Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi!
Tevfik Fikret “Sis” 03 Mart 1902
Ahmet Vasfi’nin sinirden içi içine sığmıyordu. Laboratuarda oturuyordu bir başına. Kafasını dağıtmak için masanın üzerindekilere baktı. Birkaç kitap, geçen haftadan kalma notlar, kırtasiye ve bir sürü ıvır zıvır. İlk eline gelen kitabı açtı. Rastgele bir sayfa çevirdi. Okudu. İlk cümlelerden sonra aklı uçtu gitti. Gözleri istemsizce kelimeleri takip ederken içi sinir ile doldu. Hışımla kitabı fırlattı, ayağa kalkıp masadan kaçtı. Odanın içerisinde bir oraya bir buraya yürümeye başladı.
Son birkaç aya kadar kuduz hastalığını tedavi etmek için Sultan Hamid Hanın fermanı ile tesis edilmiş Darü’l Kelb Tedavihanesi’nin önemli bir çalışanı idi. Hocası Hüseyin Hulki Bey ondan övgüyle bahsederdi. Çalışkanlığı ve araştırmalara olan katkısından dolayı ilk fırsatta terfi edeceğini söylerdi. Ancak hepsinin bir yalan, sadece onu oyalamak için ağzına çalınan bir parmak bal olduğunu bugüne kadar idrak edememişti.
“Ecnebi memleketlerde mühim araştırmalarda bulunmuş, pek müstesna şahsiyetler ile çalışmış böylesi bir tabibin tedavihaneye kazandırılması muazzam bir başarı” Hocası yüzüne karşı utanmadan böyle söylemişti.
Mevzu bahis tabip tahsilini yeni bitirmiş, daha yirmi üç yaşında bir çocuktu. Henüz çalışmaya bile başlamamıştı. Buna rağmen gerek Hüseyin Hulki Beyin gerekse Miralay Dr. Hüseyin Remzi Beyin övgülerine mahzar olmuş, Ahmet Vasfi’nin belki de aylar önce hak ettiği terfiyi kapmıştı. Aslında övgüye değer olan Mahmut Şevki denen bu çocuk değil de Maliye Nazırı olan babası idi. Ne de olsa bu kahpe dünyada esas olan nazır oğlu, paşa torunu olabilmek idi.
Tekrar yerine oturdu. O terfiyi hak ediyordu. Bütün işleri o çekip çeviriyor, araştırmayı neredeyse tek başına yönetiyordu. O terfiye ihtiyacı vardı. Kendi araştırmasını bitirebilmek için daha fazla kaynak ve yetki gerekliydi. Kendisine söz verilen terfi ile hepsi elinin altında olacaktı. Aylardır sabretmişti. Anlıyordu ki bir hiç için beklemişti.
Sakinleşmek için pencereye gitti. Şehre çöken sisi seyretmeye başladı. Beyaz karanlığın içerisinde ahali koşturuyordu. Birbirinin peşi sıra bastıran sisten ve karanlıktan kaçarak evlerine gidiyorlardı. Tebaa bir kez daha sıcak evlerinin güvenli aydınlığına kavuşacaktı. “Sultan’ın sadık ve emirlere uyan tebaası. Sultan’ın sadık olduğundan emin olunan ve emirlere uydurulan tebaası.” diye düşündü.
Bu gece öfkesini dizginleyebilmek için tedavihanede kalmıştı. Özellikle sisli ve dolunaylı gecelerde kimseler olmazdı hastanede. Neredeyse Uluğ Sultan’ın Yıldız Teşkilatı kadar korkuyorlardı geceden ve sisten.
Öfkesi biraz durulmuştu. Yerine oturup odayı şöyle bir inceledi. Sessizlik morfin gibi yatıştırmaya, acısını almaya başlamıştı. Sessizliğin tadını çıkarırken laboratuarın kapısı hışımla açıldı. İçeri Mahmut Şevki girdi. Hastanenin medarı iftiharı, genç yeteneği!
Mahmut Şevki kıdemce ve yaşça büyük adama tek kelime etmeden kendisine tahsis edilen masasının başına geçti. Çantasını açtı içerisinden kitaplar, defterler, sayfa sayfa kağıt çıkartıp masanın üzerine yığdı. Gösterişli, deri kaplı bir defteri eline alıp okumaya başladı. Sanki odada yalnızmış gibi.
Ahmet Vasfi uzun uzun genç doktoru süzdü. İçini kemiren bütün nefretini, ona yaptıklarını yüzüne haykırmak istedi. Ağzını açtı, ama sustu. Yanlış bir şey söylerse daha kötü de olabilirdi. Yine de söylemeliydi ona neler yaptığını. Onun yüzünden neler kaybettiğini bilmesi gerekirdi. Kendine zar zor hakim oldu. Sonunda ağzını bükerek selamladı:
“Hoş geldiniz Mahmut Şevki Bey. Ben Ahmet Vasfi. Bu pek mühim araştırmada Hocamız Hüseyin Hulki Beye yardım ediyorum. Aslında pek çok işi ben yapıyorum.”
Mahmut Şevki hiç sesini çıkarmadı. Sinirlice birkaç sayfa daha karıştırdı. Sonunda defterini masaya fırlatıp, Ahmet Vasfi’ye döndü:
“Evet sizden bahsettiler. Yoksa siz de muhterem hocalarınız gibi yere göğe sığdıramadıkları Mösyö Pastör’ün çalışmalarına mı tapınıyorsunuz?”
Ahmet Vasfi beklemediği bu soru karşısında bir cevap veremeyince, genç adam devam etti:
“Herkesin aklı fikri kuduzda ve bittabi Padişah Efendimizin ilgisinde. Kör değilsiniz, bu durumda aptal olmalısınız. Veyahut Anadolu’dan göçen basit bir ırgatsınız. Esas sorunu göremiyorsunuz. Bunca yıldır bu makamı işgal ederken siz de kuduz illetinden daha uğursuz bir bela olduğunu göremediniz mi?”
Söylediklerinin Ahmet Vasfi üzerindeki etkisini tartıp, kendinden emin bir ifade ile devam etti:
“Nazır Paşa Babamın beni tahsilim için gönderdiği Londra’da bahsettiğim husus hakkında pek çok vaka işittim. Ecnebilerin arzın dört bir köşesinden havadisleri yetiştiren gazeteleri bile suskun kalsa da herkes olan bitenin farkında idi. Hatta Avrupa’nın göbeğinde, Fransızların gözbebeği Paris’te de pek çok uğursuz vakanın vuku bulduğu söyleniyor. Köpek ısırmalarından bahsetmiyorum. Çok daha dehşetli ve gizemli. Hatta bir söylentiye göre Mösyö Pastör’ün daha en başından beri aradığı kuduz tedavisi değilmiş.”
Ahmet Vasfi düşünceli bir şekilde masasına geçti. Genç adamı bir süre süzdü. Tepkisini görünce Mahmut Şevki’nin yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşti.
“Ne oldu? Tedirgin mi oldun? Bunca senedir çalışıyorsun ama hakikaten olanlar hakkında en küçük bir malumatın bile yok. Aç kulaklarını da dinle Vasfi Efendi. Belki de sübyan diye hor, aşağı gördüğün benden bir şeyler öğrenirsin.”
Konuşmasına izin vermeden devam etti:
“Bir musibet mevzu bahis. Kimden, nereden, nasıl bulaştığı meçhul. Adamı ifrit çarpmışa çeviriyor. Vefat yok. Ancak adam kendi vefatını arzulayacak hale geliyor. Adamı köpekten daha aşağı ediyor. Hastalar hayvanlaşıyor. Çiğ ete tamah ediyorlar. İşte ben bu musibete deva bulacağım.”
Mahmut Şevki konuşurken farkında olmadan yerinden kalkıp Vasfi’nin yanına kadar gelmişti. Genç adam kan çanağı gözlerini üzerine dikmiş, masanın üzerine çullanmış, yüzüne soluyordu. Anlattıkları ve yaptıkları karşısında Ahmet Vasfi masasını siper etmiş, koltuğunu duvara kadar çekmiş, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Zar zor, geveleyerek ağzından kelimeler döküldü:
“Mahmut Şevki Bey, rica ederim kendinize çeki düzen veriniz. Nasıl bir lakırdı bu böyle? Olur mu böyle bir musibet? Belli ki bitap düşmüş, hasta olmuşsunuz. Size araba çağırtayım, konağa dönünüz. İstirahat ediniz.”
Bu cevap karşısında Şevki celallendi. Sesini iyice yükseltip, heyecanla, ağzından tükürükler saçarak konuşmasına devam etti:
“Sen kaç Vasfi Efendi. Hocan Hüseyin Hulki’nin gölgesinde saklan. Hakikat karşısında ne kadar da korkak, ne kadar da biçaresin. Londra’dan beri çalışıyorum. Gecemi gündüzüme kattım. Neler çektiğimi, neler gördüğümü bilemezsin. Ancak senin gibi zayıflar, alçaklar arkasını döner böylesi bir dehşete. Senin gibilerin yeri olmamalı bu çatının altında.”
Mahmut Şevki hırsla konuşurken dışarıdan, sisin içerisinde dehşetengiz bir uluma duyuldu. Genç doktor olduğu yere mıhlandı. Kanlı gözlerini pencereye sabitlemiş bakıyordu.
“İşte evlad-ı şebab. Guş-i can ediniz. Ne manalı terennüm eyliyorlar” diye mırıldandı.
* * * *
Ahmet Vasfi’nin tüm vücudu istemsizce titredi. Alnındaki damarlar şişmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Buram buram korkuyordu. İstanbul’un arka sokaklarında bir başına koşturmuştu. Dehşete kapılmış, ne yapacağını bilmez bir halde yönünü bulmaya çalışıyordu. Dar sokaklar, üzerine kapanmış iğreti binalar üstüne üstüne geliyordu.
Gecenin köründe, sisin hükümranlığında her bina, her sokak birbirinin eşi benzeri idi. Sisin çökmesinden sonra ahali çoktan hanelerine çekilmişti. Sokaklarda bir Allah’ın kulu yoktu. Ne yön soracak, ne de onu bu karabasandan çekip kurtaracak tek bir insan evladı bile.
Tekrar koşmaya, kaçmaya başlamak istedi ama bacakları onu daha fazla taşıyamadı, dizlerinin bağı çözüldü. Çamurlu sokakta yuvarlandı. Elbiseleri yırtıldı, pisliğe bulandı. Zar zor oturdu. Gözlerinden damla damla yaşlar süzülüyordu. Korkudan mı, sinirden mi bilemedi. Titreyen ellerini bir türlü zapt edemiyordu. Belki de güneşin doğmasına az kalmıştı. Bitecekti bu çektikleri. Zar zor elini yeleğinin cebine ulaştırdı. Çamurlu parmakları ile saatini bulup çıkarttı. Açmaya çalışırken, titreyen parmakları arasında kayıp gitti. Zinciri kopmuş olacak ki, pirinç köstekli saatin Arnavut kaldırımlarından sekerek uzaklaşmasını dinledi. Emekleyerek her şeyi örten sisin içinde saati aradı, ama nafile, bulamadı.
Sisin içinde, sonsuz sokaklar dehlizinin ötesinde bir uluma yankılandı. Ahmet Vasfi’nin ağlaması, titremesi, her şeyi kesildi. Kanı dondu, kalbi sustu. Birkaç kalp atımı öylece kala kaldı. Sonrasında dehşet tekrar ininden çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya, vücudu kasılmaya başladı.
Ancak dakikalar sonra sakinleşebildi. Birkaç kez derince nefes aldı. İstanbul’un kirletilmiş, rutubetli, sisli havasını ciğerlerine doldurdu. Sürüne sürüne bulduğu bir binanın duvarına yaslandı. Biraz toparlanabilmişti.
Birkaç nefes kadar dinlenmişti ki yaslandığı binadan sesler işitti. Önce tekrar kaçmayı düşündü. Sonra vazgeçti. Evin kapısı yeni yağlanmış menteşelerin üzerinde sessizce açıldı. Nursuz bir adam kafasını uzattı. Kara sakalları, karışık pis saçları ve zifiri gözleri vardı. Kapıyı siper alıp etrafı iyice kolaçan etti. Ahmet Vasfi’yi görmedi. Veyahut kaile almadı. Kapının ardından kayboldu. Akabinde binadan bir adam çıktı.
Kibar, ecnebi beyefendilere benziyordu. İnce yapılıydı. Boyunu uzun gösteriyordu. Zengin görünümlü, kaliteli kesimli bir redingot giyiyordu. Bir elinde fesini diğer elinde pahalı, işlemeli bastonunu tutuyordu. Yalpalayarak birkaç adım attı. Düzgün yürüyemeyince durdu. Biraz eğilip öksürmeye başladı. Uzun uzun öksürdü. Ciğerini göğsünden söküp atmaya çalışırcasına öksürdü. O öksürdükçe afyon kokusu ayyuka çıktı. Sonra nefeslenmek için doğruldu. Etrafına bakındı. Elinde taşıdıklarını yere bırakıp ceplerini karıştırmaya başladı. Bir süre kurcaladıktan sonra bir gözlük çıkarttı. Beceriksizce takıp etrafına tekrar bakındı. O zaman Ahmet Vasfi’yi gördü.
Bu beyefendide bir gariplik vardı. Yüzünde uykulu, uyuşmuş bir ifade vardı ama mavi gözleri çakmak çakmaktı. Bakışları bu beyaz karanlığı, geceyi deler gibiydi. Sanki gaibi okuyor, biliyordu. Ahmet Vasfi’nin daha önce gördüğü hiçbir Adem evladına benzemiyordu.
Sendeleyerek Vasfi’nin yanına kadar geldi. Usulca eğildi. Ağzını açtı ama tekrar öksürüğe boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp öksürdü. Nefes almaya çalışırken hırıltılar çıkarıyordu. Cebinden der top edilmiş bir mendil çıkartıp ağzını sildi. Sakin bir sesle konuşmaya başladı:
“Bu gecede, bu siste, bu izbe sokakta rastlaşmamızı tesadüf zannediyor iseniz, büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Bu, nice felaketler sahnelemiş şehirde hiçbir vaka tesadüfi değildir. Siz ya da bu fakir bilmese de her hadisenin bir nedeni vardır. Dolunaylı, böylesi bir gecede size söyleyebilecek tek bir öğüdüm var. Her ne iseniz osunuzdur. Aksi çabalarınızda her daim tabiat galebe çalar. Bu hakikat ne sizin için ne de benim için istisnaidir.”
Adam bastonunun yardımı ile doğruldu. Zayıf adımlar ile ağır aksak yürüdü, sisin içerisinde kayboldu. Az sonra bastonun da, adımlarının sesi de duyulmaz oldu. Ahmet Vasfi ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bir süre baktı. Aklını toplayıp nerde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Koşarken önünden geçtiği dükkanları, sokakları hayal meyal hatırlıyordu. Gerisi etrafını saran sis kadar belirsizdi. Daha ne kadar kaçabilirdi? Daha nereye kaçabilirdi? Nereye saklanabilirdi? Elbet bir yerde, bir zaman yakalanacaktı. Belki de yeri ve zamanı kendisi seçmeliydi.
* * * *
Darü’l Kelb Tedavihanesindeki yeni makamında, masasını aydınlatan gaz lambasının ışığına sığınmış Mahmut Şevki çalışıyordu. Ne bu tekinsiz gecenin soğuğu ne de ıslık çalarak binaya dolan rüzgar dikkatini dağıtıyordu.
Kapının ardından gelen ayak sesleri dikkatini dağıttı. Ayağa kalktı. Tam kapıya yönelmişti ki ahşap kapı tüm köhneliğiyle açıldı. Kapıda Ahmet Vasfi vardı. Kıyafetleri yırtılmış, üstü başı pislik içerisindeydi. Akşamüstü gördüğünden tamamen farklıydı. Elbiseleri, üstü başı değildi farklı olan. Cüssesi kapıyı dolduruyordu. Daha iri, daha tehditkar görünüyordu. Ağlamaktan kızarmış gözlerinde acı vardı. Soluk soluğa dikilirken elleri titriyordu.
Nefes nefese, hınçla konuşmaya başladı:
“Size garpta vakıf olamayacağınız bir kıssadan bahsedeyim beyzadem. Köşklerde, yalılarda, peşimde koşturan bakıcılar, bir dediğimi iki etmeyen mürebbiyeler ile büyümedim. Paşa babam hiç olmadı. Dişimle, tırnağımla kazıyarak yaşadım. Tek gayem, damarlarımda dolaşan ancak size eğlence gelen bu illetten, bu lanetten kurtulabilmekti.
Hayatın sorduğu cümle sualin cevabına vakıf olduğunu sanan senin gibi sübyanlar, saçlarını sakallarını simya uğruna ağartmış ihtiyar feylesoflar gördüm. Tek bir hakikatin olduğunu öğrendim. Ancak kuvvetliler muvaffak olabilir. Yine de zorunda kalmadıkça Adem soyunu incitmedim, direndim.”
Ahmet Vasfi durduğu yerde sendeledi. Göz bebekleri büyümüş, alnındaki damarlar şişmişti. Dişlerini sıktıkça sivri köpek dişleri görünüyordu. Yüzüne yavaş yavaş bir acı ifadesi yerleşti.. Çehresi değişmişti. Alnındaki ve yanağındaki kemikler daha da belirginleşmiş, adeta birkaç dakika içerisinde sakalları çıkmıştı. Duruşu kamburlaştı, eğildikçe kolları dizlerinin hizasına geldi. Boğazından çıkan garip hırıltılar arasında, konuşmaya devam etti:
“Sabır taşı çatladı artık. Saklanmak nafile, kaçış yok. Musibet mi istedin? Musibet mi aradın? İşte sana arzu ettiklerinin cümlesi.”
Ahmet Vasfi elinin tersi ile Şevki’ye vurdu. Adam masayı aşıp ardındaki duvara çarptı. Kırık bir oyuncak bebek gibi yatarken başından akan kan ile yerler kızıla çaldı. Vasfi zıplayıp masanın üzerine çıktı. Ciğerindeki tüm nefes ile haykırdı. Tüm tedavihanede çınladı zafer çığlığı.
Masadan inmemişti ki dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Ağır, aksak adımlar koridorda yankılanıyordu. Çok geçmeden kapının ağzında bir adam belirdi. Sokakta karşılaştığı garip beyefendiydi. Yüzünde buruk bir gülümseme vardı.
Tek kelime etmeden, tereddütsüz elinde tuttuğu tabancayı doğrultup, tetiği çekti. Mermi Vasfi’nin boğazını delip geçip, ardındaki pencereyi kırdı. Vasfi bağırmak istedi ama boğazındaki delikten sadece kan aktı. Eliyle kapattığı boynundan kan fışkırıyordu. Giderek güçsüzleşti. Mahmut Şevki’nin yanına düştü. Canı bedeninden çekiliyordu.
Beyefendi elindeki tabancaya bakarak konuştu:
“Enteresan öyle değil mi? Tüfekhane-i Amire imalatı iptidai bir tabanca. Kul yapısı silahtan böylesi bir kuvvet, böylesi bir maharet şaşılası bir durum. Ancak maharet belki de kullanan fakirdedir. Veyahut keramet tabancayı okuyandadır. Ancak tüm ilim mermiyi gümüşten dökende de olabilir. Şu fani dünyada kim bilebilir?”
Ahmet Vasfi’ye bakıp devam etti:
“Eminim ki onca lakırdıdan sonra neden buradayım merak içerisindesiniz. Tabiatın herkese biçtiği bir vazife vardır. Siz burada kendi vazifenizi ifa ederken bu fakir de kendi vazifesini ifa etti. Dedim ya ‘her daim kişinin tabiatı galebe çalar, yoktur bunun istisnası’ diye. Acımasızdır tıpkı gaip gibi. Yoktur merhameti. Anlamaz fani bu düzeni. Yeri gelince telef eder sizi, yeri gelince feda eder beni.”
Beyefendi Vasfi’yi ve Şevki’yi ardında bırakıp binadan çıktı. Her şeyi örten sise baktı uzun uzun. “Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir. Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!”
Diyerek yürüdü ağır aksak. Sise karıştı, kayboldu gitti.
1 yorum:
Heheh, İstanbul'da Bir Osmanlı Kurtadamı filmi lazım bize. Belki zaten çevirmişlerdir eskilerde, ET'nin bile Türk versiyonu vardı sonuçta.
Bu arada, o meshur eski filmin yeni versiyonunu cevireceklermis. Yani, sanki gerek varmiş gibi eşşooolueşşek sıpaları.
Yorum Gönder