İlk cam kırığı az önce bir parçası olduğu otobüs penceresinden ayrıldığında ve peşinden binlerce kardeşini sürüklediğinde, adam başına geleceklerin büyüklüğünün pek farkında değildi. Tuhaf gelmişti ona, birarada dururken saydam olan bu parçaların ayrıldıklarında hepsinin ötelerindeki nesneleri göstermek konusunda ne kadar bencil oldukları. Hatta o ilk kırılmayı ve hızla ilerleyen cam kırığı ve kardeşlerinin kendisine ne kadar hızlı yaklaştığını anlayamamıştı bile. Anladığındaysa bedenine saplanan binlerce camın acısı, üzerine düşen insanların acısıyla birleşmişti. Bu bir anlık farkındalık bedeninin daha fazla ıstırap çekmesini önlemiş, böylece adam beden acıları ruhuna da yansıyan biri olarak bilinçaltının huzurlu karanlığına gömülmüştü.
Gözünü açtığında gökyüzünü gördü. Sırtüstü yatırılmış, mumya gibi bezlerle sarmalanmıştı. Yalnızca başı serbestti. Paniğe kapıldı. Gökyüzünden başka birşey göremiyor, nerede olduğunu, neden buraya getirildiğini anlayamıyordu. O zaman başını çevirmeyi akıl etti. Geniş bir çayırın ortasında yüksekçe bir şeyin üzerinde yatıyordu. Yeşil otlar yağmur sonrası ıslaklığıyla mis gibi kokuyorlardı. Güneş ise… güneş ortalıkta görünmüyordu. Güneşi görebilmek umuduyla başını bu kez diğer yöne çevirdi. Gördüğü sahne onu biraz şaşırttı. Bir koyun duruyordu yanında. Yarı şaşkın yarı bilgiç yüzüne bakıyordu. “Günaydın,” deyiverdi hayvan. Adam doğru duyup duymadığını diğer duyularıyla da sağlamak istercesine bedenini de döndürmeye çalıştı. Ayaklarından beynine doğru çakan bir elektriklenme sırtının gerilmesine, çenesinin kasılmasına neden oldu. “Kıpırdama,” dedi koyun. “Geri getirecekler seni.”
Aklında beliren soru adamın acısını anlık da olsa unutmasını sağladı. Neredeydi ki nereye getireceklerdi onu? Tüm bu karmaşık olağanüstü olaylar karşısında sorabileceği en mantıklı soruyu yöneltti hayvana, “Neredeyim ben?”
“Sizin kalıcı taş çadırlarınızdan birinin içindesin. Burası senin biraraya getirileceğin yer.” Yanıt adamı rahatlatmak bir tarafa binlerce yeni soru işaretiyle doldurmuştur kafasını. Acı çekse ve istediği gibi hareket edemese de kendini bir araya getirilecek kadar da dağılmış hissetmiyordu.
Aynı anda hayvanın arkasında bir adam belirdi. Uzun boylu zayıf görünümlü yaşlıca biriydi. Nereden çıktığı belli olmayan bu adamın omuzunda bir güvercin duruyordu. Güvercin sanki sessiz bir emir almış gibi yaşlı omuzlardan havalandı. Geniş bir yay çizip sargılı adamın üzerine kondu ve sargıları gagalamaya başladı.
“Onun adı Kam,” dedi koyun başıyla yaşlı adamı işaret ederek, “Seni o geri getirecek. Güvercinin yardımıyla tabii.” Adam yine birşey anlamamıştı. O anda inanılmaz birşeyi farketti. Ellerini kıpırdatabiliyordu! Kollarını iki yana açıp ellerini çırpacak kadar gücü yoktu ama parmaklarını ve avuçlarını hissediyordu. Güvercine baktı. Kuş göğsüne oturmuş kendi tüylerini temizliyordu. Kam yanına geldiğinde adam elleri için sevinsin mi yoksa bulunduğu tuhaf duruma şaşırsın mı bilemiyordu. “Endişelenme evlat,” dedi Kam, “her gün güvercin sana hislerinin bir bölümünü geri getirecek. Ancak en zoru son kısım. Onun için senin de benimle gelmen gerekiyor.”
“Neredeyim ben?” diye daha önce sorup da yanıtını anlayamadığı sorusunu yineledi. Belki adı Kam olan bu yaşlı adam daha açık anlatabilirdi. Ne de olsa o da bir insandı.
“Sen dünyayla sonsuzluk arasındaki ilk basamaktasın. Geçirdiğin kaza yalnızca bedenini değil ruhunu da parçalamış. Bedenin aşağıda, dünyada, ben burada ruhunu toplamaya çalışıyorum. Güvercin ise bana yardım ediyor. Çünkü o senin koruyucu ruhun.” Yaşlı adam bir an duraksadı ve genç adamı şöyle bir süzdü. Bir kaşını şüpheyle havaya kaldırırken, “Şimdi anladın mı?” diye sordu.
“Koruyucu ruhum mu?” diye kendi kendine sordu yattığı yerden. Soru sesli çıkmıştı ama aslında içe dönük olduğu ortadaydı. Çocukluğu geldi aklına genç adamın. Bir daha geri gelmeyecek çocukluğu. Uzun saatler boyu bir güvercini yakalayıp elinde tutmak için yaptıkları geldi gözünün önüne. Önce hain tuzaklar denemişti güvercinleri yakalamak için. Bunların pek sonuç vermediği üstelik de kuşları yaralayabileceğini farkedince vazgeçmişti. Güvercinlerin karanlıkta göremediklerini öğrenmek amacına ulaşmasını sağlayan bilgi olmuştu. Sonunda bir tanesini yakalamıştı ve o günden sonra güvercinleri yakalamak bir azap olmaktan çıkmıştı. Gün geçtikçe öyle iyi dost olmuştuki onlarla kuşlar kendiliklerinden eline gelmeye bile başlamışlardı. Büyüyüp de dostluk kurmak için kuşlar yerine insanları seçmeye başladığından beri güvercinlerle olan dostluğunu tamamen unutmuştu. Bu işe pek akıl sır ermese de güvercinler unutmamış görünüyorlardı.
Yine de Kam’ın ne demek istediğini tam anlayamadı. Daha fazla sorgulamak yerine gözlerini kapayıp dinlenmeyi tercih etti. Çok yorgundu.
Günler geçmiş, genç adam Kam’ın ve güvercinin ruhunun parçalarını birer birer geri getirmeleriyle kendini bulmuş ve sonunda neredeyse ayağa kalkacak duruma gelmişti. İkisinin son gelişinde Kam omuzuna dokunarak şöyle dedi: “Artık senin zamanın geldi. Kendin için mücadele edebilecek güce ulaştın. Yarın son savaşı birlikte vereceğiz. Seni bekliyorum. Güvercin sana yol gösterip seni bana getirecek.”
Geçen altı gün boyunca genç adam en son başına gelen korkunç kazayı ve geride bıraktıklarını, sevdiklerini hatırlamıştı. Şu anda bulunduğu yerin konuşan yada şifacı hayvanlarıyla nasıl bir yer olduğunu tam olarak kestiremiyordu. Ancak gün geçtikçe hisleri yerine gelmişti. Bunun bir şekilde güvercin sayesinde olduğunu biliyordu. Kam güvercini yönlendiriyor, o da yapılması gerekeni yapıyordu. Bu noktaya kadar genç adam henüz birşey yapmamıştı. Ölümlü gözleriyle gördüğü son şeyler üzerine doğru uçan cam kırıklarıydı ve bunlar içten içe batmaya devam ediyorlardı. Onların batmalarını engellemesi gerekiyordu. Sanki bedeninde gezinmeyi sürdürüyorlardı. Kam’ın söz ettiği son savaş bu olmalıydı.
Kendi kendine başını salladı. Kam’ın göstereceği yolun kendi iyiliği için olduğuna inanıyordu.
Ertesi sabah uyanıp çevresine baktı. Uzaktan yaklaşmakta olan güvercini gördü. Güvercinin üzerine konabilmesi için elini uzattı. Kuş ona yaklaştı ve küçük pençelerini işaret parmağına yerleştirdi. Ama konmak ve kanatlarını kapamak yerine onları iyice açtı ve olanca gücüyle çırptı. Parmağından tuttuğu adamla birlikte göğe yükseldiler. Sanki adamın hiç ağırlığı yokmuş ya da kendisi büyümüş de küçülmüş bir Zümrüt-ü Anka’ymış gibi onu çekip götürmüştü.
Genç adamın içinde bulunduğu şaşkınlığı atlatması uzun süre mümkün olmadı. Birlikte sonu gelmez, engin göğe doğru süzüldüler. Uzun süre uçtuktan sonra ileride bir dağ göründü. Kuş dağa yöneldi. Yaklaştıkça dağın yüceliği iyice arttı. Kendisinden genç dağlarla çevrelenmiş yüce bir dağaydı. Torunlarına geçmiş zamanların yaşanmış öykülerini anlatan bilge bir dede gibi kucaklayıp gözetiyordu.
Güvercin onları dağın doğu yamacına doğru götürdü. Alçaldıkça aşağıda bir mağara görünür oldu. Önünde duranın Kam olduğundan kuşku yoktu. Güvercini ve genç adamı bekliyordu.
Kam ile genç adam bir an birbirlerine baktılar. Kam’ın elinde su kabağından iki çıngırak vardı. Birini genç adama verdi ve bir şey söylemeden mağaranın içerisine yöneldi. İşte başlıyor, diye düşündü geç adam. Cam kırıklarından kurtulması için yapması gerekeni yapma zamanı gelmişti. Ne kadar çılgınca olursa olsun. Güvercinin gırtlağından çıkan sesle irkildi. Omuzunda sakin bir edayla duran hayvana bir bakış attı ve Kam’ın peşinden mağaraya girdi.
Nereden geldiği belli olmayan bir ışığın sağladığı loşluğun içerisinde mağarada ilerlemeye başladılar. İnişleri çıkışlar, aşılması güç yarları tatlı şırıltılarla akan su altı kaynakları izledi. İkili uzun bir süre ilerledikten sonra Kam eliyle genç adama durmasını işaret etti. Çıngırağıyla ileriyi gösterdi. Genişçe bir mağarada duvarlardaki yarıklardan sular sızıyordu ve sulara sinekler üşüşmüştü. Her bir sinek neredeyse güvercin kadardı ve yüzlerceydiler. Genç adam dehşetle Kam’a baktı. Kam’ın tepkisi ise çok açıktı. Sineklerin boğuk vızıltılarla uçuştuğu mağaraya doğru yöneldi. Yanından geçen ilk sineğe çıngırağıyla vurdu. Sinek hem aldığı darbe hem de duvara çarpmanın verdiği etkiyle dağıldı ve yere düştü. Sonra Kam geriye dönüp genç adamın gözlerinin içine baktı. Fazla uzatmadı ve çıngırağını sallayarak sineklerin arasına daldı. Genç adam gördükleriyle bir an bocaladı. Omuzunda duran güvercine baktı. Yerinde yoktu. Sonra yerinden fırladı. Kuş bile gitmişti o niye bekliyordu ki? Çıngarığını sallayarak Kam’ın yanına ulaştı. Güvercin sinekleri avlamaya çalışmıyor onun yerine onları olabildiğince duvardaki yarıklardan sızan sulardan uzak tutmaya çalışıyordu. Bu, genç adamın içini tuhaf bir coşkuyla doldurdu ve çıngarığını önüne gelen sineğe salladı. Her vuruşuyla çıngıraktan çıkan şakırtıya Kam bir türkü tutturdu. Bedenlerine çarpan sineklerin sayısı azaldıkça bu türküyü birlikte söylediler. Çok dövüştüler, kan ter içinde kaldılar ama başardılar. Mağara içinde uçan sinek kalmamıştı ve yerdeki sinek ölüleri ise duvardan akan suların onları mağaranın ötesindeki yarıklardan daha derinlere götürmesiyle yavaş yavaş azalıyorlardı. “Yaralarını temizledik,” dedi Kam sakince. Mağaradan içeri girdiklerinden beri ilk kez konuşmuştu. Sonra günlük bir işi bitirmiş olmanın verdiği rahatlıkla mağaranın derinliklerine doğru yürümeye devam etti.
Genç adam sineklerle yaralarının ilişkisini anlayamadı. Ama mücadeleden önce içine dolan çoşku oradaydı. Bütün içtenliğiyle güldü. Kahkahaları mağaranın içerisinde neşeyle yankılandı. Duvarlardaki yarıklardan birinden kana kana su içti. Kendini daha güçlü ve zorluklara karşı yenilmez hissediyordu. Güvercinin yeniden omuzuna konmasıyla başarı sarhoşluğundan ayıldı. Henüz Kam işin bittiğini söylememişti. Çıngarığını bir kez daha sallayarak Kam’ın peşine düştü.
Yine bir ömür gittiler gibi geldi genç adama. Bu kez sarp yeraltı yamaçlarının kenarından bir kişinin güçlükle yürüyebildiği yerlerden, değişik bitkilerin yeşerdiği gizemli yeraltı bahçelerinin arasından geçtiler. Yolun sonunda önlerine atlasan atlanmaz bir geniş yar çıktı. Yarın iki tarafını birbirine bağlayan tahta köprü zamansız bir eskilikteydi ve karşıya geçilmesini olanaksız kılıyordu. Kam genç adama baktı. Gözgöze geldiler. Kam yine birşey söylemeden köprüye doğru yürüdü. Köprünün üzerinde yerinden çıkmış ilk tahtayı eliyle yokladı. Sallanan tahta onu tutan iplerin çürümesiyle üzerine çıkanı taşıyamayacak bir duruma gelmişti. O sırada güvercin gagasında uzun bir iple çıkageldi. Kam iyice bağladı tahtayı sonrada bir adım atarak üzerine çıktı. O tahta yerine yerleştirilmişti ama yanında ve önündeki tahtalar tamir edilmeyi bekliyorlardı. Yine dönüp genç adama baktı. O sırada kuş ağzında yeni bir iple genç adamın omuzuna kondu. Kam bu arada bir sonraki tahtayı yerleştirmeye başlamıştı bile. Adam nereden geldiği belli olmayan ipi kuştan aldı ve önüne çıkan ilk tahtayı yerine yerleştirmeye koyuldu.
Genç adam ve Kam uzun saatler boyunca çıkmış tahtaları yerleştirmek, kırıkları yeniden bağlamak için uğraşıp durdular. Düzeltilen her adım genç adamın daha canla başla çalışmasını sağlıyordu. Geriye bakıp köprünün sağlamlaştığını gördükçe coşkusu artıyor, güvercinin bulup getirdiği ipleri heyecanla ve daha sağlam bağlıyordu.
Uzun çalışmanın sonunda hem köprünün onarımı bitmişti hem de karşıya varmışlardı. “Kemiklerini de düzelttik,” dedi ona Kam.
Genç adam bu kez eskisi kadar şaşırmamıştı. Yaptıklarıyla neleri başardığını artık daha iyi anlamıştı. Kam kendi kendini iyileştirmesine yardımcı oluyordu. Zihnin aydınlığı kararmadıkça yapılabileceklerin sonsuzluğunu tadıyordu.
Kam, yarın karşı yakasındaki patikadan ilerlemeyi sürdürdü. Bu kez yol tutarlı bir şekilde derinlere gidiyordu. Yerin derinliklerinden sızan sıcak buharların doldurduğu dehlizlerden, çatal dilli, sivri dişli mahlukların kol gezdiği çukurlardan geçtiler. Yolların iyice ısındığı ve tekinsizleştiği bir anda varacakları yere ulaştılar. Büyük bir salona gelmişlerdi. Duvarlarda gökkuşağı renklerinde alevler çıkaran meşaleler asılıydı. Salonun uzak ucunda ise büyük, heybetli bir taht vardı. Tahtta oturan geniş göbekli, koca kafalı bir adam sabırla onları seyrediyordu. Yürürlerken Kam anlatmaya başladı.
“Bu karşında gördüğün Diplerin Cini’dir. Çalınan ve kayıp ruhlar hep ona gelir.”
“Bunun benimle ne ilgisi var?” diye sordu genç adam.
“Geçirdiğin kazada aldığın ağır yaralar ruhunun serbest kalmasına neden oldu. Sen kendini toparlayıp ruhunu geri çağırana kadar iblisler onu bulup Diplerin Cini’nin huzuruna getirdiler. Seni onlar ruhunu bulmadan önce toparlayabilseydik, şimdi iyileşmiş ve sağlıklı olurdun. Ancak durumun o kadar kötüymüş ki güvercinin seni geri getirmesi çok zaman aldı.”
“Nasıl geri alacağız ruhumu o zaman?”
“Pazarlık edeceğiz.”
Böylece vardılar Diplerin Cini’nin huzuruna. Tahtın önünde durdular ve cinin onları uzun uzun izlemesini beklediler. Sonunda cin konuştu.
“Ruhunun sahibi artık benim genç adam. Onu geri almadan kendi diyarına geri gidemezsin. Onsuz ölmüş sayılırsın. Gelmekte geç kaldın.” Cinin sesi gürdü ve geniş salonda kudretle yankılanıyordu. Bütün söylediklerine karşın cinin ne sesinde ne bakışında onun kötülüğünü ister gibi bir hali yoktu. Sanki evrenin yaradılışından beri üstlendiği görevi sadakatle yerine getirmek dışında bir şey yapmıyordu. Hatta bakışlarında belki biraz hüzün bile görülebilirdi.
“Yüce Cin!” diye haykırdı genç adam. “Benim yerim burası değil. Ruhumun yeri henüz senin huzurun değil. Bir yol olmalı zamanım dolmadan huzurunda kalmamı önleyecek.”
“Madem sordun iyi dinle,” diye mırıldandı bu kez Diplerin Cini. Sesi yine salonda yankılanmıştı. “Senin ruhuna karşılık başka bir ruh verirsen bana, alabilirsin o zaman ruhunu.”
“Kim verirki benim için ruhunu burada?” diye sordu genç adam. O sırada güvercin kanatlandı. Heyecanla havalanacak oldu adamın omuzundan. Ama genç adam tez davrandı ve iki eliyle kuşu yakaladı. “Olmaz,” diye mırıldandı kuşa. “Sensiz çıkmak hiç çıkmamakla eş.”
“Koruyucuna bağlılığın için sana son bir seçenek daha veriyorum,” diye kükredi Diplerin Cini. “Eğer diğer dünyadan biri, dünyevi değerlerle kirlenmiş bir saflık simgesini adak olarak verirse ruhunu geri alabilirsin.”
Genç adamın bütün dünyası başına yıkılmıştı. Ümitsizliğe kapılmış ve gözleri dolmuştu. Yaşlı gözlerle cine baktı. “Nasıl olur bu?” diye sordu. “Nasıl haber ederim oradan birine ben?” Artık hiç ümidi kalmamıştı. İçine yol boyunca dolmuş olan coşku sönüp gitmiş, yerini sonu belirsiz bir karanlığın kasveti almıştı. Genç adam içini saran ümitsizlikle dizlerinin üzerine çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kederi öyle büyük, hıçkırıkları öyle yoğundu ki Kam’ın omuzuna koyduğu elini hissetmedi.
Bir kadın ağlıyordu. Çok sevdiği kocası trafik kazasında yaralanmış, yedi gündür komada yatıyordu. Kadın hergün ona izin verilen saatte kocasının yanına geliyor ve onunla konuşuyordu. İyileştiğinde neler yapacaklarını, bir çocuk bile düşünebileceklerini anlatıyordu ona. En sevdiği hikayelerden birini okumuştu bir kez. Ama adam hiç kıpırdamamıştı. Doktor ümidini kesmemesini henüz geçirdiği travmanın etkilerini tam olarak atlatamamış olabileceğini söylüyordu. Kadın da geliyordu. Her gün. Kendisini en güzel hissettiği elbiselerini giyiyor, makyajını eksiksiz yapıyor ve eşinin yanına, ziyaretçiler için ayrılmış iki saati en verimli şekilde geçirmek için geliyordu. Eğer kocası uyanırsa onu en güzel, en çekici haliyle görsün istiyordu.
Ağlamamaya özen gösteriyordu kadın. Güçlü olmak ve umudunu yitirmemek istiyordu. Her eve gidişinde yatağa kapanıp hüngür hüngür ağlarken ertesi gün daha güçlü olmak için kendine söz veriyordu. İstiyordu ki adam gözünü açsın ve ve ona her zaman söylediği gibi “Canım!” desin.
Yedinci gün kadın yine kocasını ziyarete gitmişti. Adama günlük olaylardan sözetmiş, en yakın arkadaşlarıyla ilgili dedikoduları anlatmıştı. O kadar komik ayrıntılardı ki bunlar kadın anlatırken bile kendini gülmekten alamıyordu. Sonunda saatine baktı. Bugünkü birliktelik zamanları da dolmuştu. Gözleri adamın ifadesiz suratına kaydı. Aslında o kadar da ifadesiz değildi sanki, uyuyor gibiydi. Bir çocuğun masumluğuyla uyuyordu. Hep öyle uyurdu; bir çocuk gibi masum ve huzurlu. İlk defa komadaki kocasının yanında gözleri doldu kadının. Adam uyuyordu ama onu ağlarken görsün istemedi. Veda öpücüğünü vermek için hızla eğildi. Öpücüğü dudaklarına kondururken rimelle kararmış bir damla gözyaşı adamın yanağına damladı.
Kaza anını yeniden yaşamaya başladı genç adam. Diplerin Cini’nin sarayında değildi artık. Bir otobüste gidiyordu. Yalnız başına koridor üzerindeki koltuklardan birinde oturuyordu. Otobüs uçarcasına gidiyordu. Bulutlardan başka birşey olmayan mavi bir gökyüzünde büyük bir hızla gidiyordu. Gerçekten uçuyorlardı. Genç adam artık ne sarayı ne de otobüsü duyumsayabiliyordu. Aradaydı.
Otobüs bir bulutun içine girdi. Genç adam ve otobüsü kendilerini köşeyi dönemedikleri sokakta buluverdiler. Ve yine dönemediler o köşeyi. Çarptılar duvara. Acıyla sarsıldı genç adam. Hatırladı ona doğru kanatlanmış uçan cam kırıklarını. Acıyı anımsamak gözlerini yaşlarla doldurdu. Uçuştu yine cam kırıkları. Olamaz, diye düşündü, herşey baştan başlıyor olamaz. Toparlandığında acısının dindiğini fark etti. Son hissettikleri bedeninden çıkan cam kırıklarının acısıydı. Bedeni sokağın ötesinde durmuş boş otobüsün yuvarlanmasını izliyordu. Gözüne çarpan bir ışıltıyla başını göğe çevirdi. Cam kırıkları bu kez göğe doğru uçuyorlar, nereden geldiği belli olmayan bir ışıkla çevreye renkli parıltılar saçıyorlardı. Genç adamın gözleri huzurla kapandı. Bu kez son gördüğü şey minik gökkuşakları arasında sevgili karısının güzel yüzüydü.
Kadın doğrulup kocasına bir an baktıktan sonra kapıya yöneldi. O sırada pencere pervazında duran bir güvercin havalandı. Kadın onu neden daha önce görmediğini anlayamadı. Elini kapı tokmağına attı. İlk duyduğu şey tokmağın tıklaması olmadı bu kez. Duyduğu şey yüreğini hoplatmıştı. “Canım?” demişti biri odanın içerisinden. “Canım!”