Yaramaz kedim Totoş'un tüm şaklabanlıklarına, tırmıklarına ve işimi baltalama çabalarına karşılık yılmadım, başarıyla direndim ve yeni bir öykü yazdım.
BAHÇEDEKİ MİMOZA
““Yavaş sürüyorsun yine” dedi adam homurdanarak. “Kapat şu koca ağzını” diye içinden geçirdi kadın. Ama bunun yerine “Araba kullanma konusunda senin kadar maharetli olmadığımı biliyorsun canım” demeyi yeğledi.
BAHÇEDEKİ MİMOZA
““Yavaş sürüyorsun yine” dedi adam homurdanarak. “Kapat şu koca ağzını” diye içinden geçirdi kadın. Ama bunun yerine “Araba kullanma konusunda senin kadar maharetli olmadığımı biliyorsun canım” demeyi yeğledi.
Evin kapısına
vardıklarında sessizce arabadan indiler. Bahçedeki mimozanın yere doğru eğilmiş
çiçek yüklü dalları akşam güneşinin altında solgunca parıldamaktaydı. Kadın “ne
kadar da güzel bir manzara değil mi. İnsanın içi ısınıyor” dedi ağacı işaret
ederek. Adam kadının söylediklerini duymamışçasına ağaca bir an bile bakmaksızın kapıdan içeri girdi.
Uzun uzun
gerinmesinden derin bir uykudan uyandığı anlaşılan evin kedisi sahiplerini
salonun girişinde mutlulukla karşıladı.
“Migrenim
tutacak galiba” dedi kadın çantasını portmantoya yerleştirirken. “Başımın sol
tarafı ağırlaştı yine. Bu kahrolası, hayatımı cehenneme çeviren ağrı beni
delirtiyor. Hafif bir bulantım da var. Ben yatmaya gidiyorum.””
“Ben yatmaya
gidiyorum” Bu sözler çınlıyor olmalıydı dakikalardır kafasının içinde. Ne kadar
arzulasa da kalemini kımıldatamamıştı bu cümleden sonra. Çalakalem başlamıştı
yine yazmaya. “Ne yazacağım ki” diye düşündü. “Ne çıkartabilirim yaşam denilen lanet
olası dibi balçıkla sıvalı denizden. Bir
inci bulabilme umuduyla, vurgun yemeyi
göze alıp mavi ürkütücü derinliklere inmekten bıkıp usanmayan ve her seferinde elinde
bir avuç çamurla dönen yorgun bir dalgıcım sadece.”
Kendine acıyor
muydu acaba. Olabilir miydi bu.
Şimdi şu
sözler çınlıyordu kulaklarında. “Kendine acımaktan vazgeç. Kendine acıyıp durmaktan
vazgeç. “
Hayatının
nereye gittiğini düşündü. Geçmişi, anı
ve geleceği.. Diğerlerini düşündü. Nasıl da kabullenivermişlerdi tüm olan
biteni. Nasıl da sürü sürü yollara diziliyorlardı sabahın köründe. Ve akşam
hava kararırken tutuyorlardı evlerinin yolunu. Sonra düşünmekten sıkıldı. Bir
daha yaşamak ister miydi. Herkes ölümsüzlüğün sırrını ararken, bir kez daha
hayata gelme ihtimalini düşünerek gözyaşlarına boğulan o filozofu daha iyi
anlıyordu şimdi. Tüm bu sıkıntılara, varoluş cehennemine yeniden katlanabilir
miydi. Kanı bir an damarlarında buz
keser gibi oldu.. Aklı kontrolünden çıkmış,
Rüya”nın deyimiyle hezeyanları yine
benliğini bir sıçan gibi
kemirmeye başlamıştı.
Salondaki
saatin gongu dokuzu vurmuştu ki kapının zili ısrarla çalmaya başladı. Onu
deliliğin kıyısındaki uçuruma yuvarlanmaktan kurtaracak akıl dolu bir varlık
çıkagelmişti işte. Devasa metropollerden doğup büyüdüğü şirin kasabaya dönerken
içi garip bir huzurla dolan taşralıların
taşıdığı duyguya benzer duygularla açtı kapıyı. Yakın arkadaşı Mehmet soğuktan
morarmış, her zamanki alaycı suratıyla
kapının önünde dikilmekteydi. Üşümüş ellerini birbirine sürterek ısıtmaya
çalışırken:
“Şaşırmış gibi
bir halin var. Bıkmadın mı oğlum
haftalardır evde bir mahpus gibi tıkılı durmaktan. Hadi toparlan. İçmeye götürüyorum seni.” dedi.
Kısa bir süre
de olsa hezeyanlarından kurtulma fikri oldukça hoşuna gitmişti. Apar topar
odasına yollanarak dolaptan kaptığı oduncu gömleğini ve kot pantolonunu bir
çırpıda üstüne giyiverdi.
“Bakıyorum da
pek memnun kaldın bu teklifimden. Hiç bu kadar hızlı giyindiğini görmemiştim.
Kendinle baş başa kalmaktan pek fena sıkılmış olmalısın.”
“Kapa
çeneni” dedi. “Hadi ben haftalarca baş
başa kalabiliyorum kendimle. Ya sana ne demeli. Bir gün bile tek başına
yapamazsın sen.”
“Boş ver beni.
Ben kendimle olan muhasebe defterlerinin altını çizip kapatalı yıllar oluyor. Bu
arada arabam yok bu akşam. Sabah ufak bir kaza yaptım da. Müsaitse seninkiyle gidelim.
Arabaya
bininceye kadar nereye gittiklerini sormaya gerek bile duymadı. Ne önemi vardı
gittikleri yerin orası ya da burası olmasının. Kendinden bir süreliğine uzak
olsun da neresi olursa olsun. Florya’da bir balık lokantasının önünde arabayı
park ettiler.
Lokanta tıka
basa doluydu. Meze ve içkiler masaya geldikten bir süre sonra arkadaşının
bakışlarının donuklaştığını fark eden Mehmet ”Oğlum yine mi daldın felsefi
düşüncelerine. Boşver, yaşa sadece, olsun bitsin, fazla düşünme. Bu kadar
düşünce adamı delirtir. Huniyi takar gezersin sonra.
“Ne kadar boş
ve gamsız adamsın oğlum.”
“Ayrıca benden
söylemesi, bırak bu roman moman yazma işlerini, dön gazeteye. Hem neden
okursun bilmem öyle felsefi kitapları, sonunda bir gün sen de anlayacaksın yaşamın ne
görürsen o olduğunu.. O kadar uzun boylu düşünecek kadar karmaşık olmadığını..
Üç saat kadar
süren şamata ve sohbetten sonra
lokantadan ayrılıp yeniden arabaya atladılar.
“İnşallah
polis çevirmez.” dedi Mehmet. "Ha bu arada bomba haber oğlum. Nevzat ayrılıyor Mine den…Hadi radyoyu aç da
müzik dinleyelim.”
“Nevzat niye
ayrılıyor ki Mine’den. Hani çok iyi geçiniyorlardı?”
“Ne bileyim
Nevzat’a sor. Hadi oğlum açsana şu radyoyu.”
Mehmet’in isteğini istemeyerek de olsa yerine getirdi. Radyoda The Cure’un “Lovesong” isimli parçası çalıyordu.
Mehmet’in isteğini istemeyerek de olsa yerine getirdi. Radyoda The Cure’un “Lovesong” isimli parçası çalıyordu.
“Bak kimse
birbirini sonsuza kadar sevmiyor artık. Taahhütte bulunuyor ama olmuyor.”
"O dediğin ancak böyle saçma sapan sözlü şarkılarda oluyor. Ne yapacaksın
oğlum sonsuza kadar sevip de.Bir çiçekle bahar geçer mi? Ölüyorum senin şu romantik
hallerine. Uyan artık yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz. Her şey neredeyse
saniyeler içinde tüketiliyor. Sense sonsuz aşktan bahsediyorsun. Yok böyle bir
şey. Bana kalırsa tarihin hiçbir çağında da olmadı. Peh! Sonsuz aşk.”
“Senin gibi
adamdan ancak böyle cümleler duyulur.”
“Ne demiş
Freud Amca “Aşk yoktur, libido vardır” Üzerine daha fazla düşünmeye ve söz söylemeye
gerek var mı bilemiyorum.
“Sevgili
dostum senin her zaman marazi bir yanın vardı. İşin korkunç tarafı bu marazi
yanın yakında varlığının tamamını kaplayacak.”
“Ben de aynı
endişeleri senin için taşıyorum. Ayrıca zaman makinesi icat olduğunda seni
hemen ait olduğun zamana postalayacağım. O zaman da hangi zamansa. Neyse bu
işkenceden böylece külliyen kurtulmuş olacağız.”
Mehmet’i iki
sokak ötedeki evine bıraktıktan sonra kapısının önüne arabayı park ederken baharda sapsarı çiçeklerinin kokusuyla sokaktan geçenlerin başını döndüren mimozanın
karla kaplı siluetini fark etti. “Ne kadar da güzel bir manzara.” dedi “Ama
maalesef insanın içini ısıtmıyor” diye sözlerine devam etti yarı mahzun yarı
müstehzi bir gülüşle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder