Salı, Nisan 01, 2008

Tuzlu ve Kutulu

İkinci hicri asırda Arabistan Yarımadasından, kimine göre meczup, kimine göre gayibin, Abdul Hazred ismi ile anılan âlim geçmiştir. Pek çok Batıni eser kaleme almış olsa da eserlerinin biri hariç hiçbiri kabul görmemiştir.

Okuyanların yüreklerine bin bir türlü korku illeti, zihinlerine ise cinnet tohumu salan, Divan-ı Azife ismiyle bilinen eser Batıni ilmi içün mihenk taşı olmuştur. Divanın ismi ve muhteviyatı hususunda münakaşalar devam etmektedir. Zira eserin bilinen sureti bulunmamakla beraber, nice batıni ilime merak sarmış âlim eserin tümüne veyahut bir kısmına sahip olduklarını iddia etmekte ve eserlerinde divandan bölümlere yer vermektedirler.

Garbdaki küffar illerinde de pek çok farklı isim ile bilinen bu divanın ehemmiyeti envai çeşit efsun ve sihirin yanı sıra âdemoğlundan önce arza hükmeden, kudema olarak adlandırılan mahlûkatı anlatmasıdır. Bu kudema taifesinin Ri’ye denilen okyanus suları altında kalmış şehirde yattıkları asırlık uykularından kalkarak kıyameti kendi elleri ile arza salacakları ve ahiretten önce âdemoğlunun sonu geleceği yönünde kehanetler bulunmaktadır. Mevzu bahis kehanetlerin hakikat ile en ufak bir münasebeti var ise soyumuzu büyük tehlikenin beklediği muhakkaktır.

Vak'a Nüvis Bekir Efendi

Müfredat-ı Batıni

Hicri 1075


Dokuz yüz otuz bir senesinin rabüevvel ayının son günlerinde, sittei servinin bitmesinden hemen sonra, hayırlara vesile olması için mübarek bir Cuma günü, alaca karanlıkta, Konstantiniye’nin incisi Haliç’teki Donanmayı Hümayun tersanesi iskelesinden haşmetli bir kalyon “Vira Bismillah”lar ile yelken açtı. Üç direkli, nice yiğidi barındıran, memur olduğu meşum vazifenin ağırlığı ile salmasının gömüldüğü boğazın karanlık sularında, usulca süzülerek Şehri Hümayundan ayrıldı.

“Neydi bu sefer ?” derseniz anlatmaya çalışayım. Kalyonun açılmasından takriben altı ay önce Hispanya Kraliçesi Marya’nın, ismi yedi sülalesine yetecek uzunluktaki elçisi, Konstantiniye’de bilinen kısa ismi ile Huan Carlos de Roberto, Kaptanı Derya Salman Paşanın huzuruna varıp, ayaklarına kapandıktan sonra, kaftanına yüz sürmüş bahriyelerini tarumar, tüccarı ser sefil eden bir mahluk için yardım dilenmişti.

İzzetli Salman Paşa önce elçiyi terslese de, bendenizin akıl sır erdiremediği siyaset ilminin gereği olacak ki, ferman yazdırarak mahlukun itlaf edilmesi için sefer tertiplenmesini emir buyurmuştu.

Elçinin anlattığına göre mahluk uzak, uğursuz bir adada ikamet etmekte olup, peşine değme küffar şövalyesi düşmüş, ancak Allahsız keferelerin cümlesi telef olmuştu. Bu nedenledir ki sefer defterine seçme yiğitler kaydedildi.

Seferde kimler yoktu ki. En başta yıllarını denize vermiş, nice muharebe görmüş, levend olarak katıldığı ocakta kaptanlık mertebesine erişen, deniz erbabı, kaptanlar kaptanı, denizlerin efendisi Hıdır Reis, Ocağın gururu 166. Orta mensubu, her biri adem ejderhası, başlarında çorbacıları Serdengeçti Musa Çavuş ile kırk sekiz yeniçeri neferi, Sarayı Hümayunun namlı müneccimlerinden şehla bakışları ile gaibi delen, sadece birkaç kalp atışı süresinde bulutların şeklinden, yıldızların konumundan, köpeklerin işemesinden ve dahi nice alametten mana ve hüküm çıkaran Gabir Mehmet Efendi, külliyen mürettebatı ve bittabii kalyonu her türlü şerr, kem ve habaisden sakınmak ile memur, pek muhterem Ünafi İdris Hoca ve tabi ki yaşanacak hadiseleri eksiksiz olarak Kaptanı Derya Paşa Efendimiz ile akabinde Sarayı Hümayuna nakledebilmek için ve az dahi olsa batıni ilmi hakkında bilgi sahibi olduğum için naçizane bendeniz, umumi kabul görmüş lakabım ile Vak'a Nüvis Bekir Efendi. Size aktaracağım kıssa esasen işte bu yiğitlere aittir.

Yolculuğumuzun gereksiz detayları ile sizi yormak, pek kıymetli vaktinizi ziyan etmek istemem. Bu nedenledir ki Akdeniz’de bordalayıp batırdığımız nice küffar gemilerinden, Devleti Ali Osmaniye adına kılıç vurup, yağma ettiğimiz Frenk, Ceneviz, Venedik ve daha nice ecnebi limanlarından, Akdeniz’den sonra açıldığımız huzursuz dalgaları ile bizi buyur eden okyanustan bahsetmeyeceğim. Hatta ve hatta zifiri suların çevrelediği ismi büyülü manasına gelen Ri’ye adasına yaklaştıkça, huzursuzlanan, cinlenmiş gibi hırlaşan mürettebattan da hiç bahsetmeyeceğim. Çünkü aktarmakta olduğum kıssa bu vakalarla alâkadar değildir.

Vukuatlı yolculuktan sonra nihai hedefimiz olan, nice deniz haritasında bulunmayan, bulunan pek azında ise gidilmemesi tembih edilen, Piri Reis’in haritasının en uzak ucunda, karanlık bir elif ile işaretli ada ufukta ortaya çıktı.

Adayı gören Gabir Mehmet Efendi gaipten haber alsa gerek kurşun yemiş gibi nara atıp yere devrildi. Aldığı havadisin ehemmiyeti ve dehşetinden olacak ki yerlerde debelenirken ağzından köpükler saçmaya, vücudu istemsiz olarak kasılmaya başladı. Gemi cerrahı anında müdahale etse de Mehmet Efendiyi dönüş yolculuğu için demir alana kadar kendine getirmek mümkün olmadı.

Mürettebatça uğursuzluk sayılan bu olayın akabinde ayak bastığımız ada bile denemeyecek kadar ufak kara parçası büyük bölümü deniz seviyesinin altında uzanan harabelerden ibaretti. Harabeler belli ki yeryüzünden silinmiş, unutulmuş medeniyetlerin eserleri idi. Zar zor ayakta duran duvar parçaları kadim yazılar ile bezeliydi.

Demir atınca Hıdır Reis derhal ihtiyaç duyulabilecek mühimmatın karaya indirilmesini emretti. Levendler atılıp sandıkları taşımaya başladılar. Bu sırada Ünafi İdris Hoca da gazanın mübarek olması için dualar okumaya, yiğitlerin maneviyatını güçlendirici telkinlerde bulunmaya başladı.

Ot bile bitmeyen karaya sandıkların indirilmesi tam bitmişti ki geminin sancak tarafındaki deniz kaynamaya başladı. Kabaran, kaynayan sular ile pis bir koku hasıl oldu. Aylarca hamama gitmemiş hane harapla çürümüş et kokusu arasında bir yerde olan koku yaşça küçük miçoların istifra etmelerine neden oldu. Hepimizi bir endişe hali aldı.

Denizin maviliği karanlık bir şekil ile karardı. Suyun altında oluşmaya başlayan zifiri karanlık ile adeta elim ayağım kesildi, kanım çekildi. Dizlerim bedenimi taşımakta zorlanır oldu. Endişe yerini dehşete bıraktı. Nedenini bilemediğim bu hissiyat beni esir aldı. Acz içerisinde güverteye mıhlanıp kaldım.

Ardından da kaynayan suların içerisinden dehşetengiz bir mahluk vücut buldu. Ortaya çıkan cehennem mahluku ile etrafa tarifi mümkün olmayan şer hissi yayıldı. İstifra etmekte olan miçolar kendilerinden geçip bayıldılar.

Karşımızda üç adem boyunda bir canavar vardı. Elleri ve kolları olsa herhangi bir adem evladı ile başka bir benzerliği yoktu. Derisi sümüksü ve yeşildi. Yer yer damara benzeyen yumrular fışkırıyordu. Sivri tırnaklı el ve ayak parmaklarının arası kurbağanın ki gibi perdeliydi. Sırtından çıkan kanatları vardı. Ancak canavarın en dehşet saçan yeri kafası idi. Tüy bitmemiş, üzeri damarlarla ile kaplı, yamru yumru kafası bir ahtapotu anımsatıyordu. Göz bebeği olmayan, aktan ibaret gözleri ve ahtapotun kollarına benzeyen ağzı vardı. Yılanvari hareketlerle sürekli kıvrılıp titreşen dokunaçlarının arkasında olması muhtemel ağzından garip homurtular çıkıyordu.

Mahluk etrafını şöyle bir süzdükten sonra cehennemin derinliklerinden gelen bir sesle kükredi. Ardından güneşi örten kanatlarını açtı ve üzerimize gelmeye başladı. O sırada Ünafi İdris Hoca’nın bağırışını duydum. Hoca gözlerinde yaşlar ile “Dabbet-ül Arz! Ahiret günü geldi çattı.” Diye bağırıyordu. O an anladım Abdul Hazred’in Divan-ı Azifesinde yazılan menkıbelerin doğru olabileceğini. Salavat getirip Yaradana sığındım.

Mürettebatın ekseriyeti feryat figan bağırırken hepsini Hıdır Reis’in gür sesi bastırdı. Yılları cenk alanlarında geçirmiş, tecrübeli kaptan mürettebata emirler yağdırmaya başladı. Onun sesi ile düşmüş olduğumuz dehşet ve gaflet halinden sıyrıldık.

Hıdır Reis’in emri ile kemankeşler öne çıktılar. Sefer hazırlıkları sırasında ecnebi işi çakmaklı tüfenglerin böylesi bir illeti alt edemeyeceği düşünüldüğünden 166. Orta’dan her biri menzil sahibi on üç kemankeş seçilmiş, yanlarına da sultana layık, pelenkten imal, temrenleri okunmuş oklar verilmişti.

Kemankeşlere salavat getirip, gülbank çektikten sonra, gaza niyetine, okunmuş temrenli oklarını mahluka serptiler. Ancak okların çoğu iblisin cevşen misali derisini geçemedi. Yeterli tesiri elde edemeyince kemankeşler okları alçaktan attılar ki hedefe güçlü vursunlar. Bu sefer okların çoğu mahlukata saplandı. Açılan yaralardan cerahate benzeyen yeşil renkli sıvılar akmaya başladı. Okunmuş oklar işe yaramış olacak ki mahluk acı içerisinde böğürerek durdu. Acısının verdiği sinirle de tepinmeye başladı.

Hıdır Reis kemankeşleri geri çekip Musa Çavuş ve serdengeçti yiğitlerini sürdü. En şehlevent, en dilaver yiğitlerden seçilmiş uşaklar önce kılıçlarını yalın eylediler. Ocak geleneğine uygun olarak kemankeşler gibi gülbank çekip, birbirileri ile helalleştikten sonra iblise kılıç çalmak için atıldılar. Bir anda mahlukun etrafı yeniçeriler ile çevrildi. Yiğitler ne kadar yaman kılıç vursalar da ahtapot bozması ucube, yaralarından fışkıran irine rağmen kılıç darbelerini bertaraf etmeyi, kaçınılmaz sonunu ertelemeyi başardı.

Cenk uzayınca, içi içine sığmayan, düşmanı kırmak gerekirse de şehitlik şerbeti içmek için yerinde duramayan Sarı Ahmet adlı levend dayanamayıp mahlukun üzerine vardı. Rumeli’nin İslimiye köyünden gelen, bıyıkları daha yeni terlemiş bu yiğit kapıya çıkıp ocağa kayıt olalı anca bir iki sene olmuştu. Lakin yandaşlarından en az bir kafa daha uzun olan Ahmet ocakta mermere çıplak elle tokat vurarak talim eden, bir sillede koca öküzü deviren, otuz batmanlık gürz sallayan bir adem ejderhası idi.

Ahmet nice yiğidin yerinden bile kaldıramayacağı gürzünü aman vermeden iblise savurmaya başladı. Sonradan İdris Hoca gürze bizzat okuyup üflemiş olduğunu iddia etse de bunun doğruluğunu öğrenmek mümkün olmadı. Mahluk bir anda yeniçeri yiğidinin azameti ve kuvveti karşısında sindi. Sarı Ahmet gürzünü saldıkça mahlukat böğürdü, mahlukat böğürdükçe Sarı Ahmet gürzünü saldı. Sonunda bacaklarında derman kalmayan iblis dizlerinin üzerine çöktü. Ahmet gürzünü bırakıp, ejder pençesi misali eli ile yaratığa öyle bir sille vurdu ki ayağımızın altındaki toprak titredi. Osmanlı tokadını yiyen iblis, iblisliğini unutup pıstı, olduğu yere yığıldı kaldı. Akabinde Ahmet Onbaşı besmele çekip teberine davrandı. Mahlukun kellesini bir çırpıda gövdesinden ayırdı. Cehennem kaçkını mahluk oracıkta, kendi sidiği içerisinde can verdi.

Böylesi bir yiğitlik karşısında hepimiz duygulandık, gözlerimiz ıslandı. Devleti Şahaneyi Osmaniye’nin kudreti, yetiştirmiş olduğu yiğitler ile de gururlandık. Hıdır Reis ise Sarı Ahmet’i mübarek alnından öpüp, onbaşı rütbesine terfi ettirdi. Yiğitliğinden ötürü de onu bir kese altınla ödüllendirdi. İblisin gövdesi şerre karşı oracıkta yakıldı. Kellesi ise tuza yatırılarak, okunmuş üflenmiş bir sandığa konuldu.

Hispanya’daki küffar taifesi bu zafer karşısında kıskançlığından olsa gerek, böylesi bir yaratığın öldürülemeyeceğini, katıldığımız seferin sadece bir hikaye olduğu, iblisin halen yaşadığı dedikodusunu yaymaya başladı. Ola ki böylesi bir söylence kulağınıza gelmiş ise sakın ha itibar etmeyiniz. Bendenizin bizzat şahit olduğum üzere o korkunç iblis itlaf edildiği gibi bet suratlı kellesi de zafer ganimeti olarak tuzlu ve kutulu Konstantiniye’ye gönderilmiştir.

5 yorum:

Nesij dedi ki...

Son dönemde biraz İhsan Oktay Anar mı okuduk?
;-)

EnT dedi ki...

Derdim fantezi yazarken bizden bir şeyler yazmak. Osmanlı bulunmaz bir hazine. Eski kelimeleri kullanmak hoşuma gidiyor. Böyle olunca Anar'a benzıyor. Aslında Anar'dan çok Koçu ve Uzunçarşılı okuyorum.

Roulth dedi ki...

Yine dibe vurmussun.
Artik Khuthulu endisesi olmadan rahatca uyuyabilecegim :)
Güzel öyküydü, dolduruşa geldim!
Eline sağlık!

Hakan dedi ki...

Basariliiii

hayalsaati dedi ki...

ent merhaba,
sana ulaşmaya çalıştım ama mail adresini bulamadım.
bana hayalsaati @ gmail.com dan ulaşabilir misin?