Perşembe, Eylül 25, 2008

PRINCE CASPIAN

The Chronicles of Narnia
C.S. Lewis
HarperTrophy 1994

Günlerden bir gün Narnia prensi Caspian büyür ve yaşadığı dünyanın kısıtlamalarının farkına varır.
Diğer yandan Peter, Susan, Edmund ve Lucy bir yıl önce ayrıldıkları Narnia'ya aniden geri çağırılırlar.
Bu bir yıl içerisinde Narnia'da çağlar geçmiştir ve son bir kaç yüzyıldır Narnia Telmarin kralların hükmü altındadır.
Yeni krallar doğanın tüm sıradışı varlıklarını, konuşan hayvanları ve en önemlisi Aslan'ı birer masal gibi görmektedirler. Onlardan konuşulması bile yasaktır.
Ancak genç Caspian gerçeğin böyle olmadığının farkına varır ve Narnia'nın eski sakinlerini geri getirmek için mücadele etmeye başlar.
Bu uğurda ona en çok yardım edebilecekler de Narnia'nin eski kral ve kraliçeleri olan Peter, Susan, Edmund ve Lucy'den başkası değildir.
Narnia Günlükleri'nin dördüncü kitabı Prens Caspian. Bir adı da The Return to Narnia. Filmi bile var. Seyretmedim ancak fragmanlari oldukca etkileyiciydi.
Her zamanki basit yalın dille yazılmış. Lewis'in bir cümlede bir çok şeyi birden canlandırma becerisiyle insanın avucunun içinde canlanan bir kitap.
Olayların ritmi diğer kitaplardan farklı değil. Daha öncekilerde olduğu gibi bunda da bir savaş var. Kahramanların inancı ve Aslan'ın görkemli varlığı bu savaşın sonucunun belirliyor.
Okuması güzel bir kitap.

Cumartesi, Eylül 20, 2008

Define

Yolcu golgeye ulasinca koruyucu gozluklerini alnina aldi. Sicagin altinda terlemis ve yorulmustu. Golgesine sigindigi heykeli ve duvari soyle bir inceledi. Gunes dogdugundan beri katettigi kum tepelerinden sonra hos bir degisiklik idi.

Gunesin parlak isiklari her tarafin renklerini soldurmustu, sari-beyaz bir manzara uzerine mavi-beyaz bir gokyuzu.

Yillarin ruzgarinin, gunduzun sicaginin ve gecenin sogunun yiprattigi koca heykel, detaylari silinmis olsa da butun hasmetiyle milyonlarca daha gun donumunu gorebilecekti. Yolcu aniden ucsuz bucaksiz zamanin kucuk bir diliminde kendisini onemsiz hissetti. Bedeni toz toprak olduktan cok daha sonra bu heykel baska yolculara golgesini sunacakti.

"Oglenin bu vaktinde depresyon hic de hos bir sey degil" diye mirildandi.

Hem heykel hem duvar bundan onbinlerce yil once bir limanin girisini koruyordu. Muhtemelen Rodos heykeli gibi cok uzaktan gozukerek kendisini denizlerde kaybetmis saskin denizcilere yol yordam saglayarak umit kaynagi oluyordu. Isin garip yani heykelin buyuklugu idi, bir tepeden daha yuksek, sanki bir dag gibiydi.

Yolcu sirt cantasini yere indirdi ve icerisini karistirmaya basladi. Birkac dakika sonra elleri ve ayaklari icin birer cift krampon buldu. Eldivenleri giyip parmaklarini hareket ettirdi. Kramponlarin sivri uclari zihninin emirlerine birebir uydu. Ayaklarindakiler de benzeri sekilde vucudunun bir devami gibi calisti. "Seks endustrisi nelere kadir" diye icinden gecirerek dikkatlice once duvara, sonra heykele tirmanmaya basladi.

Yarim saat sonra bir maymun gibi trmandigi heykelin en ustundeydi. Sicak gunes altinda gogsu kurek gibi inip kalkiyordu. Cebinden cikarttigi metal tarama cihazina goz atti. Agirca bir tas parcasinin altinda iki platinyum yapragin arasina saklanmis kucuk kagit parcasini bulup hic okumadan cebine atti. Kagidin icerigi sonra cok daha sakin ve rahat bir durumda incelenebilirdi.

Birkac dakika soluklandikta sonra bu kez dikkatlice inise basladi. Aradan bir saat gecmeden tekrar yolundaydi ve heykel hayli arkasinda kalmis, her adimda kucuklmekteydi.

Mesafenin yeterli olduguna karar verince tekrar heykele dondu. Cebinden telefonunu cikartip ana gemiyi aradi ve durum raporunu verdi. Kaptan "Yeterince uzakta misin?" diye sorunce "Galiba?" cevabini veren Yolcu, gozluklerinin ikinci seviyesini de gecirdi. Sistemin yildizini bile zor gorebilirken aniden bir parlaklik gozlerini acitacak kadar patladi. Birkac saniye sonra butun koruyucu gozlukleri cikartip ufuga baktiginda heykelin oldugu yerde kucuk bir krater gozukuyordu.

"Diger hazine avcilarina bir sey birakmak zorunda degiliz sonucta" miriltisiyla sistemin tek istasyonuna dogru yurumeye devam etti.

Perşembe, Eylül 18, 2008

Tüfeng İcat Oldu Mertlik Bozuldu mu ?

Gün Zilkade ayının onuncu günü, cuma. Sene 1241. Sıcaklar iyiden iyiye Konstantiniyye’nin üzerine çökmüş. Gökyüzü bulutsuz ama kara kara dumanlar şehrin üzerini örtmüş. Şehr-i Hümayun’u bir çılgınlık kaplamış. Ahali can derdinde.


Yeniçeri neferi Oturak Galip Divan Yolunda devrilmiş bir öküz arabasının arkasına sinmiş, mermilerden saklanmaya çalışıyordu. Yol üzerinde Ağa Hüseyin Paşa komutasında cebeciler, topçulardan ve bir kısım kapıkulu ve peşlerinde bir kısım ahali ile Yeniçeriler arasında amansız bir çatışma sürüyordu.


Yeniçeri Galip Ağa Hüseyin Paşayı iyi bilirdi. Yeniçeri Ağası olarak çektirdiklerinin acısını unutmuş değildi. Şimdi de ocağa karşı sancak açmıştı soysuz. Ocağa ihanet edenin, yoldan dönenin katli vacipti. Galip belki farkında değildi ama eline yıllardır beklediği fırsat geçmek üzereydi.


Padişah yandaşları ile Etmeydanı tarafında mevzilenmiş Yeniçeriyan amansız bir çatışmaya girmişti. Karşılıklı tüfek ateşinden her tarafı barut dumanı sarmıştı. Yer cesetler ve yaralılar ile doluydu.


Galip rastgele bir atıştan sonra iki arşını aşkın tüfengini doldurmaya başladı. Tüfeğin namlusu işlemeler ile doluydu. Nişangâhın önünde Padişah II. Mahmut Hanın tuğrası ile Zülfikar nişanı vardı. Galip’in kolunda da dövmesi vardı. 53. Orta nişanı olan tüfeng ve Ocağın alametlerinden olan Zülfikar.


Arabanın üzerine tüfengi yatırıp bir hedef aradı ama barut dumanı görmesini engelliyordu. Okkalı bir küfür sallayıp, tekrar arabanın arkasında beklemeye başladı. Deniz tarafından bir rüzgâr başlayınca duman dağılır gibi oldu. Bunu fırsat bilen Galip tekrar doğruldu ve dumanın arasından görülen kalabalığa doğru nişan aldı. O anda atı üzerinde Galip Hüseyin Paşayı gördü. Mendebur halen Yeniçeri Ağası idi. Besmele çekip asılınca tetiğe gürültüyle patladı tüfeng. Mermi havada bir kalp atımı uçtu. Sonra da Yeniçeri Ağası Ağa Hüseyin Paşa’nın sağ gözünün altından girip ensesinden çıktı. Paşa ne olduğunu hiç anlayamadı, çarpan merminin şiddeti ile cansız bedeni atından aşağı devrildi.


* * * *


Öğretmen sınıfa girdiğinde tüm öğrenciler ayağa kalktılar. Eliyle öğrencileri yerine oturtup kendi yerine kuruldu. Okuma gözlüğünü takıp şöyle bir hepsini süzdü. Önündeki kitabı açıp sayfalarını karıştırdı. Aradığı sayfayı bulunca üstün körü bir kez daha okudu.


Okuması bitince gözlük üzerinden sınıfı bir kez daha süzdü. Öğrenciler tedirginlik içerisinde bekliyordu. Her an bir sözlü başlayabilirdi. Yaşlı tarih öğretmeni acımasız sözlüleri ile nam salmıştı. Öğretmen beklemekten zevk alırcasına bir kitaba bir öğrencilere baktı. Sonunda karar verip konuşmaya başladı.


“Evlatlarım bildiğiniz üzere yarın Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüz ellinci yıl dönümü. Bildiğiniz gibi bu nadide cumhuriyet şehitler ve gazilerin akıttığı kan ile atalarımızın dirayeti sayesinde kurulabildi. Bu nedenledir ki size Vaka-i Hayriye’den bahsedeceğim.”


Öğretmen ayağa kalkıp öğrencilerini bir kez daha süzdü ve konuşmasına devam etti.


“Senelerden 1826 yani Hicri takvime göre 1241. Padişah II. Mahmut ile Yeniçeri Ocağı arasındaki sürtüşme hat safhada. Osmanlı İmparatorluğu artık Avrupalının gözünde bir hasta adam. İşte böylesi günlerde dışarıdaki düşmanlar yetmiyormuş gibi Padişah bir de Ocağın devrimci fikirlerinden çekindiği için bin bir türlü hile ile Ocak ile uğraşıyordu. Yandaşları ahaliye Ocağın nasıl ahlaksız, nasıl kanunsuz olduğu fısıldıyordu. Son yıllarda yönetim bekasını kaybeden saltanat son bir çırpınış içerisinde beş yüz yıllık Sanadid-i Bektaşiyan’ı yani Yeniçeri Ocağını kendine düşman edinmiş, Padişah II. Mahmut Eşkinci Ocağını kurdurtacak kadar aciz içerisindeydi. Tecrübesiz, yeni yetme askerlerin koskoca Ocağın yerine geçecek hali yok ama kendi iktidarı için ülkeyi iç savaşa bile sokmaktan çekinmeyen II. Mahmut çaresizce debeleniyordu.”


Konuşmasına ara veren öğretmen, öğrencileri bir kez daha süzüp devam etti.


“Böylesi kritik günlerde devletin çıkarlarını gözeten Yeniçeri Ocağının ileri gelenleri Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa’ya gidip, yeni kurulan ocağın muvaffak olamayacağını, beş yüz yıldır zanaatı askerlik olan, her daim Nizam-ı Âlem’in menfaatleri için çalışmış, Yeniçeri Ocağı varken ülkede ikilik çıkaracağını anlattılar. Bu tür çabaların yanlış olduğunu, endişelerini Padişaha iletmesi için ricacı oldular. Hüseyin Paşa ise çoktan Padişah ile anlaşmış, üç kuruşa Ocağa karşı cephe almıştı. Bu nedenle bütün bu haklı uyarıları dinlemedi.


Yeni ocak kurulalı daha dört gün olmuştu ki Padişah ve yandaşları harekete geçti. Önce artık iyice yozlaşmış, Padişahın kuklası haline gelmiş Şeyhülislamlık makamından Yeniçeri Ocağının yoldan çıktığını, artık işlev görmez olduğununa dair fetva alındı. Padişah da Ocağın yapacağı ıslahatlara mani olduğu, düzeninin bozulduğu, kanun tanımadığı gibi yalan gerekçeler ile fetvayı da kullanarak asırlık Hacı Bektaş Ocağına savaş ilan etti. O zaman görüldü ki Padişah devletin ağır badireler atlattığı, dışarıdan birçok düşmana karşı savaş verdiği günlerde bir iç savaş çıkartmak için gizli tertipler içerisindeymiş.


Padişah yandaşları Sancak-ı Şerif-i de bu hainliğe alet ederek halkı kandırmaya çalıştılar. Topladıkları kendini bilmezler ve üç kuruşa tamah edip akçe karşılığı Padişahı destekleyen bir kısım kapıkulu bugün Genelkurmay Başkanlığının bulunduğu Etmeydanına yürümeye kalkıştılar. Ocağına ihanet eden Ağa Hüseyin Paşa başlarında bu çapulcu güruhu Ocağı Bektaşiyan’ın karşısına çıkmaya cesaret ettiler. Tabi ki Pirimiz Hacı Bektaşi Veli’nin de “Bu askerin yüzü gün gibi ak ve aydınlık, kolu ağır, kılıcı keskin, oku delici olacaktır. Giderken muzaffer, dönüşünde galip olacaktır.” buyurduğu üzere bu çıkarcı hainler gurubunun Ocağa direnme ihtimali yoktu. Daha çıkan ilk çatışmada hain Hüseyin Paşa vurulunca, başsız kalan çapulcular dağıldı. Böylece her türlü hainlik içerisinde hazırlanan tertip bozulmuş oldu.


Padişahı peşine takılan kuvvetler dağılınca Yeniçeriyan Topkapı Sarayına yürüyüp bütün günahına rağmen padişahtan adalet istediler. Padişah II. Mahmut ne yapacağını şaşırdı. Kendisinin vatana ihanet suçu ile adalet önüne çıkarılacağı düşüncesine dayanamayıp zavallı bir hareket ile kendi canına kıydı.


Bu yüce ulusun temelini yüzyıllar önce Anadolu’da atmış, bir dönem cihana hükmetmiş atalarımızın soyu ile son yıllarında ülkenin kendisine ihtiyacı olduğu günlerde sırtını halkına dönen, zevk ve sefa alemlerinin peşinde koşturan, kendi iktidarı için öz kardeşlerinin bile canına kıymaktan çekinmeyen, dışarıdaki düşmanlara karşı serdar, han olarak görevini yerine getiremeyen son padişahların soyunu karıştırmayın. Ne acıdır ki bu soyun yok olması ile Osmanlı Hanedanı son bulmuş oldu.


İşte Saltanatın kaldırıldığı bu kutlu, hayırlı olaya Vaka-i Hayriye denir. Vaka-i Hayriye ile bugün de dimdik ayakta olan, ismini Osman Han’dan alan Osmanlı Cumhuriyeti’nin temeli atılmış oldu.”

Cuma, Eylül 12, 2008

Kremlin'in Kuleleri

Premiyer Kremlin'in gorkemli kapilarindan gecerek kirmizi hali ile kaplanmis merdivenleri cikmaya basladi. Koridorda saginda ve solunda ellerinde tufekler ile askerler siralanmisti.

Premiyer'in yuruyusu yanliz bir yuruyustu. Tek basina, onunde veya arkasinda usaklari ve yalakalari olmaksizin ancak her yere gizlice yerlestirilmis televizyon kameralari sayesinde butun gezegenin gozleri uzerinde iken cikilan merdiven sanki sonsuz bir iskenceydi. Premiyer'in kirmizi kaftaninin uzun etegi arkasindan dansediyordu.

Buyuk ve gorkemli kapilar onunde acildi ve Premiyer salona girdi. Karsisinda ellerinde Dunya gezegeninin sinirsiz kontrolunu temsil eden Tac ile Uzayli ve usagi duruyordu. Derin bir nefes alarak kararli bir sekilde yurumeye devam etti.

Gunes sisteminin sahibi olan olaganustu Uzayli'nin hemen onunde durarak dizlerine coktu. Tac basina yerlestirilirken Premiyer hafifce gulumsedi ve kaftaninin altinda tasidigi bombanin tetigine basti.

Yavas yavas Kremlin'in gorkemli kuleleri yikilmaya basladi. Daha sonralari Uzaylilarin intikami cok daha aci verici olacakti.

Perşembe, Eylül 11, 2008

Sonbaharin sonu

Disari ciktigimizda hava hayli soguktu. Sirtima gecirdigim kalin ceket hayli rahatsiz geliyordu, cocuklugumdan beri butun yasamimi t-shirt ve sortlarla gecirdikten sonra kalin kazaklar ve ceketler giymek cok garipsedigim bir seydi. Son birkac yil bir seylerin ters gittigi belliydi. Normalde kislari esen sicak ruzgar bizleri hayli rahat tutardi ama son birkac senedir ruzgarlar gittikce soguyordu.

Dostum benzeri sekilde giyinmis, olaganustu yavas bir sekilde batmakta olan gunese bakiyordu. Bir sure icin son gorecegimiz gunes batisiydi. Her sene birkac ay boyunca karanlikta, parlak yildizlarin altinda gecmis cocuklugumuzun anilarindaki guzel hava gitmis, yagmurlu, igrenc bir hava gelmisti. Bu kis ozellikle zor gececek gibiydi.

Antartika'nin ortasinda, guney kutbunda gecen guzel hayatimiz aniden korkunc bir degisiklige ugramisti. Dostum bana donerek "Bu kis iyi gecmeyecek, bu konuda bir seyler yapmamiz lazim, global soguma bizi kotu etkiliyor" dedi.

Hemfikirdim. Yerde, hemen onumde hayatimda ilk defa acik havada gordugum donmus bir su parcasi vardi.

Çarşamba, Eylül 10, 2008

Okul

Sigaramdan derin bir nefes cekip yavas yavas biraktim.Alcak gunes kutuphanenin camlarinda arta kalan demirlerinden yansiyordu, parlak sari bir gokyuzunde kan kirmizi bir leke, cigerlerimden saldigim mavi-gri duman ile. Kutuphane yapisi sayesinde kale gibi gozukse de icindeki kurumus kagitlar dusen ilk roketlerin isisiyla coktan cayir cayir yandigindan duvarlari ve birkac demir parcasi disinda pek bir sey kalmamisti geride. Ote yandan tutusmadan once orada gizlenen gerillalarin Matematige iyi bir ders verdigi ortadaydi. Zirhimin dayandigi duvarda pek saglam bir sey kalmamisti..

Izmaritin kirmizi ucuna bakarken aklima daha birkac sene once tutune ne kadar karsi oldugum geldi. Yasam bu kadar ucuz ve hizliyken galiba ilerlemis yaslarda kanserden olecegini insan ciddiye alamiyor. Izmariti bir kenara firlatarak zirhimin icine tirmandim ve zirh kendisini etrafima sardi. Once nukleer jeneratorun isigina baktim (yesil), daha sonra dikkatlice, ses cikartmamaya calisarak harakete gectim.

Son catismalarda hayli bir sekilde hasar gormus binalarin yanindan.
Anfi ilk bombalanan binalarin arasindaydi. Icerisinde saklanmis insanlar yigintilarin altinda kalmisti ve aradan gecen yillara ragmen hala iskelet parcalari taslarin arasindan cikiyordu. Yavas yavas eskiyi anarak guneye dogru yururken birden bire bir parlaklik gozume girdi - arkasindan da bir sok dalgasi. Roketin sarapnelleri etrafimdan islayarak ucusurken ne kadar sansli oldugumu farkettim. Refleks halinde Rayliyi kaldirip atesledim. Toplam 4 kilo agirligindaki sarapneller iki metalin arasindaki miknatislarla olaganustu bir ivmelenmeyle zirhimdan ayrilirken beni geriye dogri firlatti. Raylinin tepmesi gibi bir sey yok bu dunyada. Dustugum yerde yuvarlanarak dizimin ustune kalktim ve kollarimdaki son iki roketi de salladim.

MM'in kalan kisminin tepesi birden bire havaya uctu. Arkasindan roketler tembel tembel binanin ortasina carptilar. Zaten hasarli olan bina yavas yavas saga dogru yikilmaya basladi. Tam yikilirken tepesinden atlayan bir zirh gordum ve raylinin tetigine bir daha asildim. Zavallicik daha havada iken yuzlerce kucuk parcaya ayrildi.

Son tepki beni anfilerin kenarina kadar geri itmisti. Hizlica saga dondum ve egimden asagi kosmaya basladim iki tarafima yikintilari alarak. Fizigin arkasina geldigimde varoldugunu tahmin ettigim - nerede oldugunu tahmin edemedigim yedeklerle karsilastim.

Ne kadar hizli olursan ol, zirh dedigimiz meret tonlar agirliginda ve sagir sultan uzak mesafeden kosara geldigini duyuyor. Karsilama grubu son derece iyi bir sekilde tuzak kurmustu bana anlasilan. Yuksek guclu lazerler ve roketler insanin yuzune cevrilmisken insan biraz afalliyor, ne yapacagini bilemiyor. Ben oylecene dururken guneyden cok hizlica gelen. gunes isigiyla degil, atmosferdeki surtunmesinden dolayi cilginca isildayan cisimler dikkatimi cekti ve kendimi yere attim. Karsimdakilerin de eli bos durmadi ve bir yigin roket bana dogru yavas yavas harekete gecti.

Insan panik icerisindeyken cevresindeki zaman nasil da yavasliyor. Roketlerin bana dogru gelislerini, zirhima ve etrafima carpislarini son derece net hatirliyorum. Ne kadar refleksvari bir sekilde yuzumu korumus olsam da 360 derece cevremi gosteren monitorlerden insan kendisini koruyamiyor. Panik, faltasi sekilde acilmis gozler ve sok. Birkac saniye sonra dogumda ikinci bir gunes dogdu. Hemen arkasindan arkamda bir ucuncusu.

Kendime geldigimde Sahitlerden kimse kalmamisti. Muhtemelen Hocalarina danismak icin geri cekilmislerdi. Zirhim ise son gorevini yapmis, beni sadece hafif yaralar icerisinde birakmisti ancak bir yere gidebilecek bir gucu kalmamisti.

Sikayet eden kaslarimi zorlayarak zirhi ustumden attim ve yaralarimi hafifce sardim. Elime makinaliyi alip, kafama da yerde buldugum bir kaski gecirerek tepeden asagi yurumeye devam ettim ve agaclarin icerisine girdim.

10 dakika sonra Makinayi solumda birakmis bir durumda agaclarin arasindan ciktim ve eski gozlemevini sagimda gordum. Son derece dikkatli bir sekilde yaklasarak etrafindan dolastim. Birkac sene once sorunlar ilk basladiginda bir gerizekali kubbeye bir ucaksavar makinali koymaya karar verdiginden geriye yanmis ve yikilmis bir tugla yiginindan pek baska bir sey kalmamisti.Ucaksavari koyarken asagi devirip attiklari teleskop hala dustugu yerde duruyordu. Sirtimi teleskobun tubune verip yere oturup bir sigara daha cikarttim ama elimi kibrit icin cebime attigimda ne kadar sanssiz oldugum ortaya cikti.

Yuzume sari bir kar yagmaya basladi. Yok, kar degil. Kul. "Genelkurmay ve Etimesgut?" diye mirildandim kendime. Sahitler bu kez cok ileri gitmislerdi ve bunun sonu ancak ciddi kotu bitebilirdi.

Batan gunesin isinlari karsimda yavas yavas dagilmakta olan mantari aydinlatirken kaskimi ve makinalimi yere koyup okulumun meshur Devrimcilerini beklemeye basladim - pek bir umit sahibi olmadan.

Bir sigara daha olsaydi hic de fena olmazdi.

Hepimiz Oleceeez!

Herkes LHC hakkinda paniklerken ve internette haber sayfalarini arka arkaya yuklerken ben sakince ekranimin karsisinda oturmus gokyuzunu seyrediyordum. LINEAR (Lincoln Dunyaya Yakin Astreoid Arastirmasi) projesinde calismanin en guzel yani gecenin buyuk kismini arkama yaslanip muzik dinleyerek ve ekranlari seyrederek gecirmek.

Arkamdaki guruh birden heyecanla birbirlerine sarilip alkisa basladilar. Kulaklikta calan muzigin (DragonForce!) sesini biraz dusurdum, anlasilan ilk carpismalar basarili bir sekilde sonuclanmisti. Birisi biralari buzdolabindan cikartti ve ben de elimi uzatarak bir soguk sise kaptim. Sisenin uzerinde bugulanan su damlalarini izlerken ekrandaki bir sey gozume carpti.

Daha onceden yerini ve seklini bildigimiz bir asteroidin fotografi ekranima gelmisti. Asteroid 2000 WG11, nami-diger (165347) Philplait. Kucuk bir tas yigini. Ekrandaki kirmizi rakamlar dikkatimi cekti - bu kucuk asteroid olmasi gereken yerden birbucuk milyon kilometre sapmis durumdaydi.

Boyle bir seyin tek ihtimali cok buyuk bir kutlenin bu asteroidi yerinden cekip baska bir yorungeye oturtmus olmasi ki bu asteroidin yakinlarinda boyle bir gezegenin (veya yildizin) olmadigini butun amator astrononmlar bilirler.

Kucuk bir hesaplama - bir karadelik. Yeni bir karadelik. Cok buyuk olmayan ama yeterince buyuk bir karadelik.

Siseyi acip agzima dayadim ama gulumsememi engelleyemedim. Butun catlaklar LHC'nin yaratacagi mikro-kara deliklerden endise ederken ben burada esas katili bulmustum - veya katil adayini.

Boyle bir agirligin gunes sisteminin icinden gecmesi butun gezegenleri yorungelerinden alip baska yerlere koymasi demek. Ben sizin yerinizde olsam simdiden evime komur depolamaya baslarim. Bir de konserveler. Bir de kasa kasa bira.

Esasinda hepsi bos.

Hepimiz olecez.

Pazar, Eylül 07, 2008

Hellboy II : The Golden Army

Mike Mignola tarafından yaratılan Hellboy ya da gerçek ismi ile Anung Un Rama batılı çizerlerin çalışmaları arasında kesinlikle en beğendiğim. 1993 yılından bu yana çok sayıda bölümü yayınlanan çizgi romanın çizgi filmi, filmi, oyunu ve kart oyunu mevcut. Yönetmen Guillerme Del Toro tarafından 2004 yılında çekilen Hellboy filminin devamı olan Hellboy II : The Golden Army Temmuzda sinemalarda gösterilmeye başladı.

Hikayelerini genellikle Birleşik Krallık halk öykülerinden alan Mignola ayrıca Hellboy'un dünyamıza gelişine neden olan Nazileri de sıklıkla kullanıyor. İnternette okuduğum kadarı ile Mignola ikinci film için yayınlamış çizgi romanlardan birini senaryolaştırırken daha sonra daha filmin mevcut halinde karar kılmışlar.

Ne yalan söyleyeyim bu sefer ki film beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Genelde daha yalın ve halk söylencelerine dayanan öykü içine Amerikanvari aşk hikayeleri ve Siyah Giyen Adamlar tadında öğelerle diğer çizgi romanlara göre sahip olduğu farklılığı kaybetmiş. Çizgi romanda mekanlar genelde kırsal alanlar, eski şatolar, Afrika'nın düzlükleri iken şehirde geçmesi sanki Hellboy'un bana o çekici gelen tarafını hafifletiyor. Film kendi içerisinde tutarlı ve sıkılmadan seyredilebilir de olsa, çizgi romanın damağımda bıraktığı o güzel tatdan uzak.

Filmi seyretmeyenler için bu yazacaklarım biraz ipucu olacak ama yazmadan geçemeyeceğim. Genel olarak okuduğum kitaplarda ve seyrettiğim filmlerde beni fazlasıyla rahatsız eden bir konu var. Vampirlerin, uzaylıların, iblislerin ve daha nice doğaüstü yaratığın insanlaştırılması. Mesela nefes alan, tensel açlık duyan, yiyen içen vampirler ya da aşkı bizim anladığımız gibi anlayan, yaşayan uzaylılar (sakın aşk evrenseldir gibi geyikler düşünmeyin. Tükürün, tükürün !) ya da filmde olduğu gibi dünyayı yok etmek üzere yaratılmış, yazgısı eli ile dünya üzerine kıyameti salmak olan bir iblis normal bir cinsel hayatı ve ikiz bebeklerinin olması (filmde doğum yok ama umarım bebekler için değişik bir şeyler planlamışlardır) bana çok saçma geliyor. Sonuçta bütün bu yaratıklar, canavarlar ya da her ne iseler doğa üstü olarak adlandırılan, bildiğimiz doğa kanunlarına karşı gelen varlıklar. Ama illaki bir insan yanları oluyor. Bu bana bu karakterleri yaratanların işin kolayına kaçarak değişik bir fikri insan öğeler ile tamamlayarak seri üretime geçmişler gibi geliyor.

Seyir zevkini bozmamak için daha fazla detaya girmeyeceğim. Velhasıl bir kaç gereksiz romantik sahne haricinde zevkle izlenen yine de bir ah çektirip çizgi romanı anmamı engellemeyen bir film.


http://www.hellboymovie.com/
http://www.hellboy.com/

Cuma, Eylül 05, 2008

TBD 2008 Bilim Kurgu Öykü Yarışması

Bilenler bilir Türkiye Bilişim Derneği her yıl bir bilim kurgu öykü yarışması düzenler. İlk üçe seçilenlere armağanlar verir. Yarışmanın jürisi her sene farklıdır ve bu kişiler bilim kurguya ve edebiyata yatkınlıklarıyla belirlenirler.

Bu sene TBD yarışmayı takip edenler için de küçük bir yarışma açmış ve ön elemeden geçmiş yirmi dokuz öykü arasında birinci gelecek öyküyü bilenlere bir dijital fotoğraf makinesi armağan ediyor.

Aşağıdaki bağlantıyı tıklayarak bu küçük yarışmaya katılabilirsiniz. Bu bahaneyle de yarışmaya katılan birbirinden keyifli öyküleri okuyabilirsiniz.

Bilim Kurgu Öykü Yarışması

İyi olan kazansın!