Salı, Eylül 28, 2010

Alternatifler

"Hanımım, evden çıkmazdan evvel gaz maskenizi takmayı unutmayınız!"
"Tamam tamam Hikmet efendi, unutmam, artık 10 yaşında değilim."

Bu sözlerle konağın kapısını kapatıp yola koyuldu Elif. Çankaya yokuşundaki bahçeden çıkıp bir yukarılara, yüce liderin konağına gözü gitti, sonra aşağılara doğru yola koyulmaya başladı.

Karşısında bütün Ankara gizliydi, hiç bir şeyini göstermeden belli ediyordu varlığını. Çankaya üst tabakası ile Ulus tarafındaki alt tabaka arasına sıkışmış bir bulut tabakası, bu kış sabahında renkleri ayrıca bir soluklaştırmaktaydı. Yüzbinlerce canın ısınmak için yaktığı kömürlü ve odunlu sobaların dumanları daha erkenden şehri kaplamış, Çankaya'nın sırtından aşağı koyu bir bulut tabakasının üstünden daha yeni doğmuş güneş, gaz maskesinin camlarının arasından eski zamanların nefret dolu bir tanrısı gibi tebaasını tapınmaya çağırır gibiydi ama nerdeee....

Erkenden buluşma sözü verdiği için adımlarını hızlandırdı ve yokuştan aşağı inmeye başladı Elif hanım. Tam sisin arasına girmeden batı ufkunda sinek gibi bir sağa bir sola uçuşan, yana döndükçe kanatları parlayan uçakları gördü ve kalbi pır pır attı. Eski sınıfından Hızır her gün hayatını tehlikeye atanlardandı. Gönüllü cepheye gittiği günü andı, arkadaşının salaklığına diyecek birşeyi o gün de bulamamıştı. Öte yandan hain İngilizlerin Ankara'yı bombalamasını engelleyen tek şey Hızır gibilerin cesaretiydi.

Akif ile buluşacakları kahveye gelince dikkatlice çift kapıdan geçti, gaz maskesini çıkartıp omzuna astı. Saat daha erken olduğundan içeride henüz pek kimse olmadığından Akif Elif'i hemen farketti ve elini sallayarak yanına çağırdı.

"Elif hanım, hoşgeldiniz, umarım yürüyüşünüz keyifliydi. Oğlum, iki çay getir!"
"Akif bey, siz benden de erkencisiniz, çok mu merak ediyorsunuz yorumlarımı?"
"Pek tabii ki, ilk okuyan sizsiniz."

Elif masaya oturdu, kahvehanecinin çırağının getirdiği çaya şekerini atıp karıştırdı. Pek bir acelesi yoktu. Hızır ve arkadaşları cephede savaşmaya gideli beri konuşacak pek bir arkadaş edinememişti ve Akif ile sohbet etmek en büyük zevklerinizden birisi olmuştu.

"Akif bey, yazdıklarınız hakkında sert yorumlarım olacak, kusura bakmayın eğer ağır gelirse dediklerim."
"Yok haaşaa, olur mu? En sert laflarınızı esirgemeyin."
"Açıkçası bu güne kadar yazdığınız en büyük saçmalık. Yazdıklarınız hiç de olası değil. Nasıl bu kadar uydurursunuz inanamadım!"
"Ama Elif hanım??!!"
"Susun da dinleyin! Diyorsunuz ki Mustafa Kemal Paşa Sakarya meydan muhaberesinde ölmeseymiş herşey bir farklı olurmuş. Bir insanın tarihi bu kadar değiştirmesi mümkün değildir."
"Vallahi Elif hanım, Kemal Paşa o ana kadar milli mücadeleyi göturen adamdı, herşey onun başının altından çıktıydı."
"Külliyen yalan, palavra. Rauf efendi, Fevzi Çakmak efendi ve nicelerini nasıl unutursunuz? Yüce liderimiz değil miydi İnönü'nde gavurları durduran, arkasından Sakarya'da sipheleri kazdırıp hem İngilizleri hem yunanlıların ilerlemesinin önünü kesen, arkasından 14 yıl boyunca aynı yerde tutan?"

Akif bu saldırganlığı beklemiyordu. Elleri titreyerek cebinden bir sigara kutusu çıkarttı, kahvehaneci boşları toplamaya gelmişti ki hemen bir kibrit çakıverdi. Derin bir nefes çekip, bir gri duman arasında ne cevap vereceğini düşünmeye çalışırken Elif bu sessizliği kabullenme olarak görüp biraz acıdığındna tekrar lafa başladı.

"Tabii ki Mustafa Kemal Paşa'nın savaştaki katkıları hatırlanmaya değer ancak kendisi kendi ölümüne yol açtı. Dumlupınar'ın galibi Gelibolu'daki gibi eline bir nişancı tüfeği alıp Yunanlıları vurmaya kalkışmasaydı belki dedikleriniz olurdu. Belki Sakarya muhaberesi gerçekten 14. gününde biterdi, belki iki taraf toparlanmak için zaman bulurdu, belki bir sonraki yaz sonu büyük bir hücumla hem Yunanlıları hem İngilizleri dışarı atardık, ne Almanlardan ne de Ruslardan yardım almadan!"

"Elif hanım, bence biraz haksızlık yapıyorsunuz. Mustafa Kemal Paşa bir keskin nişancı tarafından vurulmasaydı burdaki savaş devam etmezdi, birkaç seneye biterdi bence. Kitabımda uzun uzun anlattım, kendisini tanıyanlar gerek Saltanat'a, gerek imam tayfasına nefretinden bahsederler. Eğer bu savaş hemen bitse İngilizlerle Ruslar arasındaki yüzyıllarca süren mücadele sona ererdi, Almanya yenik bir ülke olarak kalmaya devam ederdi, buradaki mücadelenin teknolojik yanı olmaz, bütün dünya yıllarca sürecek bir barışta mutlu mutlu yaşardı."

"Hiç zannetmiyorum Akif efendi. Dediğim gibi bence çok uçmuşsunuz. Nasıl Alman imparatorluğunun hemen pes edeceğini düşünmüşsünüz anlamıyorum. Sağolsunlar, bizim hala emperyalistlerle mücadelemizi görüp hemen kendilerini toparladılar, bize destek çıktılar. Uçak ve silah fabrikalarını Sivas yöresinde kurdular, bilim adamlarını gönderdiler. Rus yoldaşlar da cabası. Hep beraber savaşıyoruz İngilizlere ve hain Yunanlılara karşı 14 yıldır. 14 günde bitecek bir savaş değildi Sakarya."

Akif diyecek birşey bulamadı. Elif de dostuna biraz sert çıktığını farkettiğinden bakışlarını masaya çevirdi ve susakaldı. Kahvehaneci elinde iki taze tavşan kanıyla geldi ve "Akif bey, Elif hanım, buyrunuz, ateşli ateşli tartışıyorsunuz yine, gören de iki aşık kavga ediyor zanneder!" dedi.

Akif kahvehanecinin tepsisinden bardağı hışımla kaptı. Elif ise kızarmış yüzünü nasıl saklayacağını dert ederken kahvehaneci devam etti.

"Kusura bakmayın, kulak kabarttım. Siz gençler bilmezsiniz. Kemal Paşa bizi nasıl etkilemişti. Ben hem Gelibolundaydım hemde Sakarya'daydım. 13. gün akşamı iki taraf da mahvolmuştu. Paşalar hep beraber cepheye gelmişlerdi, zirvelerin ötesine bakıyordu. Ben de hemen orada yanlarındaydım bir şans. Aralarında ordunun ne kadar yorgun olduğunu, Yunanlı pes etmezse kaybedeceğimizi konuşuyorlardı ki Kemal Paşa sinirlendi, eline bir tüfek kapıp zirvenin tepesine kadar çıktı. Etraftan vızır vızır mermiler uçuşuyordu. Kemal Paşa ölümsüzlüğüne inanıyordu. Gelibolu'da gavurlarla mücacelemizde de aynısını yapardı, hepimizin yüregine güç katardı. Ancak şans işte. Elindeki tüfekle tek tek nişan alırken birden bir mermi kafasının yarısını uçurdu ve zirvenin üstüne öylece düştü. Bütün ordunun gücü o an gitti. Hepimiz olduğumuz yerde kaldık. Yavaş yavaş haber cephe boyunca yayıldı. Anafartalar'ın galibi Mustafa Kemal Paşa gitmişti."

Saşkın kalan Arif ağzı açık kahvehaneciye bakıyordu. Kahvehaneci nerde olduğunu bilmez gibi elini uzatıp  Arif'in elindeki sigarayı aldı ve derin bir nefes çekti.

"Orda, o an bir millet öldü çocuklar. Hayallerimiz, ümitlerimiz, hepsi Kemal Paşa ile o zirvede kaldı. İsmet Paşa iyi bir asker olsa da Kemal Paşa gibi bir lider değildir, resmi tarihe inanmayın. Tek bir cephe  savaşını bile kazanamıştır. İnönü'de Yunan pes etmeseydi biz bitmiştik. O zamandır ne yaptık? Hain Padişah  hala İstanbul'da, gavurlar ülkenin yarısını işgal etmiş. 14 yıldır biz de her gün Yunanlıyla savaşıyoruz, İngiliz uçakları bizi zehirleyecek diye korkuyoruz. Yaktı bizi İsmet Paşa..."

Kendini ilk toparlayan Elif oldu.

"Hain! Alçak! Nasıl Milli Şef hakkında böyle konuşursun?"

Kahvehaneci de utandı, yüzünü yere dönüp "Umarım bir gün mücadelemizde başarılı oluruz, gençler, bunlar sizin tasanız artık" diyerek ocağının yanına gitti, omuzları çökük bir şekilde.

Akif ve Elif bir süre seslerini çıkartmadan oturdular, yaşadıkları günleri ve alternatifleri düşünerek. Aniden dışarıdaki bulutlar açıldı ve kahvehanenin içi güneş ışıklarıyla doldu.

Akif, Elif'e dönerek "Biraz yürümek ister misiniz Elif hanım?" diye sordu. Elif başını sallayınca ayağa kalkıp dışarı çıktılar.

Ağaçların arasından sokaklarda manasızca dolaşırken üstlerinden bir grup jet büyük bir patırtı ile geçti. Akif, Elif'e dönerek konuşmaya başladı.

"Belki haklısınız Elif hanım. Sakarya 1921 yazındaydı. Aradan sadece 14 yıl geçti. 1935 yılındayız. Belki ben fazla attım yazarken. Benim hayalimdeki dünyada 1935 yılında Mustafa Kemal hala başımızda. Jet uçakmış neymiş, hiç bir şey yok."

Aniden bir gümbürtü duydular, başları doğuya cevrildi. Kırıkkale yönünden batıya doğru üzerlerinden geçen beyaz ize baktılar. Elif cevap verdi Akif'e:

"Emin değilim Akif efendi, belki siz haklısınız. Belki daha güzel olurdu, barış içerisinde bir dünya. Alman fon Braun efendi ile Yoldaş Korolyev belki beraberce İngilizlere karşı Anadolu'da çalışmazdı. Belki dünyanın barış dolu olduğu bir zaman içerisinde amaçları fezaya erişmek olurdu, belki bu zamana Ay'da bizim yaşadığımız dünyayı konuşurduk."
"Ah ah Elif hanım, sizin hayal gücünüz benimkinden zengin!"


Dipnot: İlk laf Kansu'nundur, bisürü tenkyu!

Cumartesi, Eylül 25, 2010

CESET DUVARLARI


Fahri Coşkun
Kentkitap 2009


Bir genç kızı tıkanmış yazgısından kurtarmak için yaşadıkları modern dünyadan gizemli ve ölümcül bir ormana ansızın çekilen dört adamın öyküsü.

Kitabı tek bir tümceyle özetlemek yeterli gibi görünüyor çünkü kitap yetersizliklerle dolu.

Sayısız bozuk anlatımlar, yetersiz zarflar ortalığı doldurmuş. Sözlük uzak kaldığından herhalde bir kaç hatalı kullanım da var. Hemen şöyle bir örnek cümle kurup göstereyim, “Önlerindeki patika yolundan yürüyüp dağlarında arasında önce daralıp sonra genişleyen bir kalyona çıktılar”, gibi.

Karakterler yavan. Görsel bir doluluk verme uğruna neredeyse karakterlerin her adımı tasvir edilmiş. Okuyucuya araları dolduracak bir şey pek kalmamış.

Kitabın bir iyi yanı sonuydu. Bir zamanlar yazdığım bir öyküyü anımsattığı için hoşuma gitti.

Kitabın bir diğer sorunu da arka kapak yazısı. Bir yerinde şöyle diyor: “... dilin sınırlarını zorlamadan derdini anlatmanın yolunu seçiyor.” Keşke diğer yolu seçip dilin sınırlarını zorlasaydı. O zaman kurgu eksiklerine karşın hiç değilse kullanılan dil olarak çarpıcı bir eser okumuş olurduk.

Tanıtımın sonuysa şöyle: “Türk fantastik romanının yönünü belirlemeye [...] şimdiden aday görünüyor.” Böylesine zayıf bir kurgu ve olay örgüsüyle, havada asılı karakterlerle, neden olduğu belli olmayan olaylarla herhangi bir yön belirleyici özellik taşımıyor.

Arka kapak yazısı bir tek bu kitabın soruna değil. Genel olarak arka kapak yazıları kitapların içeriğini yansıtmakta oldukça başarısızlar. Kitabı çevirip arkasına baktığımda, kitabın içerisinden yazarın ya da başka birinin şiirsel bulup alıntıladığı bir iki paragrafı okumak yerine doğrudan eserin içeriğini yansıtan bir bilgi almayı tercih ederim. Kaldı ki alıntılar kitabın genel konusuyla ilgili çoğunlukla yanıltıcı bilgi veriyorlar. Çünkü bu, koca eserdeki bir küçücük anı bütün kitaba mal etmek oluyor. Ayrıca alıntı ne kadar güzel yazılmış olursa olsun, eserin kurgusu ve kalanın güzelliği hakkında zerre kadar ipucu vermiyor. Okuyucunu ağzının suyunu kaçırmaktan öteye gitmiyor.

Uzun lafın kısası, biri iki ayrık, elle tutulur fikir içermesi dışında ne yazık ki vasadın altında bir eser.

Cuma, Eylül 24, 2010

E-kitaplar ve pazar payı.

Slashdot'a göre e-kitapların pazar payı sadece %6'ya ulaşmış.

Manyak mısınız millet. Niye almıyonuz? :)

Amazon ise bir iddaya göre her sattığı 100 ciltli kitaba karşın 180 tane e-kitap satmakta, öte yandan ince ciltileri göz önüne alırsak oran üçte birden aşağıya düşmekte.

Öte yandan yine bu bence büyük bir başarı. Daha birkaç sene önce yayınevleri tarafından ciddiye alınmayan e-kitaplar artık ele alınır bir oranda satıyor. Bu gün havuz kenarına giderken elimde ince ciltli bir kitaplaydım, sonrasında güneş altında tembellik yaparken elimde Sony Reader'im vardı. Su geçirmeyen modelleri bir çıksın, küvette bile okurum!

(Evek, Datça'da deniz kenarı saadeti yapmama rağmen e-kitap olayını takip etmekteyim hevesle!)

Şu güne kadar Palm PDA'dan tut Blackberry'ye kadar bi sürü yerde e-kitap okudum. En favorim yine de  Sony Reader ancak iPad gibi olayların etkisini unutmuyorum.

Siz ne diyorsunuz? Henüz bir şey almadınız mı yoksa bir yerden başladınız mı e-kitap olayına?

Perşembe, Eylül 16, 2010

Hitit Güneşi Epizort 39! Eralp, Hakan, geyikler!



Eralp ve Hakan bi araya geldi, gerisi gelemedi! Ama çenemiz yine de düşüktü!

  • Up
  • Flushed
  • The Tale of Desperaux
  • Kung Fu Panda
  • Wallace and Gromit
  • Charles Stross: The Fuller Momerandum ve The Atrocity Archives
  • Yeni Ebook okuyucular

MP3 olarak indirmek icin buraya gidiniz.

Bu da yeni deneme:

Cumartesi, Eylül 11, 2010

Fırsatları Ayarlama Enstitüsü

Zayi İrdal iğneleri yere düşürmemek üzere tasarlanmış sıralı kutular silsilesi Ankaray’da bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken, öte yandan fısıldarının ayarlarını düzeltmeye çalışıyordu. Ortama yapılan gümbür gümbür yayın bir taraftan da fısıldarlara erişiyordu. Pek kıymetli halkın gündemden uzak kalmaması için büyük bir titizlikle verilen bu hizmet, kamusal alan sayılan Ankaray’da fısıldarların ayarlarını değiştirme hakkı demekti. Aynı sloganlar her yerdeydi. “Gündem Masası, size mi düştü elalemin tasası? Kaçırmayın kazancı, işte Cemal Ayarcı!” Her görüntüde, her fısıldarda aynı adam vardı. Mesai saatlerinde Kuantum Loto ve biricik sunucusu Hülya Kübra’ya erişim ne yazık ki yoktu.

Fısıldarın ayarlarını düzeltse de bu sefer kalabalıkta ite kaka kendine yer açıp canlanan 4B reklamlar vardı. Her fırsatta yolcuların türlü şirinliklerle dikkatlerini çekip haber özetlerini ve haberle ilgili ürünlerini tanıtıyorlardı. Pek mühim yolcuların haberleri, daha da önemlisi reklamları mümkün olan her fırsatta izlemeleri için tasarlanmış sistemden kaçış yoktu.

İş mülakatına gidiyordu. Mezun olduğundan beri sayısız işe başvurmuş, mülakata girmişti. Ehlivukuf bir işsizdi. Hangi işlere başvurmamalı, mülakatta neler söylememeli gibi konularda tam bir uzmandı. Şirketler tuvalet kağıtlarını dolduracak kadar uzun özgeçmişler istiyorlardı. Şartlar ağır ama işe alınma ihtimali kabul edilebilir düzeydi. Kamu ise hayaldi. İşe alınacak “uygun kişi” hep belliydi. Yine de bugün bir kamu mülakatına gidiyordu. Annesi onun yerine başvurmuş, sıkı sıkıya öğütlemişti.

“Devlet kapısı demek hayatının kurtulması demek. Garanti iş, garanti aş. İşsize kız da vermezler, açıkta kalıverirsin. Dünya gözüyle seni işe sokup bir de evlendirsem başka bir şey istemem.”

Evden çıkarken giderek anneleşmişti.

“Sakın kendini kovdurma emi!”
“Anne işe alınmadan nasıl kovulabilirim?”
“Sözümü dinle sen. Amirlerine saygıda kusur etme. Sahip çık işine. Kovulma.”
“Anne sonuç belli, işe alacaklar veyahut almayacaklar. Yok ötesi.”
“Olsun oğluşum, hiç belli olmaz. Kulağına küpe olsun.”
“Anne lütfen!”

Tam ortama alışmışken Ankaray İdaresince görülen lüzum üzerine tekrar ayarlanan fısıldarlar, kullanıcılarının elinde olmayan nedenlerle Kamu Kanalına bağlanıp saatin Gündem Masası saati olduğunu ilan ettiler. Ankaray’ın başında, sonunda, ortasında Cemal Ayarcı bedenlenerek yolcuları selamladı.

“Amerika’dan dört nala gelen, arada Avrupa’yı sallayan fırsatlar ülkemize bugün saat 11.05’de ulaşacak. Derhal yazınız, tekrar etmeyeceğim. Kilit ürünler keten pantolon, yapışmaz tava ve oto lastiği. Ürünlerden en az beş, ortalamada ise sekiz adet alınması sizi, ülkemizi, yani cümlemizi ihya edecek. Evet! Tam bir fırsat. Gerisi teferruat.

Geçen hafta Gündem Masasının önerilerine uyarak Ahşap Masa, Pastörize Yumurta ve Sac Levha alanlar kazandı. Fırsatları Ayarlama Enstitüsünün açıkladığı raporlara göre kar oranları %523’den başlıyor. Haberlerin şahı, Cemal Ayarcı! İyi günler diler.”

Zayi Yeni Bakanlıklar durağından çıkacakken fısıldarı fısıldadı.

“Kısmet Cihazı”

Kaderle, kısmetle arası iyi değildi. Yine de fısıldarın öğüdüne uyarak kedi resimlerinin altında kocaman “Gerçekleşmeyene kadar her şey mümkündür!” yazan cihaza barkodunu okuttu. Birkaç saniye öncesine kadar reklamların harman olduğu camda bir kelime ve bir sayı belirdi. “Mkim 3033” Zayi sabır ve saflık arasında bir noktada falını beklemeye devam etti. Ekrana gelecek kehanetin umuduyla fakir karnını doyurdu. Geçte olsa hakikati anlayınca okkalı bir küfür salladı.

“Elaleme destan yazar, bana gelince küfür sayar. Lanet olası silikon bazlı kuantum yaşam formu.”

Durağın iradesini durarak gösteren yürüyen merdivenlerini geçip eski nostaljik merdivenlerden çıkarken yükselen bakanlık gökdelenlerine baktı. Hepsi devletin, iktidarın gücünü ve ihtişamını dışa vurmak, göğü delerek fezaya ulaşmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Güneş bu metal ve beton ormanından aşağıya sızamıyordu.

“Ara Sokak No:3 Yeni Bakanlıklar" Sahip olduğu ucuz, işsiz model fısıldar ancak adresi fısıldayabilir, mevcut noktadan hedefine ulaşmasını sağlayacak ve bu sırada en karlı alışveriş olanakları sağlayacak yolu ballandıra ballandıra anlatamazdı. Bırakınız üç boyutlu bir tasviri, basit iki boyutlu yol göstericiden bile mahrumdu. İşsizliğin göz kör olsun.

Etrafındaki sokakları süzdü. Sokağın ismine yaraşır bir ara sokak aradı. Binaların yanında sokaklar önemsiz, sönük kalıyordu. Her binanın girişinde albenili görüntüler ait olduğu bakanlığın ismini ve bittabi halka yol gösteren reklamları sergiliyordu. Görüntüler akıyordu. Bakanlığın kuruluşu, bakanlığın başarıları, bakanlığın önemi derken Bakan Efendinin kendisi işgal ediyordu camı. Bakan Efendi toplantı halinde, Bakan Efendi açılışta, Bakan Efendi kapanışta, Bakan Efendi Başefendiyle, Bakan Efendi orada, Bakan Efendi burada. Her bakanlığın görüntüleri diğeri ile kıyasıya bir rekabet halinde, daha canlı görüntüleri silah yapmış, değişik ve can alıcı sloganları mermi etmiş birbirleriyle çatışıyordu. Kapışmanın ortasında ise kara takımlı bürokratikler kendilerinden emin, etrafta olan bitene ilgisiz meşhur ifadeleriyle her ne işleri var ise, onlara yetişmek için hızlı ama vakur adımlarla koşturuyorlardı.

Fısıldar görüşme saatinin yaklaştığını fısıldamaktan yorulup titremeye başlayınca Zayi adresi bulmak için sadece on dakikası kaldığını fark etti. Bürokratiklere sormak ihtimal dahilinde olmadığı için elindeki son çareye başvurdu. Gözüne kestirdiği ara sokaklara baktı. Hesapladı. Saydı. Okulda ona öğretilen tümevarım, tümdengelim, türlüsü işe yaramayınca en işe yararına kullandı. "ya ondadır ya bunda, helvacının kı-zın-da!" İlla ki bu sokak olmalıydı. "İşte talihli sokak. Ya kısmetimde ya kuantumda, Kübra’nın ku-ca-ğın-da!" derken buldu kendini. Bugünlerde fazlasıyla Kuantum Loto seyrediyordu. Geçenlerde Kübra onu rüyasında ziyaret etmiş, hülyalardan hülyalara koşturmuştu. Şeytan kulağına kurşun, sakin kalmalıydı. Önünde koskoca bir mülakat vardı.

Seçtiği ilk ve sonra seçtiği eser miktarda sokaklardaki üç numaralı binalara girdi. Cümlesinden görevli koruma bürokratiği tarafından çeşitli şekillerde kapı önüne konuldu. Kazara adresi bulduğunda mülakat saati gelmiş, utanmadan geçmeye bile başlamıştı. Sokak, ismini arada olmasından değil, bulmak için insanların onu aramak zorunda olmasından almış olmalıydı.

Gündem Bakanlığı, İnsan Kaynakları Müdürlüğü, 42 Nolu Ek Kamu Hizmet Binası camda gururla parlıyordu. Zayi aceleyle içeri girdi ve ilk gördüğü insan evladının yakasına panikle sarılıp sordu:

"Mülakata geldim ama çok geç kaldım, ne yapacağım? Gerçekten benim hatam değildi."

Elinde parça hızlandırıcılı yer, cam, tavan, kapı ve de köşe silme zımbırtısının naylon kaplanmış uzaktan kumandasını sadece tutan ama kullanmayan adam Zayi'yi itti. Üzerine giymiş olduğu kara, düğmesiz tulumu tiksinti ile düzeltti. Kendinden emin bir ifade ile "Tek düğme beş yıldan başlar hemşerim. Boru değil." diyerek aralarındaki statü farkının altını açıkça, herhangi bir tereddüde yer bırakmaksızın çizdikten sonra babacan bir sevecenlikle yolu tarif etti.

Binanın üçüncü katındaki bekleme salonuna ulaştığında kan ter içerisinde kalmıştı. Kravatı görev yerini terk eylemiş, gömleği ise isyankar bir tutum içerisinde pantolonunun boyunduruğundan kurtarmıştı kendini. Üstüne üstlük katta yer gök kapı idi. Zihnindeki kısıtlı sayıdaki gri hücreyi adresi aramak için tükettiğinden uzayan tepki süresiyle gözünün önünde tren olarak şekillenen kapılara bakakaldı. Bu sırada kapılardan birisi açıldı. Koyu renk dar tayyörü, yüksek topuklu ayakkabıları, kalın çerçeveli dijital gözlükleri, elinde son üretim fısıldarıyla bir kadın çıktı. Aşağılayıcı bakışlarıyla Zayi’yi sadece birkaç salise süzdükten sonra bas bariton sesi ile ona hükmetti: “Gir içeri aday!”

Zayi kadının iktidarı karşısında ezilerek, adeta sürünerek odaya girdi. Mülakat denen durum genel kabul görmüş hali ile bir seçici zümrenin kişiye seçici sorular silsilesi yöneltmesidir. Soruların çap ve ebatları değişiktir. Yer yer acımasız, çoğunlukla yargılar bir ortamda geçer. Zümre kibar ise “zorlandık ama sonunda karar verdik” mesajını vermek için işi uzun tutar. Kısa sürenlerde verilen mesaj basittir. “İkile!” Zayi hiçbir mülakatta başarılı olamadığı için işe alınacağı zaman ne yaptıkları hakkında hiç bir fikri yoktu. Bu nedenle o andan sonra yaşananları algılayamadı.

“Otur ve adını söyle.”
“Zayi İrdal. Babam Ziya koymak istemiş ama aval nüfus memuru Zayi yazmış. Kısmet işte. Gül gibi isim adım misali zayi ol…”
“Kısa kes! Ben Mülakat Masasından Kıdemli Sorgu Memuresi, Mahmude Sorangöz.

Aday: Zayi İrdal.
Okuldan yeni mezun.
Ailesinin en küçük mahdumu.
Baba: Emekli.
Anne: Ev kadını.
Okul: Kamu yönetimi.
Zeka: Vasat.
Siyasi eğilim: Kararsız.
Adli sicil: Temiz.
Derecelendirme: Genel H-, özel A+.

Söyle bakalım Zayi İrdal bu iş için seni öneren herhangi bir memur, yüksek makamlardan birini işgal eden bir akraba, tanıdık veyahut benzeri mühim bir zat var mıdır?”

Derin ve anlamlı bir sessizliği acı bir cevap takip etti:

“Ne yazık ki tanımam. Ama yan koşumuz Minare Hanımın rahmetli beyinin …”
“Kafi! Çık ve dışarıda bekle.”
“Ez beni, kır benliğimi, esir eyle ruhumu. Al beni!” diye haykırmak istedi Zayi. Gece gördüğü rüyalar tekrar dikkatini dağıtmıştı. Mahmude Hanım dolgun hatları ve tartışmasız iktidarıyla cezbediyordu. Kendini toplayıp belki yararı olur umuduyla kafasını mahzunca eğerek odayı terk etti.

Bekleme salonu olarak tanımlanan mekanda tek bir koltuk, tabure ya da oturma işlevini destekleyecek nesne yoktu. Ayakta beklemeye başladı. Ancak geçen zaman içerisinde beklemenin verdiği dayanılmaz bıkkınlığı bacakları kaldıramayınca merdivenlere oturmaya yeltendi. Ne vakit ve nasıl olay mahalline duhul ettiği belli olamayan Hizmetli Bürokratiğin “O merdivenleri işgal etmek kaç yıldan başlıyor, haberin var mı hemşerim?” cümlesi yüzünde patladı. Yetmedi yankılandı duvardan sekti tekrar patladı.

Bacaklarını kopmuş, ayaklarını ise hiç var olmamış hissetmeye yetecek kadar süre geçince kapıda sorgu memuresi gözüktü. Olabilecek bütün sevecenliği ile konuştu.

“Aday Zayi İrdal sen misin?”
“Hatırlamıyor musunuz? Mülakatta idiniz ...”
“Cevap ver aday!”
“Evet”
“Sonuçlar için evrakını beşinci kata çıkar.”

Beşinci katta üçüncü katın tam tersine kapılardan imtina edilmişti. Açık bir ofis olarak düzenlenmiş, dalga dalga, birbirini destekleyen siperler misali masalar kullanılmıştı. İlk ve onu takip eden eser sayıdaki masayı işgal eden Bürokratiklerin yakın ilgisizlikleri sonucunda ulaştığı masadaki nur yüzlü Bürokratik işlemlerine elinden geldiğince hızlı başladı. Sayısız 4B reklam arası, çay molası ve yan masalar ile girişilen sohbet partilerinin sonucunda işlemler neredeyse tamamlanarak Zayi sekizinci kattaki amire sevk edildi.

Odasına girdiği Amir Bürokratik ise diğerlerinden farklı olarak onla konuştu. Ne kadar tek taraflı olsa da içi bir an mutlulukla doldu. Sadece bir an.

“Bilir misin neden kamu bu çağda halen kağıt kullanır? Bu kamunun gücüdür. Tüm imkanlara karşılık işleri halen kağıt üzerinden sürdürebilme gücü. Bunu tasavvur etmeye çalış. Dönmekte inat eden arzı durdurmakla eş değer bir kudretidir.”
“…”

Evrakı imzalayıp, kaşeleyip, mühürleyerek düğümledikten sonra Zayi’yi defetti. Böylece katların tavafını tamamlayarak üçüncü kata dönebildi. Katta Mahmude Hanımı görünce Zayi’nin yüzü aydınlandı.

“Sen aday Zayi İrdal mısın?”
“Biraz önce bana evrakı ...”
“Cevap ver aday!”
“Evet”
“Evrak!”

Mahmude Hanım uzun uzun evraka baktı.

“Zayi İrdal?”
“Ama?”
“Cevap ver! Sen artık bir memursun. Memur emir alan kişi demektir. Burada ve dışarıda, soruları sadece ve sadece ben sorarım Zayi İrdal. Niye? Ben Mülakat Masasından Kıdemli Sorgu Memuresi, Mahmude Sorangöz’üm! Tevellütün nedir ki benimle böylesi doğrudan bir münasebete giriyorsun. Kıdem yok, tecrübe ekside, zeka ise yerlerde. Haddini bil memur!”

Zayi’nin vücudundaki kaslar aynı anda, tek başlarına ve cümleten titrediler. Emir almaya, hükmedilmeye, memuriyete aç benliği “Yerle yeksan et beni. Ufala beni. Sahip ol bana!” diyerek haykırırken, beynindeki şimdilik hasarsız, az sayıdaki ufak gri hücrelerin birbirlerine ilettikleri elektrik sinyalleri Zayi’nin yüzüne boş ve anlamsız bir ifade olarak yansıdı. Sorgu memuresi sonuçtan memnun devam etti:

“Mühim Krizleri İkame Memuru olarak Gündem Bakanlığı, Fırsatları Ayarlama Enstitüsü’ne asaleten atandın. Fısıldarına gerekli talimatlar yüklendi. Yarın gel, işe başla. Takım elbiseni unutma. Koyu renkli. Tercihen siyah. İçerisine beyaz gömlek. Kravatı da unutma. Koyu renkli. Tercihen siyah. Sicilin 3033. Sakın geç kalma memur!”

Zayi bu mutlu haberden dolayı mutluluktan memureyi öpmek ile iktidarı karşısında ayaklarına kapanmak arasında kalıp tereddüde düşünce herhangi bir icraat gerçekleştiremedi. Sonuçta taze kapanmış kapıya bakakaldı.

Yaşanan gariplikleri idrak edemeyecek kadar mutlu ve bir o kadar da toy olan Zayi’nin Ankaraya binip eve gitmesi, sevinçli haberi vermesi ile annesinin onu takım elbise (tercihen siyah) ve gömlek (tercihen beyaz) alışverişine götürmesi uzay zaman düzleminde hemen hemen aynı noktaya isabet etti.

Uyumakta zorlanarak canlı ve banttan, üç ve dört boyutlu, defalarca Hülya Kübra ile Kuantum Loto eşliğinde geçen gece, sabaha dönerken kendine geldi Zayi. Acele bir tıraş, ne tüketildiği hatırlanmayan ancak okunmuş su ve pirinç ile taçlandırılan kahvaltı ardından törenle ana evini terk ettiğinde artık Yeni Bakanlıklar semtinin bir sakini idi.

Ne Ankaray’ın kalabalığı ne de fısıldarına defalarca tecavüz etmeye çalışan Ankaray idaresi umurunda değildi. Ne de olsa o artık bir Mühim Krizleri İkame Memuru idi. Pek afili pek anlaşılmaz bir unvanı vardı. Ne iş yapacağını çok merak ediyordu. Herkesin imrendiği Fırsatları Ayarlama Enstitüsünde çalışacaktı. Mahallede herkes onu tanıyacak ona hürmet gösterecekti. İlk fırsatta evlenmeliydi.

Birden her yere konuşlanmış 4B reklamlar kendi görüntüsü ile bedenlendi. Aynı anda fısıldarı Kamu Kanalına geçerek yayına başladı. Cemal Ayarcı’nın sesi tüm Ankaray’ı doldurdu. Hüzünlü ve bezgin konuşuyordu.

“Pek muhterem efendiler. Dün ülkemize gelen fırsat ne yazık ki şu anda gördüğünüz zat tarafından yapılan hatalı hesaplamalar neticesinde zayi olmuş olup, satın aldığınız ürünlere rağmen fırsatlar ülkemizi teğet bile geçmemiştir. Ülkece kaybımız yüksektir. Ancak Gündem Masası ve Fırsatları Ayarlama Enstitüsü ulvi görevi gereği içi kan ağlayarak da olsa evladı olan MKİM 3033 Zayi İrdal hakkında yasal işlemleri başlatmış olup, memuriyetle ilişiği kesilmiştir. Lütfen yaptığı bu hataya rağmen bedbaht Zayi İrdal’ı hor görmeyiniz. Saygılarımla arz ederim.”

Birden sesi canlandı. Eski neşesi yerine geldi.

“Yeni fırsatların eli kulağında. Unutmayın konu fırsat ise gerisi teferruattır. Bizi izlemeye devam edin. Az sonra bugüne özel Kuantum Loto ile Hülya Kübra.”

Pazar, Eylül 05, 2010

Hugo 2010!

Charlie Stross ödül aldı! Eyooo!

Başka süprizlerden birisi Fred Pohl dedenin en iyi fan yazar ödülü (tabii blogunu takip eden biri olarak ben bile şaşırdım). Fanzin ödülünün de eskiden beri hastası olduğum Starship Sofa Podcastının kazanmış olması da ayrıca bir hoşuma gitti. Afferin Tony kardaş!


En iyi kısayı kazanan hikayeyi ben hiç beğenmemiştim Escape Pod'dan dinlediğimde ya neyse.

  • Best Novel: TIE: The City & The City, China Miéville (Del Rey; Macmillan UK); The Windup Girl, Paolo Bacigalupi (Night Shade)
  • Best Novella: “Palimpsest”, Charles Stross (Wireless; Ace, Orbit)
  • Best Novelette: “The Island”, Peter Watts (The New Space Opera 2; Eos)
  • Best Short Story: “Bridesicle”, Will McIntosh (Asimov’s 1/09)
  • Best Related Book: This is Me, Jack Vance! (Or, More Properly, This is “I”), Jack Vance (Subterranean)
  • Best Graphic Story: Girl Genius, Volume 9: Agatha Heterodyne and the Heirs of the Storm Written by Kaja and Phil Foglio; Art by Phil Foglio; Colours by Cheyenne Wright (Airship Entertainment)
  • Best Dramatic Presentation, Long Form: Moon Screenplay by Nathan Parker; Story by Duncan Jones; Directed by Duncan Jones (Liberty Films)
  • Best Dramatic Presentation, Short Form: Doctor Who: “The Waters of Mars” Written by Russell T Davies & Phil Ford; Directed by Graeme Harper (BBC Wales)
  • Best Editor Short Form: Patrick Nielsen Hayden
  • Best Editor Long Form: Ellen Datlow
  • Best Professional Artist: Shaun Tan
  • Best Semiprozine: Clarkesworld edited by Neil Clarke, Sean Wallace, & Cheryl Morgan
  • Best Fan Writer: Frederik Pohl
  • Best Fanzine: StarShipSofa edited by Tony C. Smith
  • Best Fan Artist: Brad W. Foster
Başka diyeceklerim de var.
Patrick Nielsen Hayden muhtelemen dönemimizin en önemli editörlerinden. Şu anda başarılı olan genç yazarların büyük bir kısmının editörü olmakla birlikte Ebooks olayındaki fikirleri dikkate değer. Başka kazananlardan birisi olan Girl Genius çok sevdiğin olaylardan birisiydi, Steampunk ve fantazi karışımı süper eğlenceli bir olay.

Tabii ki Moon'un en iyi film ödülünü kazanmış olması da ayrı bir olay bence. Bu filmin ne kadar iyi olduğunun bir kanıtı daha. İzlemeyen kalmasın.