Hacı, çek bir atom bana! |
2700km yol ile geçen çılgın bir haftadan sonra sonunda Datça'da tembelliğe verebildim kendimi ama veriş o veriş. Yazıymış, çizgiymiş, kayıtlarmış filan falan, hepsi hikaye. Sabahları kalk, bisikletle biraz sahilde mücadele, arkasından biraz bir şeyler okuma, horul horul uyku, sonra biraz daha oku, artık akşamüstüne doğru gelirken bir deniz kefası derken bir de baktım, laaaan! tatil bitmek üzere, daha bir satır yazmamışım.
Madem öyle dedim, okuduklarım hakkında bir şeyler yazayım. Charlie(s) Stross'un son Laundry romanının yorumunu yazmadan önce kolayına kaçayım dedim. Her nedense şu on gün genelde daha önce okuduklarımı tekrar okur buldum kendimi. Bolca Terry Pratchett ve İain M. Banks okurken bir tane de araya Heinlein sıkıştırdım ancak onca roman arasında seçtiğim gerçekten ilginç bir tanesiydi. İşe bakın ki bunu hayli bir sene önce okumuştum, ismi aklımda kalmamış. Kısacık bir roman olduğundan birkaç saatte bitti ama aklımda daha uzun süre kaldı.
Zaman 1940 sonları - 1941 başları. Amerika ile Japonya'nın bir savaşa doğru gittiği bariz. Avrupa'da neredeyse her ülke birbirinin gırtlağında ve Ruslarla Almanlar kazanmakta, Fransa çoktan kaybetmiş, İngiltere de nanay durumda. İtalya kalkmış Yunanistanı ve kuzey Afrika'yı işgal etmiş. Avrupa'daki savaş biraz yavaşlamış. Gomonistlerle faşistler her tarafı ele geçirmiş. Amerikan gözünden baktığınızda uygar dünya olarak bir ABD kalmış, geri kalan her yer barbarların kontrolü altında. Japonya Çin savaşı onuncu yılına girmekte, Japonlar Çinleri ve Kore'yi feci işgal etmiş, önüne geleni kesiyor biçiyor, hiç bir engel tanımıyor. Tek dertleri petrol ve Hollanda ve Fransa kontrolü altında olan petrol zengini bölgeleri ele geçirmelerinin tek engeli Amerikan kuvvetlerinin ne yapacaklarını bilmemeleri. Bir yandan da Amerika uzak doğu'nun yükselişinden rahatsız, daha 50 sene olmamış, ele geçirdikleri ve kolonisi yaptıkları Filipinlerde bir şeyler olacağından korkuyor. Sonunda Amerika - Japonya ilişkileri o kadar kötüleşiyor ki en sonunda 1941 yazında Japonlar "Başka çaremiz yok, Amerikan askeri gücüne öyle bir darbe vurmalıyız ki biz sağı solu işgal etmeye başlayınca bize engel olamasınlar" diyerek Amerika'nın Pearl Harbour'una saldırıya hazırlanmaya başlıyor. Savaş neredeyse kesin, uzun zamandir kesin hatta. Ancak daha buna zaman var.
Astounding'in efesi Campbell, kendisi bir hikaye yazıyor uzak doğuluların Çin'i işgali hakkında ancak hikaye çok başarılı değil. Hikayeyi Heinlein'e verip "yav sen bir üstünden geçsene bunun" diyor. Heinlein de elindeki eseri hayli bir toparlayıp baştan yazıyor ve böylece Altıncı Sütun (Sixth Column) ortaya çıkıyor.
Benim okuduğum versiyon 1949'da roman olarak tekrar yayınlanmış ancak bu arada tekrardan bir elden geçirildiğini düşünüyorum. 1941'de bilinmeyen nükleer bombalardan filan bahsedilmiş ancak Avrupa'daki savaşın değişiminden bahsedilmemiş.
Kitabın konusu çok basit. Kendisi de zaten kısacık bir şey. Sony Reader'de text halini okurken 170 sayfa bile değildi. 61 bin kelimelik bir şey, bu devirde daha çok Novelette derler herhalde. 1941 başında Astounding'de seri olarak yayınlanan bu romanın konusunu hızlıca anlatayım, aha yukarda yazdığımla ne kadar ilişkisi olduğu kesin.
Ani bir saldırı sayesinde bütün Amerika Uzak doğulular tarafından işgal edilir. Ordudan tek geriye kalan Amerika'nın ortasında bir dağın altında sağ kalabilen bir avuç askeri bilimadamıdır. Tarih "gelecek", 1941 değil, teknolojik bir sürü gelişme mevcut. İkinci dünya savaşı sonrasında Japon-Çin işbirliğinin Rusya ve Hindistanı hızlı bir şekilde işgal etmesiyle dünya çapında bir güç oluşmuş. Avrupa ise tümüyle demir perdeler arkasında kapanmış, içinden hiç bir haber alınamıyor. Aradan geçen yıllarda Amerika da Uzak Doğu ile ilişkiyi tümden kesmiş, kendi içine çekilmiş.
Bu geçmiş çok şasırtıcı değil. Gerçek yaşamda tarih 1942 öncesi. Pearl Harbour saldırısı 1941 Aralığında olmuştu. Daha öncesinde İngiltere - Almanya mücadelesi sürerken Amerika'nın her durumda savaştan ayrı kalmasını isteyenler çoğunluktayken Amerikan Hükümeti halkının isteğine karşı gelerek İngiltere'ye silah satıyordu. Almanya protesto üstüne protesto çekse de Amerika'yı savaşa çekerek 1917'nin tekrarını istemediğinden bir şey yapmıyordu. Ancak Japon askeri liderlerin fikirleri farklı olduğundan ve Japonya ile Almanya arasında bir anlaşma olduğundan 1941 Aralığındaki saldırının İkinci Dünya Savaşının yönünü değiştirdiği herkes tarafından kabul edilen bir şeydir. 1940-1941 başlarında hala Heinlein ve Campbell'in yazdığı dünya tarihi mümkündü. Neyse, kitaba geri dönelim hemen.
Japonların Filipin ve çeversinin işgali ve davranışları Campbell ve Heinlein'in ırkçı düşüncelerini neredeyse doğruluyor. |
İlgalciler ne Çinli, ne Japon ancak Heinlein'in anlattığı şekliyle Filipin ve Çin'i işgal ettiklerinde yaptıgı davranışlarıyla Japonlara çok daha benziyor. İşgalciler bütün okulları, gazeteleri kapatıyorlar. Kendilerine itiraz edenleri toplama ve iş kamplarına tıkıyor, önüne geleni öldürmekten çekinmiyor. Herkese verdikleri bir kimlik kartıyla kim kimdir, ne iş yapar herşeyi biliyor. Kendilerine herhangi bir saldırıda acımasızca halkı bastırıyor, hatta bir yerde her bin kişiden birisini öldürmekten çekinmiyor. Haliyle Amerikan halkı iyice eziliyor, mücadele edecek gücü kendilerinde bulamıyor.
Ancak herşey bitmiş değil. Dağ altında gizlenmiş bir avuç bilimadamımız korkunç silahlar keşfediyor. İnsanları "ırklarına" göre öldürebilecek bir ışın silahı buluyorlar, bütün virüsleri, bakterileri öldürebilecek başka bir cihaz filan falan. Mucize üstüne mucize silah, Amerikan zekası ve teknolojisi sayesinde çok kısa bir şekilde keşfediliyor. İlgalcilerin tek dokunmadığı, "Halkın uyuşturucusu dindir" düşüncesini kendilerine silah yapıp bir din yaratıyorlar, ilgalcilerin dinlerine dokunmamasını garantiledikten sonra bir ayaklanma ayarlayıp sonunda korkunç bir katliamla Amerika'yı uzak doğululardan kurtarıyor.
Yaşasın Amerika! Değil mi?
Yapay bir dini başka bir amaçlarla kullanma, en sonunda da dahi bilim adamının yaratılmış dinin kendisine inanıp kendisini Peygamber-Tanrı ilan etmesi bana Heinlein'in başka bir arkadaşı olan adı belli, güyaa bilime dayalı bir din yaratan bir bilim kurgu yazarını andırıyor!
Heinlein'e bolca faşist derler, genelde bunu da Starship Troopers filmini izledikten sonra haksız yere derler. Öte yandan, Heinlein'in bu kadar faşist, sağcı, ırkçı bir başka romanını okumadım. İlk yayınlandığında takma bir isimle çıkmış bu eserdeki bu değerlerin ne kadarının kafayı zaten sıyırdığı kesin Campbell'in, ne kadarının Heinlein'in olduğunu bilmek zor. Heinlein'in Liberterian bir insan olduğunu biliyoruz zaten ancak diğer romanlarında farklı ırklara ve dinlere çok daha iyi davranan bir insan. Heinlein'in etik yapısı bizlerin Avrupa'da alışık oldugu yapıya uzak. Kendisi de İkinci dünya savaşı zamanlarında deniz kuvvetlerinde askerlik yapıp sonra sağlık sorunlarından çıkartılan Heinlein'in askerlere ve askeri yapıya duyduğu saygı ile demokrasi sevgisi bizlere yabancı geliyor. Altıncı Sütun'daki kahraman askerimiz, kendisine "hadi diktatörlük kuralım hazır düşmanlardan kurtulduk, biz halktan daha iyi biliriz" dendiğinde "siktir git" çekip demokrasiyi savunuyor. Starship Troopers'da da demokratik yapı mevcuttu ancak oy hakkı askerlikten geçiyordu. Ancak askerlik görevini yapıp askerlikten emekli olmuş olanların oy hakkının olduğu bir sistemi savunuyordu. Filminde bu o kadar belli değilken romanında Heinlein sayfalarca herşeyi bırakıp didaktik bir yapıda bize bunları anlatıyor. Benzeri şekilde en favori romanlarımın birisi olan Moon is a Harsh Mistress'te hersey halk tarafından oylamalarla kararlaştırılıyordu. Hiç kimse üstten gelip bir kararı başkalarına zorlayamıyordu. Bu kadar savunmama rağmen bu romanda olduğu kadar "Asker iyisini bilir, farklı 'ırk'lar esasında cahildir" fikri başka romanında yok. Campbell'in orjinalini okumadan kim ne kadarını sağlamış bilemediğimden sadece bu romanı ele alırsak Heinlein'i savunmak çok zor oluyor.
Heinlein yaşı ilerleyince iyice kafayı sıyırmıştı ya... Bu roman daha erken zamanlarından. |
Herşeye rağmen, 2012'de okunduğunda, aradan geçen 70 yılda en azından biz okuyucuların değiştiğini ve işgalci de olsa birilerine sürekli olarak ırkçı terimlerle hitap edilmesini, sadece "ırk" denilen yapma ayrımlarla toplu katliamların tasvirlerini okurken rahatsız olanın sadece ben olmadığını umarım. Irkçılığa, kafatasçılığa her yerde hayır, hepimiz insanız.
Heinlein bu romanı bu yıllarda böyle yazmazdı herhalde derken Amerika'daki kafayı sıyırmış bazı çatlakların 1980'lerde çekilmiş, ABD'nin Ruslar tarafından işgalini ve Amerika'lıların topraklarını geri kazanma çabalarını anlatan süper-sağcı Red Thunder filmini baştan çektiklerini hatırlatıp bu yazıyı burda kapatayım.
Son sözüm şu olsun: İlginç bir kitap. Birkaç saatten fazla zamanınızı da almayacak. Okuyun, kendi fikrinizi kendiniz verin.
2 yorum:
Son okuduğum Heinlein "Have a space suit..." idi. Ne şeker kitaptı lan. Heinlein memleket meselesine hiç girmeyeymiş iyiymiş. Hakkat günümüzde yaşasaymış Ergenekoncu olur muymuş diye sorsam çok pis geyik açmış olurum, direk kapatırım...
Datca'da netsiz ortamda kicindan sallayan Hakan yine vurmus. Filmin adi Red Dawn olcakti. :) Ha Dawn, ha Thunder. Tandir da olur, kebabi iyidir derdik et yerkene, artik vejeteryaniz, vejeteryan tandir yapariz, nam-i diger Tandoori burda bilindigi adiyla!
Yorum Gönder