Aylar geçti de ne değişti. Sofya’da ruhumu sattım diye ağıtlar dökerken bilemezdim ki onlar hiçbir şeymiş. Ruhum halen bende imiş. Mesai tanrıların her daim yeni eziyetleri, daha korkunç, daha can yakıcı daha yıldırıcı işkenceleri varmış. Sofya’dan döndüm. Evime arkadaşlarıma, bildiğim ve sevdiğim ortama döndüm ama ne pahasına.
Daha dönmeden başladı minik mesai şeytancıkları beni işlemeye. “Terfi, makam, güç, unvan” diye. Önce zihnimin en ücra derinliklerinde başladılar yerleşmeye. Vakit kaybetmeden yayıldılar. Güçlendiler. Ele geçirdiler. İlk başlarda “evimde aşım, kaygusuz başım” diyen fakir aklını yitirdi. “Yeterince yattım, artık çalışmam lazım” dedim. Dedim de ne oldu? Kendimi büyük savaş alanında, mesai cehenneminin en derin katmanlarında buldum. Her gün para, para diye istihkamlarımıza hücum eden zebaniler, Gollumvari bir delilikle üzerimize atılırken en büyük düşmanlar kuzu postu ile yanaştı bana. Fark ettim, göremedim. Gördüm davranamadım. Davrandığım başaramadım.
Kuzular sardı dört bir yanımı. Gerçek bir çekiç gibi ezdi benliğimi. Bir gün camdaki akislerinde gördüm. Boynuzlarını, çatallı dillerini, pullu derilerini. Ben ise çoktan ağlarının en ortasında, en sıkı yerinde debelenen zavallı bir sinek olmuştum.
Çatallı dilleri ile güzel sözler, hoş vaatler fısıldarken, sivri dişlerini geçirdiler, elleri, toynakları ile okşarken pullu derileri, sivri pençeleri ile tarumar ettiler, beni desteklerken boynuzlarını tereddüt etmeden batırdılar.
Her gün sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan saldıran bilinçsiz cesetleri savmaya çalışırken arkamdan darbe üstüne darbe vurdular. Biraz huysuzlanınca boş sözlerle vakit kazandılar, kazandılar ki ilk fırsatta vurmaya devam edebilsinler.
Önümde bitmeyen, tükenmeyen bir zombi deryası. Her gün bilinçsiz, ilkel dürtüleri ile dalga dalga geliyorlar. Püskürttüğüm her dalga ise denizin kayayı parçalaması gibi bir parça koparıyor benden. Her defasında savunmam biraz daha zayıflıyor. Her tökezlediğimde ise esas zebaniler arkadan saldırıyor. Hepsi de benim, benliğimin, ruhumun peşinde. Beni istiyorlar. İşteki ben de yetmiyor onlara. Her günümü, her dakikamı istiyorlar. Bitemeyen bir açgözlülükle geliyorlar.
Her defasında benzer cümleler ile vuruyorlar. “Bırak kendini, daha çok çalışmalısın. Bankacılık zordur, bu son kaçınılmaz. Hedefleri tuttur, kredi sat, sat ruhunu”
Son savaş çoktan başladı. Hatta bitmek üzere. Son savaş burada, masa başında. Elimde kanımdan bir kalem, önümde kan kırmızısı bir sözleşme, etrafımda uluyan bir kalabalık, son noktayı imzamı bekliyor. Ben ise kanımın son damlasına direnmeye çalışıyorum. Zaten onlarında istedikleri bu değil mi? Son damlasına kadar kanım, canım, ruhum.
Daha dönmeden başladı minik mesai şeytancıkları beni işlemeye. “Terfi, makam, güç, unvan” diye. Önce zihnimin en ücra derinliklerinde başladılar yerleşmeye. Vakit kaybetmeden yayıldılar. Güçlendiler. Ele geçirdiler. İlk başlarda “evimde aşım, kaygusuz başım” diyen fakir aklını yitirdi. “Yeterince yattım, artık çalışmam lazım” dedim. Dedim de ne oldu? Kendimi büyük savaş alanında, mesai cehenneminin en derin katmanlarında buldum. Her gün para, para diye istihkamlarımıza hücum eden zebaniler, Gollumvari bir delilikle üzerimize atılırken en büyük düşmanlar kuzu postu ile yanaştı bana. Fark ettim, göremedim. Gördüm davranamadım. Davrandığım başaramadım.
Kuzular sardı dört bir yanımı. Gerçek bir çekiç gibi ezdi benliğimi. Bir gün camdaki akislerinde gördüm. Boynuzlarını, çatallı dillerini, pullu derilerini. Ben ise çoktan ağlarının en ortasında, en sıkı yerinde debelenen zavallı bir sinek olmuştum.
Çatallı dilleri ile güzel sözler, hoş vaatler fısıldarken, sivri dişlerini geçirdiler, elleri, toynakları ile okşarken pullu derileri, sivri pençeleri ile tarumar ettiler, beni desteklerken boynuzlarını tereddüt etmeden batırdılar.
Her gün sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan saldıran bilinçsiz cesetleri savmaya çalışırken arkamdan darbe üstüne darbe vurdular. Biraz huysuzlanınca boş sözlerle vakit kazandılar, kazandılar ki ilk fırsatta vurmaya devam edebilsinler.
Önümde bitmeyen, tükenmeyen bir zombi deryası. Her gün bilinçsiz, ilkel dürtüleri ile dalga dalga geliyorlar. Püskürttüğüm her dalga ise denizin kayayı parçalaması gibi bir parça koparıyor benden. Her defasında savunmam biraz daha zayıflıyor. Her tökezlediğimde ise esas zebaniler arkadan saldırıyor. Hepsi de benim, benliğimin, ruhumun peşinde. Beni istiyorlar. İşteki ben de yetmiyor onlara. Her günümü, her dakikamı istiyorlar. Bitemeyen bir açgözlülükle geliyorlar.
Her defasında benzer cümleler ile vuruyorlar. “Bırak kendini, daha çok çalışmalısın. Bankacılık zordur, bu son kaçınılmaz. Hedefleri tuttur, kredi sat, sat ruhunu”
Son savaş çoktan başladı. Hatta bitmek üzere. Son savaş burada, masa başında. Elimde kanımdan bir kalem, önümde kan kırmızısı bir sözleşme, etrafımda uluyan bir kalabalık, son noktayı imzamı bekliyor. Ben ise kanımın son damlasına direnmeye çalışıyorum. Zaten onlarında istedikleri bu değil mi? Son damlasına kadar kanım, canım, ruhum.
1 yorum:
Patron, üzdün hepimizi yav.
O zebanilere iki kelam da ben girecem şimdi...
Yorum Gönder