Salı, Mayıs 15, 2007

İstanbul Treni -- Graham Greene

Türkçesi: Mehmet Harmancı
Everest Yayınları, 2004

Çeşitli türlerden eserler okuma girişimlerimden biri. Her ne kadar bilim kurgu, fantazi (düşlem), tarih gibi konular öncelikle ilgimi çeken tarzlar olsalar da daha önce okumadığım türleri de deneme eğilimindeyim.

İstanbul Treni benim için farklı tarzlardan bir örnek. İngiliz yazar Henry Graham Greene'i ünlü yapan roman İstanbul Treni. 1932'da yazılmış ve döneminin başlıca eğilimlerini Avrupa'yı bir uçtan bir uca kat edip İstanbul'a gelen Şark Ekspresi'ne binen beş karakterin özünde birleştirmiş. Sosyalizmin Balkanlarda kendini göstermesi, Avrupa'yı ikinci dünya savaşı öncesinden derinden etkileyen Yahudi düşmanlığı kitabın her yerinde karakterler aracılığıyla okuyanın karşısına çıkan konular.

Carleton Myatt gemiyle Ostend'e gelip trene binen Yahudi kuru üzüm taciri. Onunla birlikte aynı geminin üçüncü sınıf kamaralarında gelen Coral Musker ise İstanbul'a bir İngiliz varyetesinde dans etmek için giden güzel bir kız. Trenin sonraki duraklarından birinde İstanbul'a dayısını ziyarete giden Janet Pardue ve onu kaybetme korkusuyla düşünmeden trene atlayan lezbiyen sevgilisi, gazeteci ve bir miktar alkolik Mabel Warren. İngiltere'den gelip Belgrad'a gitmek üzere teren binen, bir zamanların devrimci sosyalisti, Dr. Paul Czinner. Ve Viyana'da bir adamı öldürdükten sonra kaçmak için apar topar Şark Ekspresi'ne binen hırsız Josef Grünlich.

Her karakter konuya bir hatırlanmama ya da unutulma korkusuyla giriyor. Daha sonra her birinin bir başkasına bağlılığı hatırlanmama korkusuyla birleştirilerek çeşitli olaylarla sınanıyor ve her karakter kendi kişiliğine göre bağlılık sınavını geçiyor.

Karakterlerin arasındaki ilişkiler asla sünmüyor. Biri koparken mutlaka başka bir yenisi oluşuyor, böylece gündem her zaman ayakta kalıyor.

Kitap ortamdan çok, fazlasıyla karakterlerin üzerine kurgulanmış. Olayların çoğu zaman Myatt'ın çevresinde dönmesine karşın diğer karakterler gerçekçiliklerini yitirmiyorlar. Aslında öyküde bir Brezilya dizisi havası yok değil. Bir sürü karakter, aralarında yarısı rastlantısal bir sürü ilişki. Ancak yine de önemli bir fark var: olaylar çiğ bir dille değil, edebi bir aktarımla anlatılmış. Daha doğru bir deyişle, kaliteli bir dram.

Çevirisi okunaklı. Çevirmenin ustalığı her sayfada belli oluyor. Hiçbir takılma ve tırmalama olmadan rahat bir Türkçeyle okunuyor.

Kitap 1930'ların havasını tatmak isteyenler, o dönemin yaşam tarzı ve insanlarıyla ilgilenenler için güzel bir eser. Usta bir yazarın zamanında ses getirmiş bir romanı.

4 yorum:

EnT dedi ki...

İlginç bir kitaba benziyor. Şunu merak ettim bi Avrupalı olarak yazarın Balkanlara ve anlatıyorsa İstanbula yaklaşımı nasıl. Kitapta fikirlerini ya da görüşlerini nasıl yansıtmış ?

Roulth dedi ki...

Kitap ortamlardan çok karakterlere odaklanmış. Dolayısıyla karakterlere bir şey katmadığı sürece ortamlar yalnızca birer isimden ibaret.

Karakterler de kendi dertlerine öyle odaklanmışlar ki çevrelerinin durumunu pek yansıtmıyorlar. Herkes kendi derdinde.

EnT dedi ki...

Ben yazarın bir Avrupalı olarak doğu Avrupa ve Türkiyeye bakışını merak etmiştim. Ama sanırım karakter odaklı bir romam olarak arka fondan öteye geçmeiş.

Roulth dedi ki...

Cok dogru!