Gün Zilkade ayının onuncu günü, cuma. Sene 1241. Sıcaklar iyiden iyiye Konstantiniyye’nin üzerine çökmüş. Gökyüzü bulutsuz ama kara kara dumanlar şehrin üzerini örtmüş. Şehr-i Hümayun’u bir çılgınlık kaplamış. Ahali can derdinde.
Yeniçeri neferi Oturak Galip Divan Yolunda devrilmiş bir öküz arabasının arkasına sinmiş, mermilerden saklanmaya çalışıyordu. Yol üzerinde Ağa Hüseyin Paşa komutasında cebeciler, topçulardan ve bir kısım kapıkulu ve peşlerinde bir kısım ahali ile Yeniçeriler arasında amansız bir çatışma sürüyordu.
Yeniçeri Galip Ağa Hüseyin Paşayı iyi bilirdi. Yeniçeri Ağası olarak çektirdiklerinin acısını unutmuş değildi. Şimdi de ocağa karşı sancak açmıştı soysuz. Ocağa ihanet edenin, yoldan dönenin katli vacipti. Galip belki farkında değildi ama eline yıllardır beklediği fırsat geçmek üzereydi.
Padişah yandaşları ile Etmeydanı tarafında mevzilenmiş Yeniçeriyan amansız bir çatışmaya girmişti. Karşılıklı tüfek ateşinden her tarafı barut dumanı sarmıştı. Yer cesetler ve yaralılar ile doluydu.
Galip rastgele bir atıştan sonra iki arşını aşkın tüfengini doldurmaya başladı. Tüfeğin namlusu işlemeler ile doluydu. Nişangâhın önünde Padişah II. Mahmut Hanın tuğrası ile Zülfikar nişanı vardı. Galip’in kolunda da dövmesi vardı. 53. Orta nişanı olan tüfeng ve Ocağın alametlerinden olan Zülfikar.
Arabanın üzerine tüfengi yatırıp bir hedef aradı ama barut dumanı görmesini engelliyordu. Okkalı bir küfür sallayıp, tekrar arabanın arkasında beklemeye başladı. Deniz tarafından bir rüzgâr başlayınca duman dağılır gibi oldu. Bunu fırsat bilen Galip tekrar doğruldu ve dumanın arasından görülen kalabalığa doğru nişan aldı. O anda atı üzerinde Galip Hüseyin Paşayı gördü. Mendebur halen Yeniçeri Ağası idi. Besmele çekip asılınca tetiğe gürültüyle patladı tüfeng. Mermi havada bir kalp atımı uçtu. Sonra da Yeniçeri Ağası Ağa Hüseyin Paşa’nın sağ gözünün altından girip ensesinden çıktı. Paşa ne olduğunu hiç anlayamadı, çarpan merminin şiddeti ile cansız bedeni atından aşağı devrildi.
* * * *
Öğretmen sınıfa girdiğinde tüm öğrenciler ayağa kalktılar. Eliyle öğrencileri yerine oturtup kendi yerine kuruldu. Okuma gözlüğünü takıp şöyle bir hepsini süzdü. Önündeki kitabı açıp sayfalarını karıştırdı. Aradığı sayfayı bulunca üstün körü bir kez daha okudu.
Okuması bitince gözlük üzerinden sınıfı bir kez daha süzdü. Öğrenciler tedirginlik içerisinde bekliyordu. Her an bir sözlü başlayabilirdi. Yaşlı tarih öğretmeni acımasız sözlüleri ile nam salmıştı. Öğretmen beklemekten zevk alırcasına bir kitaba bir öğrencilere baktı. Sonunda karar verip konuşmaya başladı.
“Evlatlarım bildiğiniz üzere yarın Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüz ellinci yıl dönümü. Bildiğiniz gibi bu nadide cumhuriyet şehitler ve gazilerin akıttığı kan ile atalarımızın dirayeti sayesinde kurulabildi. Bu nedenledir ki size Vaka-i Hayriye’den bahsedeceğim.”
Öğretmen ayağa kalkıp öğrencilerini bir kez daha süzdü ve konuşmasına devam etti.
“Senelerden 1826 yani Hicri takvime göre 1241. Padişah II. Mahmut ile Yeniçeri Ocağı arasındaki sürtüşme hat safhada. Osmanlı İmparatorluğu artık Avrupalının gözünde bir hasta adam. İşte böylesi günlerde dışarıdaki düşmanlar yetmiyormuş gibi Padişah bir de Ocağın devrimci fikirlerinden çekindiği için bin bir türlü hile ile Ocak ile uğraşıyordu. Yandaşları ahaliye Ocağın nasıl ahlaksız, nasıl kanunsuz olduğu fısıldıyordu. Son yıllarda yönetim bekasını kaybeden saltanat son bir çırpınış içerisinde beş yüz yıllık Sanadid-i Bektaşiyan’ı yani Yeniçeri Ocağını kendine düşman edinmiş, Padişah II. Mahmut Eşkinci Ocağını kurdurtacak kadar aciz içerisindeydi. Tecrübesiz, yeni yetme askerlerin koskoca Ocağın yerine geçecek hali yok ama kendi iktidarı için ülkeyi iç savaşa bile sokmaktan çekinmeyen II. Mahmut çaresizce debeleniyordu.”
Konuşmasına ara veren öğretmen, öğrencileri bir kez daha süzüp devam etti.
“Böylesi kritik günlerde devletin çıkarlarını gözeten Yeniçeri Ocağının ileri gelenleri Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa’ya gidip, yeni kurulan ocağın muvaffak olamayacağını, beş yüz yıldır zanaatı askerlik olan, her daim Nizam-ı Âlem’in menfaatleri için çalışmış, Yeniçeri Ocağı varken ülkede ikilik çıkaracağını anlattılar. Bu tür çabaların yanlış olduğunu, endişelerini Padişaha iletmesi için ricacı oldular. Hüseyin Paşa ise çoktan Padişah ile anlaşmış, üç kuruşa Ocağa karşı cephe almıştı. Bu nedenle bütün bu haklı uyarıları dinlemedi.
Yeni ocak kurulalı daha dört gün olmuştu ki Padişah ve yandaşları harekete geçti. Önce artık iyice yozlaşmış, Padişahın kuklası haline gelmiş Şeyhülislamlık makamından Yeniçeri Ocağının yoldan çıktığını, artık işlev görmez olduğununa dair fetva alındı. Padişah da Ocağın yapacağı ıslahatlara mani olduğu, düzeninin bozulduğu, kanun tanımadığı gibi yalan gerekçeler ile fetvayı da kullanarak asırlık Hacı Bektaş Ocağına savaş ilan etti. O zaman görüldü ki Padişah devletin ağır badireler atlattığı, dışarıdan birçok düşmana karşı savaş verdiği günlerde bir iç savaş çıkartmak için gizli tertipler içerisindeymiş.
Padişah yandaşları Sancak-ı Şerif-i de bu hainliğe alet ederek halkı kandırmaya çalıştılar. Topladıkları kendini bilmezler ve üç kuruşa tamah edip akçe karşılığı Padişahı destekleyen bir kısım kapıkulu bugün Genelkurmay Başkanlığının bulunduğu Etmeydanına yürümeye kalkıştılar. Ocağına ihanet eden Ağa Hüseyin Paşa başlarında bu çapulcu güruhu Ocağı Bektaşiyan’ın karşısına çıkmaya cesaret ettiler. Tabi ki Pirimiz Hacı Bektaşi Veli’nin de “Bu askerin yüzü gün gibi ak ve aydınlık, kolu ağır, kılıcı keskin, oku delici olacaktır. Giderken muzaffer, dönüşünde galip olacaktır.” buyurduğu üzere bu çıkarcı hainler gurubunun Ocağa direnme ihtimali yoktu. Daha çıkan ilk çatışmada hain Hüseyin Paşa vurulunca, başsız kalan çapulcular dağıldı. Böylece her türlü hainlik içerisinde hazırlanan tertip bozulmuş oldu.
Padişahı peşine takılan kuvvetler dağılınca Yeniçeriyan Topkapı Sarayına yürüyüp bütün günahına rağmen padişahtan adalet istediler. Padişah II. Mahmut ne yapacağını şaşırdı. Kendisinin vatana ihanet suçu ile adalet önüne çıkarılacağı düşüncesine dayanamayıp zavallı bir hareket ile kendi canına kıydı.
Bu yüce ulusun temelini yüzyıllar önce Anadolu’da atmış, bir dönem cihana hükmetmiş atalarımızın soyu ile son yıllarında ülkenin kendisine ihtiyacı olduğu günlerde sırtını halkına dönen, zevk ve sefa alemlerinin peşinde koşturan, kendi iktidarı için öz kardeşlerinin bile canına kıymaktan çekinmeyen, dışarıdaki düşmanlara karşı serdar, han olarak görevini yerine getiremeyen son padişahların soyunu karıştırmayın. Ne acıdır ki bu soyun yok olması ile Osmanlı Hanedanı son bulmuş oldu.
İşte Saltanatın kaldırıldığı bu kutlu, hayırlı olaya Vaka-i Hayriye denir. Vaka-i Hayriye ile bugün de dimdik ayakta olan, ismini Osman Han’dan alan Osmanlı Cumhuriyeti’nin temeli atılmış oldu.”
2 yorum:
Bugünlerde Hakan'la sana ne oldu yav? Yazıyorsunuz yav. Darısı kalanların başına.
Eline sağlık.
Başına oturunca yazılabiliyormuş ;) Asıl sana ne oldu ? Aylar oldu bir hikaye çıkmadı. Bir gün bir iki saat ayır, iki satır karala. Gözümüz yollarda kaldı yauv :)
Yorum Gönder