Pazartesi, Eylül 10, 2012

Michael Moorcock - Barbarians of Mars

Michael Moorcock severiz. Ancak her Moorcock romanı aynı kalitede değil. Bunu hangi sahaftan aldıysam hatırlamıyorum ama birkaç kuruşa aldığım Barbarians of Mars romanında açıkça görebiliyoruz. Esasında biraz geri salıp baştan alayım.

Kitabın adı, Barbarians of Mars... Veya Masters of the Pit. Yazarı Moorcock, veya Edward P. Bradbury. Yani anlayacağınız Moorcock'un 1960'larda haldır huldur Elric cart curt yazarken araya sıkıştırdığı 158 sayfa uzunluğunda bir hikayecik. Anladığım kadarıyla New Worlds dergisine yazmış, zaten kendisi derginin ana insanlarından birisi olduğundan 1930'larda Campbell'in Heinlein'e yaptırdığı gibi farklı isim kullanarak yazmış.


Barbarians of Mars, bir serinin üçüncü kitabı. Diğer iki kitabı okumamış olmama rağmen hiç de gereği yok okumaya bu kitabı anlamak için: Bu kısa eser, Burroughs tadında fantastik bir hikayeden öte bir şey değil. Homage diyebilirsiniz ama o da değil. Zeplinlerle kırmızı gezegenin orasından burasına yolculuk yapıp her 10 kilometrede bir ekolojiden alakasız bir ırkla karşılaşıp yarısını öldürüp geri kalanını dost ilan ederek kahramanımız Michael Kane herhangi bir plot peşinde koşmuyor.


Devamı çizgiden sonra...



Kitabın sonunu söyleyerek bir şeyi bozmak mümkün değil çünkü sonu resmen çok salakça. Hızlıca bir olup biteni özetleyeyim ama roman kadar uzun olabilir diye korkuyorum.

Kahramanımız Michael Kane, iki roman önce bir şekilde kendisini Mars'ta bulup esas hatunu kapmıştır ve haliyle Mars'ın en önemli şehirlerinin birisinin Prensi olmuştur. En yakın arkadaşı Hool Haji isimli mavi bir Dev ile zeplinlerine atlayıp biraz Mars'ı gezip trip yapalım derken kendilerini bir şehirde bulurlar. Bu şehirdeki insanlar, insanlıklarını reddedip kendilerini bir makınanın parçası olduklarına inandırmış, bir grup insanın "beyin" olarak baskısı altında yaşamaktadırlar. Bozulan makina parçaları çöpe atılıp yenisi üretilmektedir(!). Bir yandan da şehri herkesi yeşile cevirip ondan sonra öldüren bir hastalık sarmıştır. Kahramanlarımız bir sürü tipi öldürüp, bir tane de güzel kızı ölümünden kurtarıp zeplinlerine atlayıp hem yeşil salgına hem de makinalaşmaya karşı bir çözüm bulmak için çok eskilerden bir ırkın geride bıraktığı cihazları ve makinaları incelemek için başka bir yere giderler.

Gemilerini parkettikleri zaman kurtardıkları kızı zeplinde bırakıp aletlere bakmaya giderler ki neredeyse kitabın sonuna kadar en son görüşümüzdür bu kızı. Sonra bir bakarlar ki bir takım barbarlar cihazları yağmalamakta. "Höt layn! N'oluyoruz düdükler" diyerekten bu barbarlara girişirler ama sonunda kollarını sallamaktan ve her sallamada bir barbarı öldürmekten yoruldukları için tutsak olurlar. Barbarlar da bizim karakterleri alıp gemilerine atıp Mars'ın meşhur okyanusunu geçip öteki taraftaki kıtaya varır. Ancak yolda fırtına çıkınca yollarını kaybederler, az kalsın gemi batacaktır, bizim ikilinın "biz sizi kurtarırız" demelerine rağmen barbarlar yemez bu yalanı ve sonunda kendilerini bilmedikleri sahilde bulurlar.

Barbarların lideriyle beraber sahilde ne var diye bakarken köpek kafalı bir takım yaratıklar gelir, barbarların bir kısmını öldürdükten sonra bizimkileri tutsak alıp kristalleşmiş bir çukura atarlar (haliyle Masters of the Pit'e geliyoruz) ve çekil giderler. Bizimkiler çukurdan çıkmaya çalışır ama gerisin geri kayarlar. Tam pes etmişken bu kez kedi suratlı bir tip gelir bunlara kurtarma sözü verip bir kaç kılıç verip aman aman birileri geliyor diye kaçar.

Birden bire gökten mavi kanatlı insanvari canavarlar iner, haldur huldur kesilmelerine rağmen hiç pes etmezler, sağ kalanlar bizimdir diyerekten, bizim kahramamanlarımızı ve barbarların liderlerini pençeleriyle yakalayıp havaya kaldırırlar, kanatlarını çırpa çırpa uzaklara koyulurlar.

Michael Kane, olağanüstü bir zeka göstererek yerden yüzlerce metre yukarıda omuzlarından pençelerle yakalanmış halde olmasına rağmen elindeki kılıcı kullanarak kendisini taşıyan yaratığı havadayken öldürür ve yere düşer ama götü yırtar. Yerde bunu bir takım yaratıklar kurtarır, bu da onların desteği ile yoluna devam eder, yolda rastladıklarını öldürürler filan feşmekan. Tam da eski dostu mavi dev ölmüş derken Hacıyı bulurlar. Hep beraber daha da yaratık öldürürler. Haji başından geçenleri anlatır, meğerse yaratıklar Haji'yi yuvalarına götürüp tek yavrularıyla baş başa bırakmış, sonra tekrar kanatlanıp gitmişler. Hajı da yavruyu bir hava aracı olarak kullanmaya çalışırken meredin şikayeti üzerine ısrar ettiği için yavruyu öldürür, ondan sonra o da yere düşer. Tam haydutlar oldürecekkene Michael Kane ve dostları gelip destek olmuştur.

Madem öyle işte böyle diyerek geri giderler çukura ancak öğrenirler ki barbarların çaldıkları bütün cihazlar çukura doldurulmuştur, hemen bir koşu n'oluyoruz diye bakarlar ve mavi kanatlı yaratıklar üstüne dalış yaparken bulurlar. Salak yaratıklar bir şekilde kataklizmik bir reaksiyona sebep olur ve bir nükleer bomba gibi patlar cihazlar.

Kedi yaratıklara artık özgür olduklarını öğrettikten sonra okyanusu tekrar geçip kendi insanlarıyla buluşurlar. Tekrar salgını engelleyecek bir cihaz aramaya çalışırlar ama bulamazlar. En sonunda hastalığın yayıldığı şehre giderler ancak durumun daha da kötü olduğunu ve şehrin insanlarının başka şehirleri işgal edip hastalığı yaymaya başladığını öğrenirler. Sırada Kane'in kendi şehri vardır. Engel olamayacaklarına karar verip herşeyi geride bırakıp şehri boşaltırlar. En sonunda şehir hasta ordusuyla işgal olurken herşeyi göllerine attıklarında bir şekilde bir bakterinin hastalığı çözmesiyle sorun çözülür, herkes mutlu olur, kitap biter.

Of, yazarken sıkıldım yahu. İşin gerçeği Moorcock çok daha güzel bir şekilde anlatıyor. Ben bir oturuşta, birbuçuk saat gibi bir zamanda okuyup bitirdim bu kitabı. Hayli sürükleyiciydi ancak çok çizgisel bir yapıya sahipti. Herhangi bir yerde karakterler durup düşünmüyor bundan sonra ne yapalım, alternatiflerimiz nelerdir diye. Sürekli hiç düşünmeden tepki gösterip haldır huldur girişiyorlar. Açıkçası Moorcock bu romanı yazmak için ne kadar zaman ayırdı bilmiyorum ama bir günden çok fazla ise şaşarım. Kitabın arkasındaki alıntılar çok iyi olsa da kesinlikle bu roman için yazılmamış, Moorcock'un geneli için yazılmış olsa gerek. Karakterler iki boyutlu bile değil, bir taslaktan öteye gidemiyorlar. Moorcock'un Mars'ı Barsoon'a çok benziyor ama aynı tadı vermesi için bir fırın ekmek yemesi lazım ve kabaca 40 sene geç gelmiş.

Moorcock'un kendisinin de bunlardan haberdar olduğuna eminim. Sonuçta başka bir isim altında yayınlamış olmasından tutun, alelaceleye gelmiş bir tarza ve derinliğe sahip olması, Moorcock'un kendi adıyla benzeri şekilde ekmek güdüsü ile yazdığı romanların bile gerisinde bırakıyor. Kitabın orjinali 1965'te ilk basılmış, bendeki kopya 1991 baskısı. Eğer Moorcock yazmamış olsaydı ve adı olmasaydı tekrar basılmasının imkanı bile olmayan bir eser. Bazıları Moorcock'un Sonsuz Şampiyon serisine ait bir kitap olduğunu iddia etse de ben aynı fikirde değilim. Eternal Champion'da kahramanlar isteksizdir, ne yaptılarsa durumların zoruyla, istemeye istemeye, hatta Elric ve Corum gibilerini düşündüğümüzde itele itele kahramanlık yaparlar. Sürekli durumlarından şikayet eder ancak yapmalarının gerekli olduğu hareketleri gerçekleştirmeden duramazlar. Bu romanda ise aksine, Michael Kane zevk ala ala kesiyor, biçiyor, ordan oraya atlıyor ancak bizleri tarafına çekemiyor.

Şimdilerde Novella bile denemeyecek kadar kısa bir kitap olan bir esere bu kadar çok kahramanlık ve macerayı sıkıştırınca haliyle dünya ve karekterlerin gelişiminin geri planda bırakılması normal ancak çok yüzeysel bir geçişten daha fazlaya varmıyor. Okuyucuya bir şeyler gösterip "bu burda niye var" sorusu bile doğru düzgün sorulmadan geçiliyor. Özetini geçtiğim fasılları alın, çok hızlıca yazılmış bir diyalog ekleyin, çok yüzeysel bir dünya tasviri daha, roman bitti, yazdınız. Senaryo namına bir şey yok, heyecan namına bir şey yok, kahramanlarımızın eninde sonunda kazanacağını biliyoruz, her iki sayfada bir kahramanımız yeni bir ırk ile karşılaşıp yarısını kesip biçse de Kane'in salladığı kılıç kolundaki kaslar gibi bizim inanma yetimiz de yoruluyor, sonunda o kadar ki, pes ediyor, inanmayı bırakıp sadece okumaya başlıyoruz sözcükleri.

Yine de şikayet etmesem mi acaba. Neredeyse 50 senelik, tümüyle para için yazılmış bir kitaptan bahsediyoruz ne de olsa. Dergisini birkaç ay daha ayakta tutabildiyse amaca ulaşılmış olsa gerek, ne dersiniz?

Hiç yorum yok: