Bu aralar okuduğum, seyrettiğim herşey mi depresif yoksa ben mi depresyondayım sevgili Hitit Güneşi?
Tarih sırasıyla gideyim. Erken Başgösteren Alzheimer's Hastalığı pençesine düşüp hepimizi üzen Terry Pratchett'ın 2008 tarihli Nation isimli eserini okudum geçen ay. Allahım, ne kadar güzel yazılmış bir roman diye diye okudum. Güzel derken "ustaca" veya "maharetle" yazılmış olduğunu kastetmiyorum. Gavurun "beautiful" dediği şekilde güzel. Tatlı tatlı yazmış adam. Dağ manzarası karşısında hayranlıkla karışık bir küçüklük hissiyle bakakalır ya insan, aha işte öyle okudum (seyrettim esasen) kitabı. Şimdiye kadar onlarca kitabını okumuşumdur. Her seferinde zekasına, mizahına, kıvraklığına hayran ola ola okumuşumdur. Ama böylesi yazdığını hiç görmemiştim. (Görmemişimdir? Memişim?) Hemen bütün kitap boyunca insanı saran, sarsan derin bir hüzün hissettim ben. Öyle melodram olaylar olduğundan, karakterler bir felaketten diğerine yuvarlandığından, veya işlenen temaların karanlıklığından filan değil, basbayağı kitabın diline, havasına hakim bir keder hissinden bahsediyorum. Okudukça üzülüyor insan, niye üzüldüğünü de bilmeden.
Kitabı bir solukta okuyup bitirip elimden bıraktıktan sonra da ilginç birşey oldu. Normalde bu kadar beğendiğim - evet çok beğendim - başka bir kitap olsa interneylerde neyim gezer, yorum, trivia filan okurum. Hiçbişiy yapasım gelmedi. Okuduğum kopya kütüphane kitabı olduğu için gidip bir tane satın almayı düşündüm ondan da vazgeçtim. Amazon'da PratchettT videosu var, kitap hakkında. Onu da seyretmedim. Velhasıl bana bir haller oldu sevgili Hitit Güneşi. Bir garip etkiledi bu Nation beni. "Kansu kitabı beğenmiş, bir de kitaptan içlenmiş, bi acaip olmuş" diye okuyacak olan varsa diye söyleyeyim, Nation bir YA kitabı: young adult. Sonradan bize çocuk kitabı kakalamışsın diye kimse bana posta koymasın.
Arkasından geldi Ian R. MacLeod kitabı olan The Great Wheel. Aman ya Rab! Nation'dan sonra şişen yüreğime bir damla rehavet gelir mi acaba diye aldım elime kitabı ama nerede rehavet, nerede letafet... Usta kısa hikayeci MacLeod ilk romanı olan The Great Wheel'a "niyet ettim Allah rızası için Kansu'nun içini kıymaya" diye başlamış. (Yemin ederim kitabın başında aynen böyle yazıyor. [Yalan yere parantez içine yemin etme çarpılırsın.])
The Great Wheel bundan birkaç yüzyıl sonra Dünya'da geçiyor. İnsaniyet doğanın ırzına bir süre geçtikten sonra hafif toparlanmış. Çokuluslu tekel şirket sayesinde savaş ihtimali ortadan kalkmış. İklim düzenleyici zamazingolar, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü veren yapay virüsler, doğum sonrası omurgaya eklenen yardımcı elemanlar filan sayesinde herkes, en azından Avrupalılar, hastalıksız yaşıyor. Avrupa dışında kalan tayfa, Borderers, ise bir çeşit füzyon kültür oluşturmuş, gariban gariban yaşıyor - ve ölüyor.
Adamımız, Father John, inanç bunalımı yaşamış, imanını yitirmiş, Avrupalı bir Hristiyan rahip; üçüncü dünya tadındaki Borderer şehri Endless City'ye tayini çıkmış, orada yerli halka kendince şifa veriyor, huzur dağıtıyor. Bünyesinde barındırdığı virüsler Borderer halk için öldürücü olabileceğinden adamımız her daim onlardan uzak durmak, elinde eldivenle ve dezenfektan spreyle gezmek zorunda. Yerli halk arasında bir çeşit kan kanserinin beklenmedik yüksek oranda rastlanır olduğunu farkeden Father John kanserin sebebini bulmak için yollara düşüyor ve yol boyunca kendisine yarenlik eden bir yerli kıza aşık oluyor. Bu esnada yolculuk da spiritüel bir hal alıyor: John, komadaki ağabeyinin hatırası ile bir çeşit iç hesaplaşma yaşıyor. Kanserin sebebinin atom bombası yemiş bir bölgede yetiştirilen ve halk tarafından tütün çiğner gibi çiğnenen bir yaprak olabileceğini bulan John şehre dönüyor ve olaylar gelişiyor...
Görüldüğü üzere son derece bayık ve belki de biraz bayat bir hikaye. İnancını yitirmiş, şehvetin pençesine düşmüş rahip teması daha önce filmlerde, kitaplarda defalarca işlenmiş olduğundan ilk bakışta çok çekici değil. Kitabı iyi yapan unsur, yazarın mahareti. MacLeod'un yazdığını okumak çaba istiyor. Yazarın kelime dağarcığı çok geniş ve bu dağarcığı ustaca kullanıyor. Cümlelerini yer yer karmaşıklaştırmaktan da kaçınmayan MacLeod - mesela Scalzi'nin The Android's Dream'ine kıyasla - daha zor okunan ama zor olduğu nispette tatminkar da olan bir üslupla yazıyor. Ve bir de tabii elem, keder, ah hüzün... Baş karakterimiz John'un her daim etrafını kaplayan bir karanlık hava var. Yukarıda Nation'daki yeis havasını tarif edemediğim gibi bu karanlık havayı da anlatmam, aktarmam zor. İdare ediver artık Hitit Güneşi, hüzünlü dediysem hüzünlü. Daha tarife ne hacet.
Beni üzen son eser ise District 9 isimli sinema filmi oldu. Bundaki üzücülük öyle karmaşık filan değil, basbayağı film formülü üzüntüsü, Tabasco sos acısı. "Bunun böyle olduğunu, adamların seni ölçülebilir miktarlarda ajitasyon ile üzdüğünü bile bile niye üzülürsün be adam?" dersen, Hitit Güneşi, ona da verecek cevabım yok. Irkçılık üzücü bişey. Siz de üzülün.
District 9 hakkında burada, yani ABDde epey gürültü yapıldı. Film hakkında bilinmeyen çok birşey kalmadı. Peter Jackson'ın LotR ve King Kong filmlerinden sonra Yeni Zelanda'daki tesislerden bir çeşit Bollywood yarattığını sanırım herkes biliyor artık. Jackson bu sayede klasik Hollywood stüdyo fenalıklarından uzak durabiliyor, istediği filmi istediği gibi yapabiliyor, filan fıstık. İşte bu Peter Jackson, Halo filmi çeksin diye işe aldığı Neill Blomkamp kardeşimize, Halo projesi battıktan sonra "Madem buraya kadar geldin, bize bi film çek de havamızı bulalım" diye çektirmiş bu filmi. Yönetmenin Alive in Joburg adlı kısa filmini temel almışlar.
Bir kısım (birkaç yüz bin) zuzaylı kocaman bir gemiye doluşup dünyaya gelirler. Teknelerle, tırlarla Avrupa'ya gitmeye çalışan kaçak göçmen hesabı bir şekilde dünyaya kadar ancak gelebilip sonra sefil olurlar. Bunlara geçici diye verilen kamping arazisi kısa sürede etrafı çitle çevrili kendin-pişir-kendin-ye, iki milyon nüfuslu getto toplama kampı havasına bürünür. Çevre ahali bunlardan şikayetçi olur. Sosyologların pek sevdiği 'öteki' kavramı işbaşı yapar ve öfke, nefret, farklı olanı hor görme şeklinde tezahür eder. Filmin başında tam bir kalpsiz pezevenk olan ve zuzaylılara köpek çeken adamımız bir kaza sonucu zuzaylıya dönüşmeye başlayınca ebesininkini görür. Oh, canıma değsin!
Böyle kısa yazdığıma bakmayın; aslen, filmi beğendim. Modifiye Toyota kamyonetler vardı, hastası oldum. Bilgisayar oyunlarından çıkma zuzaylı silahlar vardı, değdiği adamı moleküllerine ayrıştıran, çok beğendim. Siz de gidin, izleyin. Tavsiye ederim.
5 yorum:
The Android's Dream'in ilk fasli icin "gelmis gecmis en uzun osuruk sakasi" derler... Ama super bi acilis bana sorarsan.
bulmak lazim bunlari bu arada....
Neleri bulmak lazim?
Okudum ben, The Android's Dream. Guzel. HUGO da mi aldi acaba?
Dun gece de Old Man's War bitirdim. O da bayagi guzel. Starship Troopers gibi.
MacLeod okumaya calisiyom, olmuyo. HAftasonunu beklemek lazim galiba. Aksamlari kitabi elime alir almaz uykum geliyor. Adam zor okunuyor be.
2 Ekim'de Türkiye'ye geliyormuş. Ben de bir kaç haftadır Wired'ın da etkisiyle District 9 heyecanına kaptırdım. Güzel bir değerlendirme olmuş, eline sağlık.
The Guardian yorum yapmis District 9 hakkinda ama Kansu daha iyi yazmis.
Buraya da gelecek ay gelecekmis ancak, gidip bi bakmali Macaristan donusu.
Yorum Gönder