Unutulan Savaş ve Gazi Faruk Pekerol'un Anıları
Yazan: Bülent Ruscuklu
Alfa Yayınları
Ekim 2005
Faruk Pekerol Kore'ye gidecek tugaya gönüllü olarak katılmış. Türk Tugayının girdiği ilk muharebe olan Kasım 1950 tarihindeki Kunuri Savaşlarında bulunmuş. Bundan sonra Nisan 1951'deki Çinlilerin Bahar Saldırısında kuşatılan bölüğünden bir grup arkadaşıyla birlikte ayrı kalmış ve düşman bölgesinden çımaya çalışırken esir düşmüş. İki yıl kadar süren bir esaret döneminden sonra esir mübadelesi çerçevesinde yurda geri dönmüş. Kore'de geçirdiği tüm bu zaman boyunca günlükler tutmuş, esaret döneminde yazdıklarını da son güne hazırlık olarak pişirilen ekmeklerin içine saklayarak esir kampından çıkarmış. Yurda dönüşünden çok sonra da bunları ayrıntılı olarak kaleme almış.
Yazar, Faruk Pekerol'un notlarını esas alarak Kore Savaşını anlatıyor. Gazinin anılarının boşluklarını ve savaşın genel durumunu tarihi belgelerden alıntılarla kapatıyor ya da destekliyor. Anıların ve tarihsel bilgilerin farklı karakter biçimiyle yazılmış olması önemli bir ayrıntı olmasa da okumayı daha keyifli kılıyor.
Güzel tasarlanmış bu kitapta belli başlı bir kaç hata hemen göze çarpıyor. Zaman zaman ortaya çıkan bozuk cümleler özellikle genel durum anlatımlarında bir miktar tutukluk yaratıyor. Ayrıca bunun gibi kaynak kitap özelliği taşıyan bir eserde 'içindekiler' ve 'dizin' kısımlarının olmaması geri dönüp yeniden okumak istediğim bölümleri sayfaları karıştırarak aramamı gerektirdi. Öte yandan kaynakçası, konuyla ilgili bilgisini genişletmek isteyenler için iyi bir temel oluşturabilir.
Kore Savaşı'nın vatan toprakların dışında gerçekleşmesi onu Türk askeri açısından daha az önemli bir savaş yapmıyor. Aksine Türk askerinin kendi vatanı dışında yüzyıllardan beri katıldığı ilk savaş ve dünya ordularıyla omuz omuza ya da göğüs göğüse durduğu önemli bir süreç. Kitapta Kore Savaşıyla ilgili daha önce hiç bilmediğim şeyler de öğrendim. Örneğin Kore Savaşı resmen sonlanmamış, yalnızca ateşkes ve esir mübadelesi anlaşmaları imzalanmış. O gün bugündür de savaş sürüyormuş!
Savaşı hem birey hem de ordular düzeyinde aynı anda göstermesi kitabın en güçlü yönü. Yalnızca okunmasını güzel kılmakla kalmıyor, ordu hareketleri arasında askerlerin ne yapıp ne düşündüğünü de gerçek anılarla gözler önüne seriyor.
Hakkında pek az şey bildiğimiz ama orada savaşanların asla unutamadıkları Kore Savaşı'yla ilgili bilgilenmek isteyenler için iyi bir başlangıç
Perşembe, Ekim 25, 2007
Salı, Ekim 02, 2007
Preacher
DC Vertigo
Preacher türkçe meali ile vaiz, bedenini tam olarak ne olduğu açıklanamayan bir varlık ile paylaşan, hayatı trajediler içinde geçen vaiz Jesse Custer’ın (J.C./İsa Mesih. Bu gönderme biraz bayatladı, ama neyse.) tanrıyı arama macerasını anlatıyor. Hikayeyi olağan dışı yapan olay ise vaizin tanrıyı arama nedeninin ruhani olmaması. Bütün amacı tanrıyı cezalandırmak hatta pataklamak Custer’ın.
Custer arayışında yanında aslında bir mafya tetikçisi olan, mermilere yakalanmayan sevgilisi Tulip O’Hare ve kan içen, gün ışığında alev alan, zamanının IRA üyesi, alkolik Proinsias Cassidy var. Bunlara karşılık karşısında esas kötüler olarak fasişt aile üyeleri, kutsal kanı korumak adına ensestin gözüne vuran kutsal kase örgütü, Azrail’in beden bulmuş hali olan hiç kaçırmayan kovboy ve hatta tanrının kendisi, yan rollerde ise seri katiller, eşcinseller, her çeşit fetişistler, vampir özentileri ve daha niceleri var.
Çizimler ve anlatım tarzı bir hayli amerikanvari. Renkli ama kötü çizimler var. Mekanlar çoğunlukla Teksas ve çevre illere ait. Buram buram western kokuyor. Ancak gerek yazar, gerekse çizer Kuzey İrlandalı. Bütün bu çelişki içerisinde Amerikan toplumunu yerden yere vuran göndermeler havada uçuşuyor.
Custer karakteri fazlası ile maço, alkolik küfürbaz ve kavgacı. Modern bir kovboy gibi. Genç yaşta kaybettiği annesi ve babası ile sapkın aile bireyleri nedeni ile zor bir çocukluk geçirmiş. Hikaye boyunca karşılaştığı her türlü düşmana, buna tanrı da dahil, abartılı bir maçoluk ile karşı koyuyor. Bedenini paylaştığı Genesis (Başlangıç) adlı varlık nedeni ile kişilere söylediğini yaptırabilme gücünün dışında Bruce Lee’yi kıskandıracak şekilde dövüşüyor. Herşeye rağmen Genesis’in ne işe yaradığı ve Custer’a ne kattığı bir hayli bulanık.
Tanrı ve din anlayışı tamamen hristiyanlığa dayanıyor. Ancak tanrı dahil olmak üzere bütün dünyevi olmayan karakterlede fazla bir insansılık var. Melekler alkolik, bürokrasi içerisinde güç savaşı verirken bir başka meleği ortadan kaldırmaktan çekinmiyor. Dünyaya sürgüne gönderilen melekler ise bodoslama sekse ve uyuşturucuya dalıyorlar. Hiç kadın melek yokken, iblisler dişi. Tanrı ise sürekli kendini açıklamak zorunda hisseden, ne yaptığı tam olarak belli olmayan biri olarak anlatılmış. İlahi bir varlıktan çok işe yaramaz biri gibi. Bu arada yazar İsa’nın çarmıhta ölmediğini, yaşadığını hatta Magdalı Meryem ile çoluk çocuğa karıştığını söylüyor. İsa’nın soyunu miras bölünmesin, aile dışına çıkması düşüncesi ile ensestin gözüne vurdurmuş kase örgütü koruyor.
Bütün bu hikaye ve karakterler, ne kadar içini doldurmaya çalışsalar da dipsiz kuyu misali bir boşluğa sahip. Anlatılanlar ilginç olsa anlatım tarzından dolayı bana çok sıkıcı geldi. Gereksiz uzun konuşmalar, her şeye rağmen ölmeyen kahramanlar, ne olduğu defalarca anlatılsa da anlaşılamayan Genesis, uzun ve gereksiz geri dönüşler, zorlama bir western tarzı, vampirden çok İrlandalı bir alkolik olan bir vampir, devlet memuru gibi melekler, kaybeden bir tanrı, sektirmeden hepsi sapkın kötülerle bütün ögelerde bir iğretilik var. Dediğim gibi fikir ilginç ve kulağa Kevin Smith’in Dogma’sı gibi gelse de anlatım çok başarısız. Eğer hikaye Amerikan hayatına ve inanç sistemine eleştiri ise fazla komik. Yok espirili bir taşlama ise de çok ciddi. Her şey iki arada bir derede kalmış.
Üşenmeden 66 sayıyı, yer yer sadece resimlere bakarak (bir yere gitmeyen yan hikayeler çok gereksiz kalıyor.) yer yer resimlere de bakmadan (ah ah nerde güzelim mangalar) sırf tanrı konusunda en sonunda ne olacağını öğrenmek için okudum. Ancak son beni azcık bile tatmin etmedi. Sonuç olarak tek bir cilt olarak kısaltılsa ve karakterler daha doğru dürüst tasarlanmış olsa çok da güzel olacak bir konu göre heba edilmiş.
Preacher türkçe meali ile vaiz, bedenini tam olarak ne olduğu açıklanamayan bir varlık ile paylaşan, hayatı trajediler içinde geçen vaiz Jesse Custer’ın (J.C./İsa Mesih. Bu gönderme biraz bayatladı, ama neyse.) tanrıyı arama macerasını anlatıyor. Hikayeyi olağan dışı yapan olay ise vaizin tanrıyı arama nedeninin ruhani olmaması. Bütün amacı tanrıyı cezalandırmak hatta pataklamak Custer’ın.
Custer arayışında yanında aslında bir mafya tetikçisi olan, mermilere yakalanmayan sevgilisi Tulip O’Hare ve kan içen, gün ışığında alev alan, zamanının IRA üyesi, alkolik Proinsias Cassidy var. Bunlara karşılık karşısında esas kötüler olarak fasişt aile üyeleri, kutsal kanı korumak adına ensestin gözüne vuran kutsal kase örgütü, Azrail’in beden bulmuş hali olan hiç kaçırmayan kovboy ve hatta tanrının kendisi, yan rollerde ise seri katiller, eşcinseller, her çeşit fetişistler, vampir özentileri ve daha niceleri var.
Çizimler ve anlatım tarzı bir hayli amerikanvari. Renkli ama kötü çizimler var. Mekanlar çoğunlukla Teksas ve çevre illere ait. Buram buram western kokuyor. Ancak gerek yazar, gerekse çizer Kuzey İrlandalı. Bütün bu çelişki içerisinde Amerikan toplumunu yerden yere vuran göndermeler havada uçuşuyor.
Custer karakteri fazlası ile maço, alkolik küfürbaz ve kavgacı. Modern bir kovboy gibi. Genç yaşta kaybettiği annesi ve babası ile sapkın aile bireyleri nedeni ile zor bir çocukluk geçirmiş. Hikaye boyunca karşılaştığı her türlü düşmana, buna tanrı da dahil, abartılı bir maçoluk ile karşı koyuyor. Bedenini paylaştığı Genesis (Başlangıç) adlı varlık nedeni ile kişilere söylediğini yaptırabilme gücünün dışında Bruce Lee’yi kıskandıracak şekilde dövüşüyor. Herşeye rağmen Genesis’in ne işe yaradığı ve Custer’a ne kattığı bir hayli bulanık.
Tanrı ve din anlayışı tamamen hristiyanlığa dayanıyor. Ancak tanrı dahil olmak üzere bütün dünyevi olmayan karakterlede fazla bir insansılık var. Melekler alkolik, bürokrasi içerisinde güç savaşı verirken bir başka meleği ortadan kaldırmaktan çekinmiyor. Dünyaya sürgüne gönderilen melekler ise bodoslama sekse ve uyuşturucuya dalıyorlar. Hiç kadın melek yokken, iblisler dişi. Tanrı ise sürekli kendini açıklamak zorunda hisseden, ne yaptığı tam olarak belli olmayan biri olarak anlatılmış. İlahi bir varlıktan çok işe yaramaz biri gibi. Bu arada yazar İsa’nın çarmıhta ölmediğini, yaşadığını hatta Magdalı Meryem ile çoluk çocuğa karıştığını söylüyor. İsa’nın soyunu miras bölünmesin, aile dışına çıkması düşüncesi ile ensestin gözüne vurdurmuş kase örgütü koruyor.
Bütün bu hikaye ve karakterler, ne kadar içini doldurmaya çalışsalar da dipsiz kuyu misali bir boşluğa sahip. Anlatılanlar ilginç olsa anlatım tarzından dolayı bana çok sıkıcı geldi. Gereksiz uzun konuşmalar, her şeye rağmen ölmeyen kahramanlar, ne olduğu defalarca anlatılsa da anlaşılamayan Genesis, uzun ve gereksiz geri dönüşler, zorlama bir western tarzı, vampirden çok İrlandalı bir alkolik olan bir vampir, devlet memuru gibi melekler, kaybeden bir tanrı, sektirmeden hepsi sapkın kötülerle bütün ögelerde bir iğretilik var. Dediğim gibi fikir ilginç ve kulağa Kevin Smith’in Dogma’sı gibi gelse de anlatım çok başarısız. Eğer hikaye Amerikan hayatına ve inanç sistemine eleştiri ise fazla komik. Yok espirili bir taşlama ise de çok ciddi. Her şey iki arada bir derede kalmış.
Üşenmeden 66 sayıyı, yer yer sadece resimlere bakarak (bir yere gitmeyen yan hikayeler çok gereksiz kalıyor.) yer yer resimlere de bakmadan (ah ah nerde güzelim mangalar) sırf tanrı konusunda en sonunda ne olacağını öğrenmek için okudum. Ancak son beni azcık bile tatmin etmedi. Sonuç olarak tek bir cilt olarak kısaltılsa ve karakterler daha doğru dürüst tasarlanmış olsa çok da güzel olacak bir konu göre heba edilmiş.
Gotham By Gaslight
DC COMICS 1989
Bugünlerde her nedense kitap okuyamama hastalığım devam ediyor. Bu nedenle kendimi çizgi romanlara verdim. Pek sevdiğim Mike Mignola’nın Hellboy’unun peşinde internette koşturup önüme geleni indiriken, dosyalar arasında Brian Augustyn tarafından yazılmış, Mignola tarafından çizilmiş Batman sayısı, gazlambasının fırlayan cin misali önüme çıktı. Oldum olası uyarlamaların hastasıyımdır.
48 sayfalık kısa bir hikaye. 1889 yılı Avrupasında başlayıp tabiki meşum Gotham şehrinde sona eriyor. Batman’in ailesinin ölümü o çağa uyarlanmış bir şekilde anlatılmış. Joker, Alfred ve detektif Gordon gibi klasik karakterlerin yanına Freud ve Karındeşen Jack eklenmiş. Yarasa adam Londra’dan sonra Gotham’ı kana bulayan eli kanlı katilin peşine düşüyor. Karındeşen bir cerrah titizliği ile özenle seçtiği fahişeleri keserken, belki de Gotham şehri ilk seri katili ile tanışıyor.
Şehir gökdelenlerin gölgesinde kalmadan da hatti zatında kasvetli. Mignola çizimlerinin bunda katkısı tabiki büyük. Batman’in Gotham şehrinin nasıl savunucusu olduğunu öğrenirken arka planda Viktorya Döneminden sahneler izliyoruz. Mignola’nın alameti farikası olan bol gölgeli, karanlık çizimler çok fazla olmasa da tarzını görmek mümkün. Çizmiş olduğu diğer Batman kitaplarına göre tarzını daha geride tutmuş.
Velasıl farklı bir çağda, teknolojik ıvır zıvırları olmadan, arkasından kükreyen motorulu arabası yerine ata binen, ancak puslu gecelerde gargolların sırtınına tünemekten vazgeçmeyen, gaz lambası ışıltılı Batman’i Mignola’nın çizimleri ile okumak kesinlikle eğlenceli.
Bugünlerde her nedense kitap okuyamama hastalığım devam ediyor. Bu nedenle kendimi çizgi romanlara verdim. Pek sevdiğim Mike Mignola’nın Hellboy’unun peşinde internette koşturup önüme geleni indiriken, dosyalar arasında Brian Augustyn tarafından yazılmış, Mignola tarafından çizilmiş Batman sayısı, gazlambasının fırlayan cin misali önüme çıktı. Oldum olası uyarlamaların hastasıyımdır.
48 sayfalık kısa bir hikaye. 1889 yılı Avrupasında başlayıp tabiki meşum Gotham şehrinde sona eriyor. Batman’in ailesinin ölümü o çağa uyarlanmış bir şekilde anlatılmış. Joker, Alfred ve detektif Gordon gibi klasik karakterlerin yanına Freud ve Karındeşen Jack eklenmiş. Yarasa adam Londra’dan sonra Gotham’ı kana bulayan eli kanlı katilin peşine düşüyor. Karındeşen bir cerrah titizliği ile özenle seçtiği fahişeleri keserken, belki de Gotham şehri ilk seri katili ile tanışıyor.
Şehir gökdelenlerin gölgesinde kalmadan da hatti zatında kasvetli. Mignola çizimlerinin bunda katkısı tabiki büyük. Batman’in Gotham şehrinin nasıl savunucusu olduğunu öğrenirken arka planda Viktorya Döneminden sahneler izliyoruz. Mignola’nın alameti farikası olan bol gölgeli, karanlık çizimler çok fazla olmasa da tarzını görmek mümkün. Çizmiş olduğu diğer Batman kitaplarına göre tarzını daha geride tutmuş.
Velasıl farklı bir çağda, teknolojik ıvır zıvırları olmadan, arkasından kükreyen motorulu arabası yerine ata binen, ancak puslu gecelerde gargolların sırtınına tünemekten vazgeçmeyen, gaz lambası ışıltılı Batman’i Mignola’nın çizimleri ile okumak kesinlikle eğlenceli.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)