Uzay denilen koca boşlukta gemi usulca salınmaya devam etti. Tasarlayan bilim adamları, inşa eden ustalar ve hizmete sokan donanma için bilimin son noktası, sanat harikası ve göz bebekleri idi. Evrende kullanılan en yaygın dört dilde “Kaşif” anlamına gelen harfler vardı pruvasında. Hemen altında ise aidiyetini belirten rakamlar ve harfler vardı. Aslında hepsi boştu.
“Evrenin başlangıcından beri uyuyan, evrenin sonunu düşleyen ve düşlerini bu uçsuz bucaksız uzayda oradan oraya sürüklenen zavallı bilinçlerle paylaşan dehşet gelecek! O dehşet ki bildiğimiz evrenin sonunun, yeni bir evrenin başlangıcının habercisi. O illet ki R’lyeh gezegeninde bekleyen. O kabus ki beklerken evrenin sonunu düşleyen.”
Boş kabinde kayıt yankılanarak çalmaya devam etti. Mürettebatın görev harici vakitleri geçirdiği kabin boştu. Okuma ve izleme için kullanılan ekranlarda araştırma kayıtları durmadan çalıyordu. Ekranlara kan sıçramıştı. Duvarda kanlı izler vardı. Yine de kabin boştu.
Hemen yanda yemek kabini de boştu. Yemek masasının üstü ve çevresi ise darmadağındı. Plastik tepsiler, plastik tabaklar, plastik çatal bıçak ve yapay yemek artıkları her yeri kaplamıştı. Kan ve et parçaları da bu yapay çöplüğün arasına yayılmıştı. Bir miktar parçası olsa da burada da kimse yoktu.
Bir alt katta bulunan uyuma kabinleri de boştu. Yataklar etrafa saçılmıştı. Beyaz yatak örtüleri kanla kaplanmıştı. Her yerde et parçaları vardı. Kan tavana değin sıçramıştı. Yerdeki kan izleri asansöre doğru uzanıyordu.
Boş kabinlerde, koridorlara yerleştirilmiş ekranlarda, gemiyi kaplayan vericilerde kayıt çalmaya devam ediyordu.
“Karbon temelli yaşam sürdüren biz zavallı varlıkların yazgısıdır. Basit zihinlerimizin alamayacağı, tasvir bile edemeyeceğimiz karşısında yok olmak. Bu uluğ güç karşısında eğilmek. Kaçınılmaz olan sona direnmenin, zayıf bilinçlerimizi ezen bu muazzam isteğe karşı durmanın bir faydası yoktur. Aksi pamuk ipliğine bağlı ruhumuzu un ufak edecektir.”
Bir üst katta bulunan sefer odası ise doluydu. Odanın ortasında bulunan azametli, iktidar göstergesi komuta koltuğu doluydu. Sayısız ışık yılı önce albay rütbesi ile selamlanan kişi çıplak, vücudu kan içerisinde oturuyordu. Yolculuk başlamadan bir ailesi, bir mesleği, bir geleceği vardı. Şimdi ise sahip olduğu tek şey elinde tuttuğu kabin kapısından bozma, metal baltası idi. Halen kan damlayan, üzerine et parçaları yapışmış.
Etrafını saran ufak koltuklar boştu. Koltukların önlerinde sıralı sayısız ekran ve seyir aygıtlarının üzerinde ise kan ve et parçaları vardı. Bir kısmı daha sıcak ve cıvıktı.
Kabinin zemini ise doluydu. Sayısız ışık yılı önce rütbeleri, isimleri, hayalleri olan et parçaları kabinin ortasına yığılmıştı. Çoğunun bedeni halen sıcaktı. Kiminden halen kan sızıyordu. Grotesk bir heykel, ilkel bir zafer anıtı gibi yükseliyordu.
Kabindeki biri hariç tüm ekranlarda araştırma kaydı çalmaya devam ediyordu. Ana ekranda ise geminin son durağı görünüyordu. Boşluğun ortasında yeşil bir gezegen. Ekranda gezegenle ilgili veriler akıyordu. Koordinatlar, mesafeler, büyüklükler, sıcaklıklar ve diğer aslında hiçbir anlamı olmayan rakamlar, yazılar.
Artık koltuğunda oturan bu beden de boştu, etrafında uzanan koca boşluk gibi. Hiç durmadan çalan kayıttan farksız, istemsiz titremeler ve çığlıklar arasında, hep aynı cümleyi tekrarlayarak boş gözlerle ekrandaki gezegeni izliyordu.
İlk olarak Eralp’ten 19. YY İngilteresinde resmi kraliyet büyücülerinin maceralarını anlatan bir kitap olduğunu duyduğumda fikir pek bir Harry Pottervari gelmişti. Benim gibi düşünen bir çok kişi olacak ki Jonhathan Strange & Mr. Norrell için “büyükler için Harry Potter” yorumları ile karşılaştım. Velhasıl kitaba başlayıp, bin bir cefa ile dört şehir, iki ülke boyunca kitabı okuyup, bitirme başarısına nail olunca ilk intibaının ne kadar yanıltıcı olabileceğini gördüm. Sanmayın ki kitabı okuma sürem ve yaşadıklarım tek başına sayfa sayısı ya da içerik ile ilgili. Esas neden tembel kişi olan bendeniz.
Esas konumuz kitaba gelir isek, kısaca bin sayfalık bu neşriyat zamanında pek muhteşem ve muzaffer olan İngiliz Büyücülük Sanatının geri keşfedilmesini / kazanılmasını anlatıyor. İngiltere Napolyon ile tutuştuğu savaş ile çalkalanıp, büyücülük sanatı kalın ve tozlu ciltlere tıkılıp, ancak İngiliz Beyefendilerinin teorik tartışma konusu haline geldiği günlerde, Bay Gilbert Norrell’in gerçek anlamda büyü yapması ile hikayemiz başlıyor. Ardından saygıdeğer Bay Norrell ve pek parlak öğrencisi Jonathan Strange büyücülüğü eski günlerine döndürmek üzere maceradan maceraya atılıyor. Ne yazık ki bu maceralar sırasında olay mahallinde bulunan sürüsüne bereket yardımcı ve yan rollerdeki karakterler, ilk bölümlerde konu ile çok ilgisi olmayan ara hikayecikler bir miktar zihinleri bulandırıyor.
Yazar Susanna Clarke ilk kitabında yer yer ağdalı ve eski bir üslup kullanmış. Kullandığı yan karakterler de buna eklenince biraz yorucu bir okuma ortaya çıkıyor. Buna karşılık ilk bölümlerde sürekli ortaya çıkan yeni isimler zamanla kalıcı olmaya başlayınca karışıklık azalıyor ve Clarke’nin hafif mizahi tarzı ile keyif artıyor. Yazar tarihsel olayların arasına kendi yarattığı kişileri ve olayları başarı ile serpiştirmiş. Büyünün temeli ve nasıl yapıldığı hakkındaki detaylar yedire yedire sayfalara dağıtılmış. Ayrıca ilk başta uzun ve gereksiz görünen dipnotlar aslında anlattıkları komik olaylar ve değindikleri detaylar ile önemli bir anlatım silahı kimliğine bürünüyor.
Şahsen dil olarak ağır ve biraz uzun da bulsam büyüye ve tarihsel olaylara yaklaşımını çok beğendim. Klasik sayılabilecek fantastik hikayelerden farklı bir şey arayanlar için birebir. Henüz Türkçeye çevrilmeyen kitabı ancak İngilizce olarak bulup okumak mümkün.
Kitabın resmi internet sitesi http://www.jonathanstrange.com/ ‘de Bay Norrell ve Bay Strange’in kitap ve yazar hakkında yorumları ile başka ayrıntılar var. Ayrıca bu siteye göre Yüzüklerin Efendisini sinemaya taşıyan New Line Cinema firması kitabın senaryosunu yazdırmaktaymış. Umarım tez zamanda beyaz perdede seyredebiliriz.
Baharda kayıkla karşıya yapılan keyifli yolculuktan sonra Beykoz'u ziyaret etmek gibisi yoktur. Etrafı asırlık çınar ve ıhlamur ağaçları ile bezeli dere boyu Hakk’ın Âdem soyuna bahşettiği bir niyazdır. Sair günlerde ulemadan saraya kadar şehrin bütün ileri gelenleri bu nezih ve müstesna sayfiye yerine akın ederler. Çayı, sağında solunda irili ufaklı kahvehanelerle, üzerinden aşan ahşap köprülerle ve salınan sayısız kayık ile adeta Şehr-i Hümayun işgal etmiştir. Nacizane kulunuz Akça Bekir Efendi de, fırsat buldukça bu mahalle gelir, yorgunluk atarım. Kah ulemadan dostlarımla, kah saraydan devletlu büyüklerimiz ile çaya nazır hoşbeş etmenin, acı kahve yanında nargile fokurdatmanın keyfine diyecek yoktur.
Belki Sarayda kısa vakit için de olsa Nişancılık vazifesi ile onurlandırıldığımdan, belki de bir dönem Kudretlu Padişahımıza nice diyardan havadisler fısıldama onuruna nail olduğumdan dere boyunun misafirleri ve ahalisi, sağ olsunlar bu ihtiyara pek bir saygı gösterir pek bir ehemmiyet arz ederler. Velhasıl yaşımın vermiş olduğu tıfliyyetten olsa gerek bu ilginin pek bir hoşuma gittiğini söylemeliyim.
Yine baharın cennet bahçesinde özendiği günlerden bir gün Saltanatımıza nice değerli fertler yetiştirmiş namlı Tarhunzadelerden Gazi Ahmet Paşa ile sohbet ederdim. Ahmet Paşa uzun yıllar kelle koltuk Hünkârımıza hizmet ettikten sonra Şehr-i İstanbul’dan pek çok ekâbir ve yaşlı Enderun mensubunun ikamet ettiği Alaca Köyüne yerleşmiş ancak kendisi başlı başına ayrı bir hikaye olan talihsiz bir vaka sonucunda yaralanmış ve gerisin geriye Şehr-i İstanbul’a göç etmiştir. Gazi Ahmet Paşa ile tanışıklığım işte bu vakanın vukuu bulduğu günlere dayanır.
Çaya nazır bir kahvehanede Paşa ile sohbetimiz en civcivli yerinde iken kavakların gölgelediği yolda bir öküz arabası belirdi. Olabildiğince süslü öküzlerin çektikleri arabasının önünde yaşlıca bir arabacı yürüyordu. Arabanın peşi sıra ise süslü üniformaları ve atları ile Habeş çerileri geliyordu. Envai çeşit süsün sarktığı öküzlerin koşumlarında kehribar ve mavi işlemeler vardı. Kehribar sarısı, işlemeli atlas güneşliğin altında ailenin sübyanı ve onlardan sorumlu kalfaları sırtlarını her iki yandaki sedef kakmalı, usta işi işlemeler ile bezeli divanlara vermişlerdi. Kalfalar ve sübyan pür haşmet, etrafı mağrur ifadeler ile süzüyordu.
Bütün bu debdebenin ortasında dikkatimi yaşlı arabacı çekti. Yaşlı dedi isem yaşı anca bendeniz kadar vardı. Başındaki kırmızı fesin üzerinde beyaz sarma, mavi beyaz işlemeli dokumasının üzerine Tarhunzade ailesinin alâmetifarikalarından olan kehribar rengi yine işlemeli bir yelek giymişti. Altında ise çivit mavisi, yanları kehribar rengi işlemeler ile süslü bir çakşır ve çakşır ile bir örnek tozluklarla çizmeler giyiyordu. Adeta Tarhunzade Ailesinin ayaklı bir timsali gibiydi. Ancak bu yaşlı zat bütün bu gösteriş içerisinde garip bir tezat oluşturuyordu.
Paşa arabadakiler ile sohbet etmek için yanaşmıştı ki neden olduğu meçhul, öküzler ürküp huysuzlanıp, hareketlendiler. Öküzlerin kıpırdanması ile araba sarsılınca Ahmet Paşa sinirlendi. “İki öküze sahip çıkamıyorsun” ile başlayıp açtı ağzını yumdu gözünü. Paşa’nın laflarını duyunca arabacının mavi gözleri çakmak çakmak alevlendi ama sesini çıkartmadı. Yüzüne muzip bir ifade yerleşti.
Nedendir bilmem bir tanıdıklık vardı çehresinde ve hareketlerinde. Paşa kalfalarla konuşup, sübyanla şakalaşırken ben de arabacının yanına gittim. Beni görünce üstünü başını düzeltip beni selamladı. “Buyur beyim” derken yüzünde halen o muzip ifade vardı.
“Hayırlı günler, neredensin? Kimlerdensin?” diye sorunca gözlerindeki o ateş söndü, ifadesi ciddileşti.
“Arabacıyım. Celal demiş babam. Pek hatırlamam kendisini.” Sözlerine devam etmeden biraz süzdü beni.
“Anam da cevval demişti, halen de öyle çağırır konu komşu.” Alayla karışık eğildi.
O alaycı hallerini, muzip ifadesini görünce aklıma geldi, doğup büyüdüğüm mahalle olan Kağıthane’de mektepte bir Celal vardı. Arabacı gibi çakmak çakmak mavi gözleri, muzip bakışları vardı. Arabacı Celal’in anasının dediği gibi de pek bir cevval, pek bir yaramazdı. Yapmadığı numara, maskaralık yoktu. Ailesi fakirdi ama zeki olduğu için mahallesindeki eşraf bir araya gelip mektebe yazdırmıştı.
Zeki olduğu kadar efsuna da yatkındı. Daha o yaşlarda türlü keramet gösterir, ama her yaptığını şaklabanlığa vurur eğlendirirdi hepimizi. En çok da tabureleri, rahleleri yerinden oynatır, muallimlerin zor duruma düşmesine neden olurdu. Biz mektep sübyanında gülmekten karnına ağrılar girerdi.
Bütün bu haylazlıklarına rağmen derslerinin cümlesinde çok başarılı idi. Bu başarısı ile sübyandan başka mektepteki hocalara da sevdirmişti kendini. Herkes göz yumardı yaptıklarına.
Gösterdiği kerametler ve efsuna karşı yakınlığı iyice duyulunca mektepten Aksak Yusuf Hoca bir gün aldı Celal’i uzun uzun sorguya çekti. Kerametinden emin olmak için türlü sualler sordu. Yetmedi birkaç hafta muallimler her gün hem Celal’i çağırıp görüştüler hem de kendi aralarında tartışıp karar vermeye çalıştılar.
Ehli keramet olduğuna kanaat getirince Yusuf Hoca efsunhaneki tanıdıkları ile görüşüp, Celal’i görmeye gelmeleri hususunda ikna etti. Hatta bir hafta sonrası için de söz aldı. Celal’in başına devlet kuşu konacaktı. Alacağı maarifin yanı sıra uluğ Vakf-ı Efsun her türlü masrafını karşılayacaktı.
Ancak ne olduysa o meşum haftada oldu. Birkaç gün mektebe gelmeyince meraka düştük. Öğrendik ki Celal’in cebeci ocağı için arabacılık yapan babasının yeni dökülen topları taşırken devrilen devasa topun altında kalıp Hakk’a yürümüş. Dul anası geçimini sağlamak için mahalleden taşınıp, Celal’i mektepten almış. Hepimiz çok üzülmüştük. Celal’i o elim vakadan sonra bir daha görmek kısmet olmadı. Nice yiğidi telef eden Şehr-i İstanbul bir ocağı daha söndürmüştü.
Biraz düşününce Arabacı Cevval Celal’in Kâğıthane’den, mektep arkadaşım Celal olabileceği aklıma düştü. Aradan neredeyse asırlar geçmiş olmuş olsa da, hal ve davranışları benziyordu. O benden sıkılıp çay boyunu izlerken baştan aşağı şöyle bir süzdüm. Vallah da billâh da gözüm önünde mektepten Celal var gibiydi. Sonunda dayanamayıp sordum.
“Söyle bakalım Arabacı Celal Efendi, yoksa sen Kâğıthane’den misin ?”
Çay boyundaki kayıklara dalmışken sorumla irkildi. “Yok beyim. Fakir basit bir arabacıdır. Doğma büyüme Kasımpaşalıyım.” Gözlerini kısıp bana baktı. İfadesi derinleşti.
“Beyim hayırdır birine mi benzettin fakiri?”
Valla bunca devletlû, nice sadrazam, nice paşa görmüşümdür hiç birinin karşısında Arabacı Celal gibi kem küm etmemiştim. Bakışları karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Boğazımı temizleyip geçiştirdim.
“Kâğıthane’de hoş beş ettiğim zatlardan birine benzetmiş olsam gerek. Yaş iyiden iyiye ilerledi. Artık simalar birbirine karışmaya başladı. Olacak o kadar. Mazur göresin beni.”
“Nasıl dersen beyim. Yine de yaşında yoktur yaramazlık.” dedi. Bir an yüzündeki o muzip ifade gelir gibi olmuştu konuşurken.
Velev ki arabacı mektep arkadaşım Celal idi. Kendisi konuşmaya meyilli değildi. Bu yüzden lakırdıyı uzatmak istemedim. “Allah’a emanet ol” deyip nargilemin başına geçtim.
Yerime oturmuş, nargilemin keyfini çıkartmaya başlamışken, Gazi Ahmet Paşa arabayı uğurlayıp geldi. Keyifle yerine yerleşecekti ki taburesini ıskalayıp yere düştü. Gözlerimle görmesem taburesinin tam otururken kendiliğinden bir karış yana kaydığına inanmazdım. Tam Paşaya yardım ederken arabacı gözüme ilişti. Keyifle bir türkü tutturmuş, arabanın önünde yola düşmüştü. Mektep günlerimden zihnime kazınmış muzip ifade yüzüne yerleşmişti.
Bir sure sonra kacinci ziplamada oldugunu unutuyor insan. Ote yandan insanligin Andromeda galaksisine ilk yolculugunu cok iyi bir sekilde kaydini tutmamak cinayetten ote bir suc olsa gerek.
Bilimadami aniden calisma odama daldi. "Tarihci, gel, bunu kacirmaman lazim!"
Pesinden kopruye kostum. Murettebatin kalanini olusturan Kaptan, Doktor ve Filozof zaten kopruye gelmisti ve Pilot her zamanki gibi kumandalarin basindaydi. Hepimiz yanina yigildik. Pilot gostergelerden birisine parmagiyla isaret etti.
"Bir kutle var, hayli yakinimizda ve haylice buyuk. Mesafe on-onbes parsek olsa gerek. Kutlesi de uc carpi on uzeri onsekiz kilogram."
Hepimizin birden bire nefessiz bir sekilde donduk kaldik.
Herseyden once kisa bir aciklama aramizdaki bilimle cok ilgili olmayanlar icin. Bir parsek 3 isik yilindan biraz fazla. Andromeda ve samanyolunun arasindaki mesafe asagi yukari 775bin parsek, yani iki bucuk milyon isik yili civarinda yuvarlak hesap. Gunes ile en yakin yildiz arasindaki mesafe kabaca 4 isik yili. Gunes ile dunyanin arasindaki mesafe 8 isik dakikasi. Yani bu cisimle aramizda asagi yukari 30-40 isik yili mesafe vardi. Ote yandan her iki galaksiden en asagi bir milyon isik yili uzaktaydik. En son bir yildizi gec, kucuk bir gezegen boyundaki bir kutle tespit edeli en az birbucuk yil olmustu. Kutleye gelince, bu olcumlerimizi aldigimiz cisim neredeyse bir ay kadar buyuktu. Birkac hidrojen atomu disinda bir kutleye galaksilerden bu kadar uzakta rastlamak gercekten cok buyuk bir olaydi. Hepimiz sessiz bir heykel gibi kala kaldik.
Sonsuzluk gibi gecen bir sureden sonra Kaptan hepimizin aklinda olan soruyu sordu: "Ne zaman yakinina ziplayabiliriz?"
---
Uzay-zamanin bu kadar duz oldugu bir yerde herhangi bir kutle cok uzaklardan hissedilebilir oluyor. Ziplamadan sonra cismin yanina yaklastikca ne kadar buyuk oldugunu farkettik. Capi iki yuz kilometreden biraz daha buyuk, yuvarlagimsi bir cisimdi. Boyutunu net olarak tespit edebildigimiz an kabin tartisan insanlarla doldu. Bu boyut ile bu kutle bir degildi. Sadece Pilot ve ben bu tartismalara girmektense koprunun videolarindan disariyisi seyretmeye devam ettik. Her iki galaksiden bu kadar uzaktayken bir yildiz isigi bile saglayacak kadar foton olmadigindan radar ile haritasini cikartmaya calisiyorduk.
Ekrandaki goruntu yavas netlesti ve daha cok detak gozukur oldu. Pilot agzi acik bir sekilde koltuguna yaslanmis bir sekilde kalinca ben titreye titreye girtlagimi temizleyip sakin bir sekilde konusmaya calistim: "Kaptan - bu bir gezegen degil. Bu bir gemi."
Kopru aniden bir sessizlige gomuldu ve geri kalanlar da ekranlarin basina toplandilar karsimizdaki manzarayi seyretmek icin.
---
En hayal kirikligina dusuren sey, gemideki herkesin milyonlarca yil once olmus oldugnu kesfetmemizdi. Kocaman ay buyuklugundeki cisim milyarlarca, hayir, trilyonlarca varligi hibernasyon kabinlerinde tasiyan bir yolcu gemisiydi. Muhtemelen icinde dolastigimiz kocaman, tuplerle dolu katedral buyuklugundeki depolar zaten bir atmosfer icerecek sekilde tasarlanmamisti. Cesitli yerlerden ornekler aldik ve izotoplari kullarak bir tarih bulmaya calistik.
Ilk rakamlar bu geminin ve yolcularinin en azindan birkac milyar yildir yolda oldugunu gosteriyordu. Geminin buyuk bir kismi hibernasyona yatmis yaratiklardan olusuyordu. Daha sonra yasam sistemlernin oldugu bolgeleri bulduk. Buralarda yasamlarini uyanik olarak bu kocaman geminin icerisinde gecirenlerin kalintilarini bulduk. Ote yandan pek bir sey kalmamisti geriye herhangi bir cevap alabilecegimiz.
---
Ne de olsa tekrar gelebilecegimizi dusunerek bir isaret vericisi biraktik ve kendi gemimize binerek yolulugua devam hazirliklarina basladik.
Filozof ile son bir kez gemiyi kendi gozlerimizle gorebilmek icin gozetleme haznesine cikmistik. Filozof bana bir suredir dusundugu teorisini anlatmaya basladi:
"Bu yaratiklar bunca gunes sistemlerini terkedip yeni bir galaksiye gececek kadar cesaretliymisler. Ya cok ciddi bir nufus sorunlari vardi ya da arastirma ve kesif icin yanip tututsan, son derece yaratici ve merakli bir irk idi!"
"Ya da son derece umutsuz, herseye ragmen yeni bir yerde yeni bir baslangic yapmanin hayalini kovalayan bir irk" diye cevap verdim. Bu kadar kisiyi toplayip sadece tek bir gemiye tikmak ve bu kadar buyuk bir yolculuga kalkismak bana akil kari gelmiyordu.
Her ikimiz de yolculari son bir kez selamladik uzun yolculuklarina sag saglim devam etmelerini dileyerek.
Ziplama birkac saniye sonra geldi ve gozetleme kabini simsiyah ziplama boyutunun karaltisi ile doldu.
Kendi kendime konusurcasina devam ettim: "Ya da her irkin yaptigi gibi kendilerinden ustun ve daha tehlikeli birilerinden saklanmaya calisiyorlar. Acaba iclerine bu kadar korku sokan ne ola ki?"
“Bir gün Dursun ile yine balığa çıkmışız...” İdris Kaptan yeni bir hikayeye başladı. Karadeniz adını verdiği küçükçe bir içdenizdeki kaptanlık yıllarını hala mutlu bir şekilde andığı ortada idi. Yine kaçırılmış büyük bir avın inanılmaz (muhtemelen de inanmamanın daha mantıklı olduğu) detaylarından sonra tekrar sessizlik kapladı köprüyü. İdris Kaptan gömleğin cebinden çıkarttığı sigara paketine bir baktı ve derin derin iç çekti. Belliydi ki kabin camından izlediğimiz görkemli yıldızlar Karadenizin karanlık gecelerini hatırlatmaktaydı.
“Kaptan, okuyucularım için buralara nasıl geldiğinizi anlatabilir misiniz? Sizin gibilerin sayısı gerçekten az, bu yüzden...”.
Kaptan bir kahkaha patlattı. Bu neşeli, konuşkan insanın neden bu işi seçtiği gerçekten kendisiyle tanışan her kişinin merak ettiği bir konuydu.
“Arkadaşım, çok uzun bir hikaye değil, anlatayım!”
“Yıl, 2014. Ben Trabzon adında küçük bir şehrin yakınlarında bir kasabada yaşıyordum. Ufakça bir balıkçı teknem vardı. Her gece güneş batmaya doğru tekneye atlar, iyice açıldıktan sonra ağları atardım. Bazı bazı yanımda bir ya da iki el olurdu ama yalnız oldugum çok olurdu.”
Paketten çıkarttığı sigaraya bakarak devam etti. “ İğrenç bir alışkanlık ya. Herneyse, ağları saldıktan sonra teknenin direğine asılı uzun dalga antenini telsize bağlar, elime mikrofonu alırdım. 2010 civarında güneşin aktivitesi gittikçe arttıgından özellikle geceleri bütün gezegen telsizimin mikrofonundan bana selam söylerdi. Hele denizin ortasında, karadan iyice uzakta güzel açık bir gece ışıkları kapattın mı bütün gökyüzü binlerce yıldızın ışıgı altında fenerler gibi parlardı. Yıldız ışıkları denizden yansırken telsizden dostlarla sohbet büyü gibi bir ortam yaratırdı. Gerçekten en mutlu olduğum zamanlar böyle anlardı.”
“Herneyse, gene böyle bir gece ben balığa çıkmışım. Ağlar atılmış, beklerken 20 megahertzde konuşuyoruz dostlarla. Amerikadan bir adam çıkmış uzaylıların kendisini ziyaret ettiğini ve affedersin, kıçına bir şeyler sokup ölçüm aldıklarından bahsediyor. Frekanstaki diğerleriyle beraber dalgamızı geçmekteyiz bu adamla. Ben uzaylılara hiç inanmıyorum, yoktur bizim dinimizde böyle şeyler.” Bana bir göz kırptı ve devam etti, “Sonra aniden bütün frekanslarda bir ton geliyor. Ondan sonra ingilizce, rusça, fransızca almanca derken bütün dillerde tekrar eden bir yayın başlıyor. Ben haliyle ingilizce ve rusça biliyorum, başka türlü bizim oralarda balığa çıkamazsın, haliyle hemen anlıyorum ne oluyor bitiyor. Frekansta sesimi duyabilen var ise onlara anlatmaya çalışıyorum ne olup bittiğini ama sonra ögreniyorum ki adamlar bastırmışlar herşeyi, korkunç bir güçle yayın yapıyorlar.“
“Yahu meğerse bizim gezegen binlerce yıldır gizli bir örgüt tarafından uzaylılara karşı korunuyormuş! Bu adamlar bizim için uzak gezegenlerde ve yıldızlarda İnsanlık için savaşırmış, en azından Mısırlılar devrinden beri! Gizli gizli topladıkları gönüllülerle dünyanın geri kalanıyla karşılastırdığında büyünün daniskası cihazlar ve uzay gemileriyle alt etmişler çevremizdeki bütün kötü uzaylıları ve artık sonunda hazırmışlar geri kalan İnsanlığı uzaya çıkartmaya, bu gezegenleri ve yıldızları kolonize etmeye! Dahası, şu anda başlarındaki genç, Anadolu'nun bağrından çıkan birisiymiş. Anlaman lazım, biz Lazız ama Anadolu çocuğuyuz, o toprakların sevgisi ile yaşamısız onca yıldır. Nasıl gurur duydum, gereksiz bir gurur ama yine de gel kalbe anlat bunu.”
Sigarasının dumanını içine çekti ve ilk nefesinden sonra bir öksürük krizine tutuldu. Dokungaçlarımın birisiyle uzanıp sırtına birkaç defa vurdum.
“Sağolasın. Neyse, uzun lafın kısası ilk başvuranlardan birisiydim. Daha doğrusu ilk birkaç milyon içerisindeydim. Çeşitli testlerden sonra bana en uygun işi buldular, teklif ettiler, ben de atladım üstüne.”
Bir bipleme duyuldu. Önümüzdeki tarayıcıda bir gaz yoğunluğunun yaklaştıgı uyarısı vardı. İdris Kaptan bana gülümseyerek “Ağları atmanın zamanı gelmiş, yoldaş” dedi ve panellerdeki düğmelere basmaya başladı. Kabinden dışarı baktıgımızda Galaksinin yıldızları aynı şekilde parlıyordu ancak manyetik alanlar gemiden uzağa uzanıp boşluktaki hidrojen gazını kendisine doğru çekmeye başladı. Bussard Ramjet adı verilen motoru besleyen gazlar koca uzay gemisini yıldızlar arasında ışığa yakın bir hızda hareket ettirmekteydi.
“Bazı yıldız sistemlerindeki uzaylı dostlarımıza fazla teknoloji göstermek istemiyorlar ama kültür ticaretine de devam etmek istiyorlardı. Bu sistemlere zıplayan gemiler yerine bunun gibi yavaş gemilerle ulaşılıyor haliyle. Sen benim gemime zıpladın geldin, öyle geri döneceksin ama benim hala sekiz ışık yılı yolum var. Işık hızı sagolsun, o kadar uzun tutmuyor benim için ama zaman geçiyor benim etrafımda.”
Dayanamadım. “Zaten bu yüzden sizin gibi kaptanların sayısı çok az. Herşeyi bırakıp bu şekilde yolculuk yapmaya hazır kişi sayısı çok az. Belli bir zihin yapısı gerektiriyor olsa gerek?”
Idris Kaptan tekrar kahkaha attı. “Bilemem, belki. Bizim eş kocakarı olalı yüzyıllar oldu. Belki onun dırdırından kaçıyordum, belki de bilmeden aradığım başka bir şey vardı. Çok şükür, teknoloji sagolsun, kaptanlık çok farklı değil bu gemiler için. Yine yolunu buluyorsun, yine limanları hedefleyip açıklarda yolculuk ederken sakin geceleri benzeri bir şekilde dolduruyorsun. En azından aniden bir fırtına çıkmıyor buralarda.”
Elini ansible telsizine attı. “Eee, şimdi izin verirsen, zamanı geldi”. Başımı salladım. “Frekanslar biraz farklı tabii ki ama olayın temeli yine aynı: Sohbet etmek isteyen varsa frekansta...” Eline aldığı mikrofonun üstündeki düğmeye bastı ve konuşmaya başladı. “CQ CQ CQ Kaptan İdris burada. Aldebaranlı ziyaretçisiyle bitmez tukenmez yolda devam ediyor”. Ansible çağrı frekansında olan bir başka varlık cevap verdi ve uzun bir sohbet başladı. Birbirinden en azından yüzlerce ışık yılı uzak, tümüyle başka ırklardan iki varlıgın uzun mesafe dostluğunu dinlemek yüreklerimde sıcacık bir his yarattı.
Sevgili okuyucu, İdris Kaptan ve benzerlerinin sayısı gittikçe azalmakta. Benzeri zihin yapısında olan, insan veya değil, varlık sayısı her sene azalıyor. Bunun sebebi belli değil ancak benim şahsi fikrim güzel bir gece açık denizde yıldızları izleyerek aralarında yolculuk yapmayı hayal ederek dostlarıyla sohbet eden varlıkların sayısının azalması. İdris Kaptan Dünya tarihiyle 2491 yılında gemisiyle kayboldu. Emimin bir yerlerde hala dostlarıyla sohbet etmekte. Kanımca sadece etrafına kendisinden çok daha farklı bakmakta olan bizlere karşı ilgisini kaybetti ve yıldızların arasında keyfine bakmakta, arada bir sigarasının dumanından öksürük krizlerine gire gire.