Salı, Mayıs 06, 2014

Bi memleket gibidir tren...



Güney Kore’li yönetmen Bong Joon-ho’nun son filmi Snowpiercer’ı izledikten sonra zihnimde Gemide filminin başlangıç repliği uyandı. “Bi memleket gibidir gemi” diyordu kaptan; “her şey düzenli ve kontrol altında olmalıdır. Kaidelere uyulmalıdır; kanunlara, nizamlara...”. Bazı metaforlar hiç eskimiyor olmalı ki bu sefer bir Kore’li yönetmen, yüksek teknoloji ürünü bir treni benzer bir mecazi kurgunun içine yerleştirmiş. Ortaya pek çok açıdan kayda değer bir film çıkarmış. Fransız orjinli bir çizgi romandan uyarlama olan Snowpiercer’dan az spoiler eşliğinde biraz bahsetmek istedim.

Önce konuyu aktaralım: Gelecek zamanda insanoğlunun küresel ısınmayı durdurmaya yönelik yaptığı bir girişim felaketle sonuçlanmış ve bir buzul çağına giren dünyada yaşam sona ermiştir. Vizyoner bir mucit ve girişimci olan Wilford, bu gidişatı öngörerek tasarladığı treni bir tür Nuhun gemisine çevirip alabileceği kadar insanı alarak sonsuz bir yolculuğa çıkar. Wilford’un devridaim makinesi olarak da adlandırılabilecek olan Snowpiercer, yakıta ihtiyaç duymadan hareket etmekte ve kendi içinde sürdürülebilir bir ekosistem barındırmaktadır. Tren, bu haliyle içindeki insanlar için bir yaşam kaynağıdır, ancak bu kaynakların kullanımı içinde barınanlar açısından eşit değildir. Zira Snowpiercer toplumu keskin bir biçimde sınıflara ayrışmıştır: trenin arka kısmında barınanlar, daracık kompartımanda silah tehdidi altında açlığa mahkum bir biçimde hayatta kalmaya çalışırken; ön taraftakiler Snowpiercer’ın sunduğu imkanlardan sonuna kadar faydalanarak zevk ve sefahat içinde yaşamaktadırlar. Bu vagonlar arası geçişler yasak olup eşitsiz düzen Wilford’un silahlı güçleri tarafından baskıyla sağlanmaktadır. Ne var ki, arka tarafın ezilenlerinden Curtis, akıl hocası bilge Gilliam’ın da desteğiyle bu düzene başkaldıracaktır. Hedefi, ne pahası olursa olsun ön kompartımanlara ulaşmak ve halkını özgürleştirmektir.

Sınıf çatışmasına değinen bilimkurgular son yıllarda çoğaldı gibi: In Time, Hunger Games ve Elysium ilk aklıma gelenler. Snowpiercer ise içerdiği siyasi metaforların yoğunluğu ile türdeşleri arasında müstesna bir yere yerleşiyor. Hatta bu metaforların çokluğu ve yer yer kabalığı o düzeyde ki filmi bir sembolizm gösterisine çeviriyor ve inandırıcılığını epey sekteye uğratıyor. Nitekim salt bilimkurgu çerçevesinden baktığınızda, insanlığın geride kalanının 18 yıldır sonsuz bir rotada dönüp duran süper hızlı bir trenin içinde barınması ve bu trenin içerideki yaşamı sonsuz bir döngüde yeniden üretebilecek bir donanıma sahip olması mantığın sınırlarını zorladığı gibi, absürd denebilecek olay ve durumların sayısı az değil. Bunu not edelim, ama kapitalizm dediğimiz düzenin normalleştirdiği tuhaflıklar az mı? Örneğin böylesine ileri teknoloji bir trenin çalışmak için çocuk işçiliğine gereksinim duyması pek çok izleyiciye inandırıcı gelmeyecektir. Onlara cevabım şu olurdu: ceplerimizdeki akıllı telefonlar bir süper-hızlı trenden daha mı az teknolojik? Ve bu telefonların bu devirde halen çocuk işçiliği gerektirdiğine şaşırmazsınız da trenin dişlisi olmalarına mı şaşırırsınız? Alegori bu nedenle güçlü bir ifade biçimidir: simgesel olanla gerçekte olan arasındaki mesafe, üzerine biraz düşünürsek göründüğünden daha kısa olabilir, ve bu kısalık ürkütücüdür.

Filmi bilimkurgu kategorisinde etiketlemek de biraz tartışmalı; zira filmin atmosferine hakim olan grotesk hava, karikatürize karakterler ve zaman-dışılık izlenimi yaratan mekânsal detaylar (pek çok plan bende Brazil, Şarküteri ve Kayıp Çocuklar Şehri çağrışımları uyandırdı mesela) bilimkurgu katılığını yumuşatıyor. Buna yönetmenin aralara attırdığı muziplikler de eklenince garabetleri hoş görüp siyasi göndermelere odaklanıyorsunuz. Kaldı ki filmi ilgi çekici yapan tam da bu göndermeler: Tilda Swinton’ın muhteşem bir oyunculukla canlandırdığı “bakan” Mason’ın bize çok tanıdık bir hamaset söylevinin ardından “Herkes haddini bilecek. Ayaklar baş olursa ne olur? Anarşi olur, kaos olur… Bu nizam kutsal nizamdır, değiştirmeye yeltenmeyin, yerinizi bilin” şeklinde konuşması; düzenin ön taraftaki anaokulu çocuklarına şarkı ve oyunlarla endoktrine edilmesi, elden ele dolaşan devrim meşalesi ve daha pek çok yer yer ince, bazen kaba alegoriler filmi ilginç kılmaya yetiyor. Trendeki eşitsiz düzenin tanrısallığı, Malthus’çu nüfus kontrolü stratejisi, devrimin belli bir aşamadan sonra sürdürülme veya reformizme dönüşme ikilemi ve daha pek çok siyasi tartışma, filmin alt metinlerine didaktizme kaçmadan yerleşiyor. Öte yandan yönetmen tempo ve aksiyonu da belli bir seviyede tutarak bu alt metinlere takılmayan izleyicinin de dikkatini filme odaklamayı başarıyor. Oyunculuklara gelince, Tilda Swinton performansıyla ışıldıyor ama tüm oyunculuklar belli bir kalitenin üstünde. Kaptan Amerika’nın afilli kostümlüsü Chris Evans’ın parkalı-bereli devrimci Curtis’te vücut bulması da ilginç olmuş. Ama benim için asıl sürpriz, pek sevdiğim aktör Ed Harris’in Truman Show’daki rolünün birebir aynısıyla bu filmde zuhur etmesiydi.

Ezcümle, Snowpiercer mükemmellikten uzak ama bir o kadar da ilginç ve kışkırtıcı bir yapım. Bir semboller yığını olarak biraz yorucu, ama tartışmasız biçimde yaratıcı. Bir insanlık durumu olarak sınıf mücadelesini ele almakta ise gayet başarılı. Sonuçta doğru örneklem alındığında her insanlık durumu bir trene sığar, evet. Dünyada yaşam sona erdiğinde ise bu tren "bi memleket oluverir".
 

Hiç yorum yok: