Salı, Mart 03, 2015

Bahçedeki mimoza


Yaramaz kedim Totoş'un tüm şaklabanlıklarına, tırmıklarına ve işimi baltalama çabalarına karşılık yılmadım, başarıyla direndim ve yeni bir öykü yazdım.
                               
                                                 BAHÇEDEKİ MİMOZA

““Yavaş sürüyorsun yine” dedi adam homurdanarak. “Kapat şu koca ağzını” diye içinden geçirdi kadın. Ama bunun yerine “Araba kullanma konusunda senin kadar maharetli olmadığımı biliyorsun canım” demeyi yeğledi.

Evin kapısına vardıklarında sessizce arabadan indiler. Bahçedeki mimozanın yere doğru eğilmiş çiçek yüklü dalları akşam güneşinin altında solgunca parıldamaktaydı. Kadın “ne kadar da güzel bir manzara değil mi. İnsanın içi ısınıyor” dedi ağacı işaret ederek. Adam kadının söylediklerini duymamışçasına ağaca bir an bile bakmaksızın  kapıdan içeri girdi.

Uzun uzun gerinmesinden derin bir uykudan uyandığı anlaşılan evin kedisi sahiplerini salonun girişinde mutlulukla karşıladı.

“Migrenim tutacak galiba” dedi kadın çantasını portmantoya yerleştirirken. “Başımın sol tarafı ağırlaştı yine. Bu kahrolası, hayatımı cehenneme çeviren ağrı beni delirtiyor. Hafif bir bulantım da var. Ben yatmaya gidiyorum.””

“Ben yatmaya gidiyorum” Bu sözler çınlıyor olmalıydı dakikalardır kafasının içinde. Ne kadar arzulasa da kalemini kımıldatamamıştı bu cümleden sonra. Çalakalem başlamıştı yine yazmaya. “Ne yazacağım ki” diye düşündü. “Ne çıkartabilirim yaşam denilen lanet olası  dibi balçıkla sıvalı denizden. Bir inci bulabilme umuduyla, vurgun  yemeyi göze alıp mavi ürkütücü derinliklere inmekten bıkıp usanmayan ve her seferinde elinde bir avuç çamurla dönen yorgun bir dalgıcım sadece.”

Kendine acıyor muydu acaba. Olabilir miydi bu.

Şimdi şu sözler çınlıyordu kulaklarında. “Kendine acımaktan vazgeç. Kendine acıyıp durmaktan vazgeç. “

Hayatının nereye gittiğini düşündü.  Geçmişi, anı ve geleceği.. Diğerlerini düşündü. Nasıl da kabullenivermişlerdi tüm olan biteni. Nasıl da sürü sürü yollara diziliyorlardı sabahın köründe. Ve akşam hava kararırken tutuyorlardı evlerinin yolunu. Sonra düşünmekten sıkıldı. Bir daha yaşamak ister miydi. Herkes ölümsüzlüğün sırrını ararken, bir kez daha hayata gelme ihtimalini düşünerek gözyaşlarına boğulan o filozofu daha iyi anlıyordu şimdi.  Tüm bu sıkıntılara, varoluş cehennemine yeniden katlanabilir miydi.  Kanı bir an damarlarında buz keser gibi oldu.. Aklı kontrolünden çıkmış,  Rüya”nın deyimiyle hezeyanları yine  benliğini  bir sıçan gibi kemirmeye başlamıştı.

Salondaki saatin gongu dokuzu vurmuştu ki kapının zili ısrarla çalmaya başladı. Onu deliliğin kıyısındaki uçuruma yuvarlanmaktan kurtaracak akıl dolu bir varlık çıkagelmişti işte. Devasa metropollerden doğup büyüdüğü şirin kasabaya dönerken içi garip bir huzurla  dolan taşralıların taşıdığı duyguya benzer duygularla açtı kapıyı. Yakın arkadaşı Mehmet soğuktan morarmış,  her zamanki alaycı suratıyla kapının önünde dikilmekteydi. Üşümüş ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışırken:

“Şaşırmış gibi bir halin var.  Bıkmadın mı oğlum haftalardır evde bir mahpus gibi tıkılı durmaktan.  Hadi toparlan. İçmeye  götürüyorum seni.” dedi. 

Kısa bir süre de olsa hezeyanlarından kurtulma fikri oldukça hoşuna gitmişti. Apar topar odasına yollanarak dolaptan kaptığı oduncu gömleğini ve kot pantolonunu bir çırpıda üstüne giyiverdi.

“Bakıyorum da pek memnun kaldın bu teklifimden. Hiç bu kadar hızlı giyindiğini görmemiştim. Kendinle baş başa kalmaktan pek fena sıkılmış olmalısın.”

“Kapa çeneni”  dedi. “Hadi ben haftalarca baş başa kalabiliyorum kendimle. Ya sana ne demeli. Bir gün bile tek başına yapamazsın sen.”

“Boş ver beni. Ben kendimle olan muhasebe defterlerinin altını çizip kapatalı yıllar oluyor. Bu arada arabam yok bu akşam. Sabah ufak bir kaza yaptım da.  Müsaitse seninkiyle gidelim.

Arabaya bininceye kadar nereye gittiklerini sormaya gerek bile duymadı. Ne önemi vardı gittikleri yerin orası ya da burası olmasının. Kendinden bir süreliğine uzak olsun da neresi olursa olsun. Florya’da bir balık lokantasının önünde arabayı park ettiler.

Lokanta tıka basa doluydu. Meze ve içkiler masaya geldikten bir süre sonra arkadaşının bakışlarının donuklaştığını fark eden Mehmet ”Oğlum yine mi daldın felsefi düşüncelerine. Boşver, yaşa sadece, olsun bitsin, fazla düşünme. Bu kadar düşünce adamı delirtir. Huniyi takar gezersin sonra.

“Ne kadar boş ve gamsız adamsın oğlum.”

“Ayrıca benden söylemesi, bırak bu roman moman yazma işlerini, dön gazeteye. Hem neden okursun bilmem öyle felsefi kitapları,  sonunda bir gün sen de anlayacaksın yaşamın ne görürsen o olduğunu.. O kadar uzun boylu düşünecek kadar karmaşık olmadığını..

Üç saat kadar süren  şamata ve sohbetten sonra lokantadan ayrılıp yeniden arabaya atladılar.

“İnşallah polis çevirmez.” dedi Mehmet. "Ha bu arada bomba haber oğlum.  Nevzat ayrılıyor Mine den…Hadi radyoyu aç da müzik dinleyelim.”

“Nevzat niye ayrılıyor ki Mine’den. Hani çok iyi geçiniyorlardı?”

“Ne bileyim Nevzat’a sor. Hadi oğlum açsana şu radyoyu.”

Mehmet’in isteğini istemeyerek de olsa yerine getirdi. Radyoda The Cure’un “Lovesong” isimli parçası çalıyordu.

“Bak kimse birbirini sonsuza kadar sevmiyor artık. Taahhütte bulunuyor ama olmuyor.” 

"O dediğin ancak böyle saçma sapan sözlü şarkılarda oluyor. Ne yapacaksın oğlum sonsuza kadar sevip de.Bir çiçekle bahar geçer mi? Ölüyorum senin şu romantik hallerine. Uyan artık yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz. Her şey neredeyse saniyeler içinde tüketiliyor. Sense sonsuz aşktan bahsediyorsun. Yok böyle bir şey. Bana kalırsa tarihin hiçbir çağında da olmadı. Peh! Sonsuz aşk.”

“Senin gibi adamdan ancak böyle cümleler duyulur.”

“Ne demiş Freud Amca “Aşk yoktur, libido vardır”  Üzerine daha fazla düşünmeye ve söz söylemeye gerek var mı bilemiyorum.  

“Sevgili dostum senin her zaman marazi bir yanın vardı. İşin korkunç tarafı bu marazi yanın yakında varlığının tamamını kaplayacak.”

“Ben de aynı endişeleri senin için taşıyorum. Ayrıca zaman makinesi icat olduğunda seni hemen ait olduğun zamana postalayacağım. O zaman da hangi zamansa. Neyse bu işkenceden böylece külliyen kurtulmuş olacağız.”

Mehmet’i iki sokak ötedeki evine bıraktıktan sonra kapısının önüne arabayı park ederken baharda sapsarı çiçeklerinin kokusuyla sokaktan geçenlerin başını döndüren mimozanın karla kaplı siluetini fark etti. “Ne kadar da güzel bir manzara.” dedi “Ama maalesef insanın içini ısıtmıyor” diye sözlerine devam etti yarı mahzun yarı müstehzi bir gülüşle.

Hiç yorum yok: