgâhların birisine başörtülü bir teyze yaklaşınca "abla bunlar daha hoş, taze, gel gel, domateslere bak, kıpkırmızı" diye bağırmaktan kendilerini alamıyorlar. Pazar meydanının etrafında ve içinde ellerinde AK-47leriyle dolasan genç askerlerin canı şimdiden bezmiş, ancak gözleri sürekli sağda solda laf atacakları bir genç kız aramakta. Ancak çoğunluk ya ufak veletler veya kartlamış yaşlı kadınlar - en azından onların gözünde.
Aniden bir gürültü. Kocaman bir kamyon üzerindeki karpuzları etrafa saça saça pazar meydanına dalar tam gaz. Salatalıklar, elmalar, armutlar, kavunlar, karpuzlar ve niceleri, içleri dolu veya boş tahta kasalar - her tarafa fırlar. Daha onsekizini yeni geçmiş genç askerler ürküp kaçmaya başlarken, 38 yaşında, Saddam'ın yıllarını hevesle anan çavuş Hüsamettin elindeki keleşi kamyona doğrultacak gücü ve sakinliği bulur ve tüfek takırdamaya başlar. Mermilerin büyük kısmı kamyonu ıskalar ancak birkaç tanesi kamyonun camına isabet eder.
Kamyonun camı aniden beyaz bir ağ parçası gibi çatlar, yavaş yavaş parçalara ayrılır mermiler arka arkaya vurdukça. Kamyonun direksiyonundaki Sıddık'ın ağzinda bir sözcük belirir; "Eşhedü en la..."
Ve aniden kamyon kırmızı bir alev bulutu içerisinde havaya uçar. Taşıdığı kasaların altındaki bomba tutuşur, etrafındaki çivi ve bilye parçalarını acımasızca etrafa salar. Kamyonun taşıdığı kasalar bin parçaya ayrılır ve çevredekilerin vücutlarını parçalar.
Patlamanının şok dalgası pazar meydanının bir ucundan diğer ucuna butun şemsiyeleri yırtar atar. Korkunç gürültüden kimse bir şey duyamaz olur. Uzaktan insanlar meydana doğru koşmaya başlar. Kardeşleri, bacıları, anaları, babaları meydanın içerisindeki korkunç ateş bulutu içerisindedir ne de olsa.
Ancak aradan birkaç dakika geçtikten sonra çığlıklar, ağlayan insanlar duyulur olur.
Tahmini ölü sayısı otuz. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölülerin de hepsi bulunabilmis degil. Yakınlarınca yığın içerisinden çıkartılıp, bir taksinin arkasına atıldıktan sonra hastaneye giderken hayatını kaybedenlerin sayısı her zamanki gibi muallakta.
İşgal altındaki Bağdat'ta normal bir sabah böyle başlar.
Bağdat Merkez Hastahanesi Morgu 14:30...
Son üç saattir ceset üstüne ceset geliyordu. Sabahki bombalamanın etkileri hâlâ devam ediyor, çeşitli mahallelerde birbirlerini kurşunlayan Şiilerin ve Sünnilerin cesetleri de yığıldıkça yığılıyordu. Vurulanların büyük kısmını sokakta öldürüldükleri yerde kalırken, bazı cesur insanlar daha sonra kendilerine olacakları düşünmeden yakınlarının bedenlerini alıp, daha sonra cenaze namazını kılıp gömebilmek için, morga taşıyorlardı. Savaş başladığından beri yüzbinlerce Iraklı bir şekilde ölmüş, cesetlerin büyük kısmı Bağdat morgundan geçmişti.
Doktor Hikmet, önüne son gelen cesede baktı: "Ulan eşşolueşşek, bu herif bizim degil, yabancı lan bu, ne buraya getirdiniz bu adamı, alın geri götürün. Yok yok, birinci şubedeki Amerikalılara verin, bokun soyu herifler kendi cesetlerine kendileri baksınlar!" Ellerini tuttuğu kanlı bezle silip, bir sonraki cesedin üstünü bir kimlik bulabilmek için aramaya basladi.
Bağdat Hava Alanı Amerikan Üssü Morgu, 18:30...
Er Jon Jones ambulanstaki torbalı cesetlere baktı. Son zamanlarda normal bir günde sadece iki-üç kişi ölüyordu, ancak bu gün hayli hareketli bir gündü. Güya Ramazan'ı kutluyordu müslümanlar ama Jon'a göre hepisinin yolu cehennemdi. Göğsünün üzerindeki haç kolyesine elini koyayarak "Dinsiz köpekler" diye mırıldandı ve cesetleri birer birer arabalara koyarak morga taşımaya başladı. Cesetlerden birisinde künye yoktu.
"Teğmenim, burda kimliksiz bi tane var, n'apıyım?"
Masasında, önünde bir elektrikli fan ile oturan Teğmen Clive, bütün bıkkınlığıyla "Ayır bi kenara, diğerleriyle işi bitince doktorlar ona bakarlar artık. Bu gün yoğun bir gün olacak" diye cevap verdi.
Jon ceset torbasına kimliksiz olduğunu belirten "John Doe" etiketini bağlayarak morgun en kenar köşesine cesedi attı ve arkasına bakmadan kalan cesetleri ambulanstan indirmeye devam etmek için yollandı.
Bağdat Merkez Hastahanesi 1 Ekim Morgu 02:45...
Doktor Yüzbaşı Stephen Suskin'e cesetlerden illallah gelmişti. Bombalamadan beri şehirde şiddet patlamış, dini bayram bilmeden birbirlerine girmişti Şiiler ve Sünniler. Amerikalı ve Iraklı askerler düzen sağlamak için çeşitli noktaları kontrole kalkışmış ve ağır kayıplar vermeye başlamışlardı. İki gündür ceset üstüne ceset morga gelmektekteydi. Çoğunluğu ciddi travmalar sayesinde hayatını kaybetmiş, on sekiz-yirmi yaşlarında çocuklar. Stephen'in burada yeni olduğundan morg bekçiliği görevi ona düşmüştü. Irak'a birden fazla defa tayin olan doktorlara morg çok karamsar geldiğinden, yeni gelenlere yaşamın gerçeklerini tanitmak icin onları morga atamak, savasin uzun surecegi belli oldugundan beri bir gelenek olmustu.
Haliyle Stephen'ın bıkkınlığı ve depresyonu anlaşılır bir durumdu. Neredeyse 15 saat önce başlayan nöbeti ile 19. cesedi karşısındaydı. Artık alışkanlığa vurmuş hareketlerle yeni cesedi torbasindan çıkartıp tezgahın önüne koydu ve otopsi kayıtlarının tutulduğu teybin kayıt düğmesine bastı.
"1 Ekim 2008, 02:55. Kimligi belirsiz John Doe. Notlara gore 29 Eylül Bağdat bombalamasında hayatını kaybetmiş. Ceset beyaz. Sarı saçlar, mavi gözler, açık renk ten. Vücut ağır travma geçirmiş. Sol kolu omzundan kopmus. Tahmini ölüm sebebi
"Şimdi otopsiye başlıyorum. Göğüs kafesini açıyorum."
Stephen eline testere alıp göğüs kafesini T şeklinde kesti ve elleriyle göğüs kafesini açtı.
"Şarapnel parçalarının üçü de akciğerini sol taraftan delmis durumda. Kalp civarında kanama söz konusu. Şimdi sağ akciğeri inceliyorum".
Stephen birden bire durup sağdaki organı eliyle yokladı.
"Bir gariplik var, akciğerin olması gereken yerde kırmızı bir organ var. Bronşlar sağ tarafa gitmiyor. Bu organın altında küçük yuvarlak baloncuklardan oluşan başka bir organ var".
Cesedi sağ kolundan tutarak yan çevirdi ve sırtına dikkatlice baktı.
"Sırtında bir takım çizgiler söz konusu. Elimle yoklayınca solungaç gibi duruyor ama mümkün değil böyle bir şeyin olması. Bir genetik anomali olsa gerek. Bombalama sırasında bunların açılmış olma ihtimali çok düşük."
Eline, otopsileri kanıtlamak için kullanılan dijital kamerayı alarak yarıkların bir kaç fotoğrafını çekti.
"Otopsiye devam ediyorum, karın bölgesini incelemeye geçiyorum. Mide ve bağırsaklar sağlıklı gözüküyor ancak..."
Şaşkınlık.
"Ancak mide iki parçadan oluşmuş gibi. Safra kesesi ve apandisiti bulamıyorum. Apandisitin alındığına dair bir ameliyat izi vücutta gözükmüyor. Pankreası da bulamıyorum. Sanki birisi bu adamın iç organlarını ordan oraya oynatmış. Pankreasa benzer bir organ buldum ama karaciğerin altına saklanmış. Böbreklerin boyutları hayli küçük, birkaç santim uzunluğundalar."
Er Jon gece nöbetlerinden nefret ediyordu. Cesetlerle uğraşmak zor olsa da geceleri morgda bulunmak daha da zoruna gidiyordu. Mümkün olduğunca zamanını küçük bir odada etrafındaki ölülerin ruhları için dua ederek geçirsede, en azından arada bir doktorlara gözükmenin uzun vadede yaşamı icin daha yararlı olduğunun farkında olduğundan incilini kapatarak diz çöktüğü yerden kalktı ve morgda dolaşmaya başladı. Otopsi odasındaki ısığın hâlâ açık olması doktorlardan birinin hâlâ calıştığını gösteriyordu.
Aylardır morgda çalışmasına rağmen halen ölülerden rahatsız olduğu halde otopsi izlemek ilginç bir haz veriyordu. Bir cesedin ruhsuz bir et parçası oldugunun en güzel kanıtıydı otopsiler. Hiç bir saf ruh bu haldeki bir cesette durmaz, direk cennetin kapılarına giderdi. Saf olmayanlar ve çevrede kalmayı tercih eden ruhlar için ise otopsi güzel bir cezaydı. Sessizce otopsi odasının kapısını açarak içeri girdi.
Stephen olduğu yerde korkudan zıpladı ve gözleri faltaşı gibi açık Jon'a baktı. Otopsi yaptığı ceset önünde her tarafı açılmış duruyordu. Jon yüzbaşıyı bu kadar korkutacağını hiç düşünmemişti.
"Yüzbaşım? Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
Stephen başını sallayarak Jon'a "Gel gel," yaptı ve anlatmaya başladı:
"Bu adamın vücudu saçmasapan bir şey. Gözleri mavi ama dikkatlice bakarsan altında bir göz kapağı daha var. Beyni korkunç bir şekilde karışık, girintiler çıkıntılar, ayrıca kalan her şey çok düzenli, damarlar çok güzel bir şekilde düzenlenmiş gibi. Gözlerinden birisini kesip mikroskop altında göz ağına baktım, bulamadım. Normal insanlarda göz damarları on taraftadır, bu adamda ise arka tarafta. Ayrıca çok daha fazla duyargası var. Vücudunun kalanı da..."
Stephhen bulduklarını bir bir Jon'a anlatmaya başladı.
Jon yüzbaşının dediklerini dinledikçe korkusu gittikçe arttı. Karşısındaki bir insan değildi. Bir canavar, yok hayir, bir şeytan! Bir iblis!
"Yüzbaşım, ne yapacaksınız bu cesedi?"
"Kime soylesek inanmazlar, genetik arıza derler, bozukluk derler. İnanılmaz bir şey."
"Yüzbaşım, siz gidin biraz dinlenin. Çok yorgun olduğunuz belli. Siz biraz içerdeki odaya geçip uyuyun, ben burayı toplar temizlerim."
Şok geçirmekte olan Stephen hiç itiraz edemedi. Yavaş yavaş nöbetçi doktor odasına yürüyerek kendisini yatağa atar atmaz derin bir uykuya daldı.
Jon operasyon masasına dogru yürürken içinden geçirdi: "İblisin evladı."
Birkaç saat sonra bir avuç dolar el değiştirdi ve büyükçe bir torba bir taksinin arkasına atıldı.
Sabahın ilk ışıkları doğarken dokuz yüz ikinci yüzyıldan gelen yolcunun zavallı cesedi Fırat'ın kirli sularına bacağına sarılmış zincirin ağırlığıyla gömüldü. Babil'i incelemek isteyen bir araştırmacı birkac bin yıllık bir hata yüzünden pisi pisine böyle gitti.
3 yorum:
Hmm bu sefer kahraman topyekün ceset :) Ellerine sağlık.
"Hey maşallah!" Son cümleyi okumamın akabinde verdiğim tepki budur.
Teskurleeer :)
Yorum Gönder