Pazar, Ağustos 29, 2010

Simurg

İşte yeni sabah. Bir kez daha gün doğuyor. Yeni bir gün. Yeni bir çatışma, kavga, savaş. Ufak dairemin, derme çatma penceresinden içeri ağır ağır akıyor güneş. Sıcak kollarına beni alıp, odamı ısıtması tedirgin ediyor beni. Karnımda bir yumru büyüyor. Herkes mutlu, heyecanlı, hevesli iken ben daha ilk dakikadan yılıyorum. Biliyorum ki bugün de etimin dayanılmaz lezzeti için bekleyenler var. Bitip tükenmez açlıklarını dindirmek için körpe etlerimi kemiklerimden ayırıp meze edecekler. Bir an bile tereddüt etmeden saldıracak boş bedenli Simurg’un evlatları. Ben ise her gün bir kez daha başlayan bu işkenceye kendi ayaklarımla kuzu kuzu gideceğim. Bayramda başına geleceği bilen ama bir kez bile direnmeyen kurbanlık koyun gibi. Onlar ise orada olacaklar. Ben daha gitmeden pusuya yatmış, benden öncekinin kalanlarını dişlerinin arasından temizlerken beni düşleyerek bekleyecekler


Neredeyse on yıl oldu gavur ellerden döneli. Onca okul, ders, disiplinden sonra ver elini anavatan. Ancak döndüğümden beri farklı gibi. Sanki üvey olmuş, ben güvey gelmişim gibi. Eskisi gibi kollarına alıp şefkati, sevgisi ile sarıp sarmalamıyor. Aksine gittikçe artan bir şiddetle her yeni günde dövüyor, sövüyor. Ayrı yoruyor, ayrı hırpalıyor. Etraf yabancı gibi. Herkes ecnebi diyarlardaki ecnebilerden daha yabani, daha gavur. Bense daha bir yabancı, daha bir tek başımayım. Orada olduğumdan daha bir oryantal, daha bir Osmanlıyım. Hiç dönmemiş gibi halen gurbette gibiyim.


Peder Bey derdi “hayat gailesi her yerde yorar, bu şehir ise yer, bitirir adamı.” Haklıydı herhalde. Kim bilir? Belki de ben haklı olmasını istiyorum. Zayıflığımın üstünü örtmek için babamın başarısızlıklarını kullanıyorum. İşime geliyor koskoca Paşa Babamın bile bu yedi başlı canavar ile başa çıkamamış olması. O, beni gizliyor. Beni mazur gösteriyor. Halen Peder Beyi kullanıyorum, halbuki O öte tarafa geçeli yıllar oldu. Bencil adamdı vesselam. Beni gözünü kırpmadan sırf O rahat etsin diye başından atmış, ilim, irfan, fen okuyayım bahanesi ile küffar eline vermişti. Vaktini doldurunca da öte tarafa tek başına gitmemiş validemi yanına katmıştı. Bir taşla iki kuşu vurmuştu.


Defnettiklerinde halen okuldaydım. Vefat haberi bana ulaştığında her şey olup bitmişti. Peder Beyin mallarını bir çırpıda afiyetle yemişlerdi. İstanbul’a döndüğümde mal, mülk, han, hamam ne varsa kamuya geçmişti. Güya Peder Bey yedirmemiş yemiş, içirmemiş içmiş, çalmış, çırpmış. Kapımızın önünde yatanlar, kuyruk sallamaktan bitap düşenler en önde, en güçlü bağırıyorlardı “hırsız, günahkar, cehennem çırası” diye. Günahı Onun boynuna şu yaşıma geldim halen anlamadım bu Devleti Aliye’nin işlerini. Anlamam da pek mümkün gözükmüyor.


Alamanyada Ingenieurschule Für Dampfmaschine’i bitirip temelli İstanbul’a dönünce anladım bir başıma kaldığımı. Gerçekler o zaman çarptılar. Ne anam, babam, ne bir dost, ne de bir soran vardı. Çocukluğumun geçtiği köşk, bahçesinde koşturduğum yalı yoktu. Peder Beye kırmızı kadife keselerde gelen çil çil mecidiye suretinde iltifatlar da yoktu. Bir tek Valide Hanımdan kalan bu daire. Yalnızlığımı benle paylaşan bu eski, yıkık daire. Benim şimdiki mahpushanem.


Paşa Babamı bilip de bana acıdıklarından mı, yoksa Alamanyalarda mühendis çıktığımdan mı bilinmez beni Sanayi Nezaretinde kaleme aldılar. Kalem dediysek kalem efendisi olduk sanmayın. Durup dinlemeden çalışıyorum. Ne de olsa bizim borcumuz Padişah Efendimize, bu koca İmparatorluğa. Bir kaleme, bir Tersane-i Amirhaneye, bir Tersane-i Havaiyeye koşturup duruyorum. Bir elimde çekiç, bir elimde kalem, kah hazarfen, kah amele oluyorum.

Kalemde “Kalem Efendi” dedikleri okumuş, mürekkep yalamışlar beni bekliyor. Mürekkep yalamış dediysek sanmayın ki besinleri divittir. Onlar esasen ete tamah ederler. Kanlı, canlı, pembemsi insan etine. Bin bir ketenpere ile dişlerini Adem evladına geçirmenin hesaplarını yaparlar. Her gün bir parça, bir okka. Ne de olsa ecnebi sayılırım. Ucube, Ingenieur, Alaman yalaması, hırsızın evladı diyorlar arkamdan. Yüzüme gülüyorlar. Ama gözlerindeki açlık anlatıyor her şeyi. İhtiyaçları olduğu için gülüyorlar. Ben olmasam kim uğraşacak cihazlarla, kim peşinden koşacak hava gemilerinin. İşte bu yüzden gül yüzüne, vur beline. Yükle eşeğe yükleyebildiğin kadar. Ne de olsa onlar paşazade, kibarzade. Ben ise yetim, biçare.


Kalemden tersanelere kaçınca da durum farklı değil. Amele taifesi de aynı soydan. Yek derdi pembe pembe et. Kendi aralarında anca dalaşıyorlar, hırlaşıyorlar. Benimkisi onlara kolay ve tatlı geliyor. Kalem Efendisi Eti diyorlar. Ne de tatlı, ne de körpedir. Isırdıkça sıcak kanı dolar ağzına. Lezzeti başını döndürür. Nice şaraptan daha tatlıdır. Barba Yorgi’de bile yoktur böylesi ile yarışacak şarap. Onlara önce et sonra işlerine gelince mühendisim. Kazan patlayınca, çarklar takılınca, piston durunca Mühendis Efendi, işler yoluna girince küffar, ecnebi, hırsızın dölü. Zaten eti kemiğe kadar sıyırıp geriye bir şey kalmayınca ilim beş para etmiyor.

Bir de ilmiye taifesi var. Onlar daha beter, daha acımasız. Bir o kadar da korkak. Bilmedikleri onları ölesiye korkutuyor. Bu yüzden görmüşlükleri, bilmişlikleri yokken bile benim peşimdeler. Uzaktan salıyorlar tazılarını. Etimi isteseler de, gelip kendileri tatmıyorlar. Aracılar düzüyorlar. Diğerlerinin açlığına körüklüyorlar. Gavur icadı, iblis tohumunu saçıyormuşum Müslüman toprağına. Yatacak yerim yokmuş. Cehennemde şeytan kollarını açmış beni beklermiş. Tüm makineler, her ne olursa olsun şeytan icadıymış. Hepsinin buhar salması, ateşle çalışması bunun kanıtıymış. Daha neler neler.


İşte yataktan kalkmak demek böylesi bir cendereye girmek demek. Ancak girmeden de yaşanmıyor. Hayat ateş pahası. Karnımı doyurmak, bir yere gelebilmek için daha çok çalışmak, kendini kanıtlamak gerek. Kalmadı aileden kimse. Yok sırtımı sıvazlayacak, etrafta bekleyen çakallara kışt diyecek bir büyüğümüz. Bunun için sıkı çalışmak gerek. Daha çok çalış ki etin daha bir lezzetli olsun. Peşine düşenlerin sayısı artsın. Onlardan kurtulmak, yerini sağlamlaştırmak için de yine çok çalışmak gerek. Böyle koşturuyor seni Simurg. Feleğin tekerine tıkmış seni. Çemberi çevirmeye tenezzül bile etmiyor. Sen varsın çünkü. Koştukça çeviriyorsun çemberi. Koşmak zorundasın düşmemek için. Koşmak zorundasın çünkü Simurg’un canı öyle çekiyor. Ta ki beyzadenin canı çekmeyene kadar.


Belki de bu sabah yataktan kalkmamak lazım. Öylece uzanmak. Uzun uzun uyumak, dertleri, tasaları içeri sokmamak lazım. İçeri sadece güneş girmeli. Gelen yeni günün acılarını getirmemeli. Sadece içimi ısıtmalı. Bu yetime güç vermeli. Unutturmalı gelen günün derdini. Para sıkıntısını, kalemin efkarını, insanın açlığını, sokakları arşınlayanların yabanlığını dışarıda tutmalı. Baş düşmanım Simurg’u kovmalı.


Bu sabah da kalkacağım. Ancak her şey farklı olacak bu sefer. Bu tuluatın bir parçası olmayacağım artık. Simurg’un tekerinden ineceğim. Dönmezse dönmesin. Karnım doymasın. Ana yadigarı daireyi de bırakıp, bana vatan diye dayattıkları bu toprakları, kuyruğumda ayrılmayan doymak bilmeyen yürüyen naaşları, yıkamadığın duvarları ardıma alıp yollara vuracağım kendimi.


Yalan bana söylenenler. Boşunaymış bunca bekleme, özlem, hüzün. Meğer onca yıl gavur elinde yatıp, kalkıp, okula giderken gurbette değilmişim. Boşu boşuna beklemişim gurbetten dönmeyi. Hayal ettiğim şehir bir serapmış. Gerçek gavurlar hep yanı başımdaymış. Esas gurbet buradaymış.

3 yorum:

Roulth dedi ki...

Hocam, aşmışsın yine.
Hürmetler...

Hakan dedi ki...

Biraz daha İstimbul hikayesi yazsana yav Mert efendi?

(Bankada seni çok daraltıyorlar galiba :) )

EnT dedi ki...

Fırsat bulursam bitireceğim var bir tane. Umarım tez zamanda koyarım.

Bankada iyi kastılar valla :P