Habil'i Öldüren Kabil, Gaetano Gandolfi. 17. YY |
Habil, imanla, Tanrı’ya Kabil’den
daha iyi kurban takdim etti, ve onun hediyeleri hakkında Tanrı şahadet ederek,
bununla salih olduğuna şahadet olundu; ve ölmüş olduğu halde, bu vasıta ile hâlâ söylüyor.
İbranilere Mektup, 11:4
Saçmalıklar Kitabı
Kendimi size tanıtmak istiyorum. Bunu yaparken ailemizin bize koyduğu
isim ve ailemize diğerleri tarafından konulan soy ismini kullanmayacağım.
Başkalarının beni tanımlamak için kullandıkları kelimelerin bir ehemmiyeti yok.
Mühim olan kim olduğum değildir, ne olduğumdur. Yanlış anlamayınız. Kendime bir
nesne muamelesi yapmıyorum. Fakat birinin gerçekte ne olduğunu anlamak için
onun tabiatını bilmeniz gerekmektedir. Onun tabiattaki isimi onu tarif eder.
Filozofların, simyacıların ve efsunbazların asırlardır kişinin ve maddenin
gerçek ismini öğrenmek için didinmeleri boşuna değildir. Velhasıl konuyu daha
fazla uzatmayayım.
Bendeniz eskilerin deyişi ile bir hilkat garibesiyim. Yani evvelce
görülmemiş tuhaf, şaşılacak bir yaratığım. İzin verirseniz bunu açıklamaya
gayret edeyim. Sizlerin daha iyi idrak edebilmesi için bu ifadeyi parçalarına
ayırarak incelemekte fayda var. İlk kısmı olan evvelce görülmemişi daha
sonra açıklamak üzere bırakıyorum. Tuhaf ve şaşılacak deniliyor. Kime,
neye göre? Bu ifadeyi kullanan sizlersiniz. Yani Âdem ve Havva'nın evlatları olan
sizlere göre. Sizleri bihaber ve basit etfal[1],
sübyan taifesi şeklinde tarif etmek daha isabetli olacaktır. Lütfen yanlış
anlamayınız. Söylediklerim aşağılamak amaçlı değil. Sadece kendimi sizlere daha
doğru ifade edebilmek için bir kerteriz alıyorum ve bu kerterizi tanımlıyorum.
İfade etmek istediğim kerteriz sizlersiniz ve de sizler Âdem ve Havva'dan olma
bir ırk olduğunuza göre çocuk olarak tanımlamakta bir beis görmüyorum. Tabi ki
bu çocuk ve bihaber ifadesi aynı zamanda dimağınızın henüz yeterince
gelişmemesine de bir gönderme. Sizler halen büyümektesiniz. Ne yazık ki bu
süreciniz biraz yavaş ilerliyor. Basit dedim. Bu da bir aşağılayıcı kelime
değildir. Basitin anlamı sade, düz, arızasız, engelsiz, geniş, yaygın ve yalın
olarak açılabilir. Yani Arzın üzerine yayılmış, birbirine benzeyen, normali
oluşturan. İfadelerimi bir araya getirirsem Arzın üzerine yayılmış, Âdem ve
Havva'dan türeyen, ufak tefek farklılıkları ile birbirinin benzeri olan,
normali oluşturan, halen öğrenme süreci devam eden, ne yazık ki yavaş olarak,
bu nedenle de çevresinde olan biten pek çok vakaya eksik veyahut yanlış
anlamlar yükleyen bir ırktan bahsediyorum. İşte "evvelce görülmemişi"
de beni tanımlarken bu yüzden kullanıyorsunuz. Çünkü körsünüz. Cehaletiniz sizi
kör ediyor.
Sizlere göre evvelce görülmemiş tuhaf ve şaşılacak bir mahlûkatım. Yani
bildiklerinizin dışında ve izahatı zor olduğu için görülmemiş, sizlerden daha
gelişmiş ve besin zinciri adını verdiğiniz tabiatta sizlerin üzerinde olduğum
için ve pek çok konuda sizlere galebe çaldığım için tuhaf ve şaşılacak bir
mahlûkum.
Evet, bir mahlûkum çünkü doğmuşum ve yaratılmışım. Sizlerin arasında
doğmuşum fakat yaratılmam, evirilmem sizlerle alakalı değil. Basitin arasından
mükemmeliyete bir yükselişi ifade ediyorum. Âdem ve Havva'nın laneti olan bu
bedeni geride bıraktım. Besin zincirinde üzerinize çıktım. Bedenen ve ruhen
sizi aştım. Gözümdeki cehalet perdesini kaldırıp bâtınî ve zahirîyi okuyorum
artık. Gaib[2] bana
açık artık. Evveli ve gabiri[3]
biliyorum. Sizlerin ise dimağınız beni almıyor. Almadığı için göremiyor,
anlamlandıramıyorsunuz. Hatta yeri geliyor aşağılıyorsunuz. Kardeş katili,
sürgün, gezgin, berduş diyorsunuz. Hâlbuki beni evvelden beri görüyor, biliyor
ve tanıyorsunuz. Eski Ahit'ten beri sizlerin gözü önündeyim. Âdem ve Havva'nın
altında, İbrahim'in karşısında, Nuh'un önünde, Lilit'in yanında, Eyüp’ün
arkasında, Habil'in üstündeyim. Sizlerden üstünüm. Kimseye hizmet etmiyorum.
Ben Kabil'im.
Size ne olduğumu umarım ifade edebilmişimdir. Eski bir alışkanlık
olarak müfredatı anlatırken konuyu uzatabiliyorum. Dediğim gibi bir tür meslek
hastalığı bu. Hoş talebelerim bundan memnun olduklarını söylerlerdi hep. Belki
de muallim olarak üzerlerindeki gücümden dolayı yaptığım her davranışı beğenmek
zorunda da hissediyor olabilirlerdi. İnsan doğası böyle işte. Güçlü karşında
biat etme ihtiyacı.
Her neyse, ne
olduğumu tarif ettiğime göre, nasıl olduğunu da anlatmaya çalışayım. Bu noktada
dikkat etmeniz gereken isimler, tarihler, yerler gibi zahirî değildir. Nasıl,
bir yolculuktur ve bu yolculuk aslında bâtınîdir. Her şey heyûlâ[4]
ile başladı. Hem kâinat için hem de benim için. İçinde bulunduğum kibirli
cehaletimde, her şeyi bilebilecek, bulabilecek ve çözebilecek sanırdım kendimi.
En azından o anda bulunduğum halde. O zamanlar daha ham idim, aç idim. Açlığım
bilgiye, öğrenmeye, çözmeye idi. Cahiliye dönemimde bile göz önünde olan her
şeyin daha büyük bir hakikatin yansıması olduğunun farkındaydım. Hep perdenin
arkasında olduğunu hissettiğim fakat bulamadığımın peşinde koştum. Kitaplar,
dersler, talebeler, mektepler, deneyler birbirini kovaladı. Hiç bir şey tatmin
etmiyordu beni. Her çözdüğüm soruda, hep kurduğum denklemde, her bulduğum
teoride bir eksiklik vardı. Bilgiye karşı olan susuzluğum bir türlü dinmiyordu.
Her soru, her cevap sadece benim cehaletimi yüzüme vuruyordu. İşte ilk o zaman
fark ettim henüz hakikate ulaşmayacak kadar basit olduğumu. Heyûlâya erişmek
için, ona layık olabilmek için kendimi aşmam gerekiyordu. Bir nevi Zül-cenaheyn
[5]olmalıydım.
Ancak susuzluğumun devası olacak, içimdeki bitmeyen açlığı dindirecek bir ilaç
yoktu. Daha doğrusu olmadığını sanıyordum. Herhalde ilk kez o günlerde duydum
Vakf-ı Küberayı.
Vakf-ı Kübera
diye adlandırmışlardı cemaatlerini. Oysa onlar gibi pek çok dernek, loca,
cemaat vardı. İsimleri azametli, törenleri gösterişli. Ancak onları ayıran
büyük fark onların hakikati arayan bir cemaat değil, hakikati bulmuş bir cemaat
olmaları idi. Tabi o zaman daha bunu bilmiyordum. Haklarında fısıltı ile
konuşuluyor. Destursuz isimleri ağıza alınmıyordu. Onlara karşı garip bir
saygı, korku ve kıskançlık vardı. Dediğim gibi insan doğası işte. Pek çok kişi
isimlerini bilse de yerlerini bilmiyordu. Pek çok kaynakta üstü kapalı
göndermeler vardı. Ama açık adresleri, üyeleri yoktu.
Yeni bilmecem
bu olmuştu: yerlerini bulmak ve bildiklerini bilmek. Önce kitaplarda aradım.
Kütüphaneleri gezdim. Mekteplere gittim. Kitapçıları taradım. Haklarında
yazılanlar hep dolaylıydı. Çevrelerinden dolaşıyordu her bilgi kırıntısı. İma
ediyor ama işaret etmiyordu. Susuzluğum ve açlığım giderek artıyor adeta beni
çıldırtıyordu. Onların varlığını bilmek ama bulamamak dayanılmaz bir zulümdü.
Kitaplarda bulamayınca insanlara yöneldim. Benim gibi muallimlere gittim. Bana ders
verenlere ve benimle ders verenlere. Her türlü ilime sahip insanla görüştüm.
Fizik, kimya, cebir, felsefe, tarih ve diğerleri. Onlar da benim kadar
cahillerdi. Hiç faydaları olmadı. Yıllarca talebeleri eğitmiş ama cahil
kalmıştık.
Sonra diğer
derneklere gittim. Garip törenleri ve adetleri olanlara. Şaşalı sözler, ucu
açık vaatler dışında bir şey bulamadım. Hepsi önce Vakf-ı Küberayı sonra da
diğerlerini kötüledi. Hâlbuki hepsi de birbirinden cahildi. Yetinmedim
kendilerine efsunbaz diyen şarlatanlara sordum. Hepsinin yaldızları altındaki
küflenmiş etlerini gördüm. Simyacılara gittim. Ne altın ne de cevap bulabildim.
Açlığım ve
susuzluğumun beni iyice divane ettiğinde artık insanlıktan çıkmaya başladım.
Yemez, içmez, konuşmaz oldum. Ne işimin ve ne ailemin bir ehemmiyeti kaldı. Her
şeyi önce yavaş sonra süratle kaybettim. Hepsi benden kaçtı gitti. Sanırım ilk
vaz geçen işim oldu. Lakin eşimin hakkını teslim etmeliyim iş olmayınca onun da
gitmesi bir kalp atışı kadar çabuk oldu. Dost dediklerim de ben demiştim
diyerekten uzaklaştılar. Akraba ve eşraf sadece acıyan gözlerle baktılar.
Ailenin kara koyunu, mahallenin meczubu oldum. Böylece her şeyimi kaybetmiş
oldum. Yine de mühim değildi, tek mühim olan cevap idi, o da halen yoktu. Cevabı
bulabilmem için her şeyimi kaybetmen gerekirmiş bunu şimdi anlıyorum. Kendini
vermeden bulamazsın, alamazsın. Ölmeden doğamazsın. Almadan vermek çok azına
nasip olmuştur.
Aklımı, işimi,
ailemi, servetimi kaybetmiştim. Elimde tek kalan insanlığımdı. Sırada o vardı.
Meczup, derbeder ve müptezel bir halde dolaşırken eski bir hocamı buldum. Belki
de o beni bulmuştur. Orası puslu. Zaten mühim de değil. Bu zat mektepte
hocamdı. Ben daha hem cahil hem de sabi bir talebe iken müfredat olan fenni
ilimler dışında, diğerlerinin dudak büktüğü hatta arkasından alay ettiği
mevzular anlatırdı. Garip bir adamdı. Anlattıkları gibi yaptıkları, okudukları
ve hatta giydikleri bile garipti. Ne mektebe ne de bizlere ait gibi değildi.
Aklı hep karışık, hep dalgın ama her konuda bilgisi olan bir zattı. Çok
bildiğinden olsa gerek biraz kibirli idi. Onunla dalga geçenleri umursamaz ama
bilmediklerini yüzüne vurarak aşağılardı. O zaman bile yaşlı idi.
İşte bu hocamla
karşılaşmam yolculuğumun sonu oldu. Nerede ve neler konuştuk pek hatırlamıyorum.
Tek hatırladığım aradığım cevaba sahip olduğunu söylediği andı. O an halen
buğulu olan geçmişte bir fener gibi ışıldıyor. Çok net ve canlı bir anı. O
andaki mağrur ifadesini, yüzündeki kibri halen hatırlıyorum. “Sen bulamazsın”
dedi bana. “Yeterli değilsin” dedi. Daha pek çok şey söyledi. Yüzündeki
üstünlük taslayan o bakış ezdi. Her sözü ayrı ayrı battı. Küçümseyici sıfatı mı
delirtmişti beni yoksa sarf ettiği iğneleyici sözler mi bilmiyorum. Ama içimde
kabaran bir şey bana dayanma ve cevap verme gücü verdi. O aşağılayıcı sözlerine
cevap verip yüzündeki o ifadeyi sildim. Verdiğim cevaptan sonra her yer kan
olmuştu fakat cevabı bulmuştum. Benliğimi, insanlığımı orada terk edip geride
bırakmıştım. Nasıl bilmiyorum ama ondan sonra geldiler bana. Belki o gün belki
bir kaç gün sonra. Zamanın bir ehemmiyeti yok. Vakf-ı Kübera. Cemaatimi buldum
ve oldum. Gerisi teferruat.
Zebani dersiniz bana. Doğrudur. Ancak sanmayın ki zebani kelimesi cehennem
taifesini tarif eder. Aslında kökü zebandır yani dildir, lisandır. Konuşmaz
idim konuştum. Okuyamaz idim okudum. Bilmez idim bildim. Ben olmadan önce ham
idim, çiğ idim, piştim, oldum. Olmam için ateş gerekti. Siz cahillerin
cehenneme layık gördüğünüz ateş. Zahirî ile bâtınîyi, çiğ ile pişmişi ayıran ateş.
Et idim, piştim zebanı bildim, zebani oldum. İnsan idim, İnsan-ı Kamil oldum.
[1] Etfal 1. Çocuklar
[2] Gaib ("ga" uzun okunur, a.s.
gayb',gıyâb'dan) 1. görünmeyen, hazır olmayan, yok olan, kayıp. 2. i. gr.
üçüncü şahıs, o.
[3] Gabir ("ga" uzun okunur, a.s.) 1. kalan. 2. i.
gelecek zaman. 3. a. gr. gelecek zaman, fr. futur.
[4]
Heyûlâ' (a.i.)
1. madde. 2. [eski fels.] bütün cisimlerin ilk maddesi olarak varsayılan madde.
3. zihinde tasarlanan şey. 4. tas. ruh-i a'zam. 5. eşyanın gerçek olan kısmı.
6. ehemmiyetsiz, küçük şey.
[5]
Zü-l-cenâheyn
(a.b.s.) 1. iki kanadlı; mec. zahirî ve bâtınî, yânî dünyâ ve âhirete ait
bilgisi geniş olan kimse; zahirî ve bâtını ma'mur, mes'ut, bahtiyar olan kimse.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder