Perşembe, Ocak 10, 2008

Demgüsar Vakası 4

Gülpare ifrit ile bir başınaydı. Çevreleri tamamen karanlıktı. Kadın nefes alıp verdikçe ağzından çıkan duman, karanlığın içerisinde eriyordu. Bacakları son dermanı ile onu ayakta zar zor tutuyordu. Etraflarını sarıp sarmalayan karanlığı içerisinde gece yürüyen yaratığın sadece yüzü seçiliyordu.

Kireç gibi bembeyazdı. Beyaz tenin altında kirli bir mavi ile parlayan damarlar seçiliyordu. Kemikleri çıkıktı. Heybetli bir burnu vardı. Gözleri sanki kurumuşçasına çukurlarının içerisine çekilmişti. Göz çukurlarının içerisi dipsiz bir kuyu misali karanlıktı. Katran karası gözlerinin hiç akı kalmamıştı. Geniş alnının üzerini bukleli, beyaz saçları örtüyordu. Açık maviye çalan ince dudakları şeytani bir gülümseme ile kıvrılmıştı. Dudaklarının arasından belli belirsiz iki diş karanlıkta parlıyordu.

İblis kollarını Gülpare'ye doğru açtı. Karanlığın kalbinde yaratığın gövdesi ortaya çıktı. Üzerinde tek omuzdan askılı, yerlere kadar uzanan, mor, eski bir döneme ait kıyafet vardı. Elbiseyi omzundan tutan iri, altın, çelenk şeklinde bir broş vardı. Elbisenin açıkta bıraktığı çıplak kolları, kemiklerine sarılmış bir tutam et parçasından ibaretti. Eti mosmordu. El kemiklerinin üzerini sadece derisi örter gibiydi. Uzun, sivri tırnakları ile vahşi bir hayvana benziyordu. Daha çok bir pençeye benzeyen ayaklarında ise sandaletler vardı.

Demgüsar olduğu yerde Gülpare’yi seyrediyordu. Gülpare korku içerisinde bildiği duaları mırıldanmaya başladı. Köprüde işe yaramıştı. Burada da işe yarayabilir onu kurtarabilirdi. Kelimeler dudaklarının arasından dökülmeye, sesi giderek yükselmeye başladı. Kelimeler ağzından döküldükçe de üzerindeki ağırlık hafiflemeye başladı.

Eğer yeterince inanırsa buradan kurtulabileceğini hissetti. Yaratığın bakışlarına Gülpare karşılık vermek, korkmadığını göstermek istedi. Gözlerini o karanlık çukurlara dikti. Ancak o zaman hatasını anladı. Bakışlarını kaçırmaya çalıştı ama başaramadı. İfritin bakışları karşısında adeta eriyordu ruhu, bedeni. Benliğinin en derin, en gizli köşelerinde dolaşıyordu ifrit. Onun karşısında her şeyiyle çırıl çıplak ve savunmasızdı.

Dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Titreyen elleri ile gözlerini silmeye çalışırken bütün vücudu titriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Dehşet içerisinde kalan kadına doğru süzüldü iblis. Ne olduğunu anlamadan Gülpare kendini yaratığın kollarında buldu. İblisin ağzı bir zevk ifadesi ile aralanmıştı. İçerisinde bir yılana benzeyen dili kıpır kıpır oynuyordu. En korkunç kabuslarında bile duymadığı, cehennem çukurlarından kopup gelen bir sesle konuştu.

“Zarif bir çiçek tutuyorum kollarımda. Rastlanması zor, nadide bir çiçek. Nadide bir gül sanıyor herkes seni. Hal bu ki sen yabanda yetişen bir yoncasın. Yine de bir gül olmayı o kadar benimsemişsin ki, bir gül gibi dikenlerin var. Seni bir kere koklayabilmek için her şeylerini vermeye hazır erkeklere batırıyorsun bu dikenleri. İçinde biriktirdiğin tüm zehrini akıtıyorsun onlara. Hem de hiç acımadan.”

İblis sözlerine ara verip uzun uzun süzdü Gülpare’yi. Ne gördüyse beğenmemiş olacak ki kaşları çatıldı, keyfi kaçtı.

“Göğüs gerdiğin onca zorluğa rağmen tek korktuğun ölmek öyle değil mi? Bütün nefretine, gizemine ve cazibene rağmen basit bir fahişesin. Şu anda, burada öleceksin. Yine de insan soyunun günah diye nitelendirdiği meziyetlerin yüzünden değil. Bütün bu meziyetlerin sen de eksik olduğu için, yeterince acımasız, güçlü olmadığın, yeterince nefret etmediğin için öleceksin. Oysaki güçlü olsan yaşamak için bir yol, bir kaçış bulabilirdin. Diğerleri gibi ecelin gelince kendini bırakıveriyorsun. Ertelenemez, kaçınılmaz olduğunu düşündüğünüz karşısında ne kadar da zayıf ve basitsiniz. İşte bu yüzden siz av ben ise avcıyım. Ben bu döngüyü kırdım. Ölümün gözlerine baktım ve hayatta kaldım. Şimdi ise ben ölümün ta kendisiyim.”

Yaratık yüzünde sıkılmış bir ifade belirdi. Umursamaz bir rahatlık içerisinde Gülpare’yi bıraktı. Biçare kadın bıraktığı yerde yığıldı kaldı. Sonra bir şeyler görmüş gibi gözlerini karanlığa dikti.

Karanlığın içerisinde yolcu elinde ahşap kılıcı, haykırarak belirdi. Bunu gören yaratığın yüzünde kendinden emin bir gülümseme yerleşti. Ansızın Gülpare’nin önünde belirdi. Kollarını açarak yolcuyu karşıladı.

“Hoş geldin gaibin dervişi. Bir pervanenin ateşin etrafında döndüğü gibi sen de gaibin çevresinde dönüyorsun. Bilmiyorsun ki ne ile kim ile uğraşıyorsun. Sonun da ateşte yanan pervaneden farklı olmayacak.”

Derviş hiç cevap vermedi. Yüzüne tekrar umursamaz, rahat bir ifade gelmişti. Elindeki ahşap kılıcı yaratık ile arasında tutarak birkaç nefes bekledi. Bir şeyler mırıldandı. Ahşap kılıç olduğu yerde kararmaya başladı. Ucundaki kavruk kısımdan itibaren sapına doğru karardı kılıç. Aniden çakan bir kıvılcım ile ateş aldı. Derviş kılıç alev alınca yaratığa doğru hamle yaptı. Çevik bir bilek hareketi ile ifritin kafasını hedef alarak savurdu ateşten kılıcı.

İfritin elinde adeta yoktan var olan kısa bir kılıç belirdi. Kendinden emin ve rahat bir hareketle dervişin hamlesini karşıladı. Kılıçların çarpışması ile ahşap kılıcın alevi söndü. Derviş duvara çarpmışçasına geri düştü. İfritin elindeki kılıç ise var olduğu gibi kayboldu.

Yaratık kin ve nefret içerisinde gürledi.

“Beni yanan bir odun parçası ile mi korkutacaksın. Ben ateşten doğdum. Alevle serpildim. Ben ki Büyük Roma İmparatorluğunun Preator’u, ben ki Municipium Sardica ve Dacia Mediterranea’nın valisi, ben ki senatonun yeminli koruyucusu, ben ki siz aciz adem soyları ölüm karşısında tir tir titrerken, ölümün gözlerine bakan, mor toga giyen Magnus Servius Lucullus. Senin gibi zavallı bir yürüyen leş karşısında mı korkacağım?

Derviş tek hamlede nefes nefese kalmıştı. Dizinin üzerinde tekrar hamle için beklerken göğsü hızla inip kalkıyordu. Ağzındaki deri parçası yüzünden nefes aldıkça hırıltılar çıkıyordu. Biraz nefeslendikten sonra yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.

Gülümsemeyi görünce yaratığın karanlık gözleri alevlendi. Yüzündeki damarlar şişti, iyice ortaya çıktı. Ardından elinde kısa kılıcı tekrar belirdi. Şimşek gibi dervişin üzerine atıldı. Defalarca savurdu kılıcını. Derviş ise bin bir çaba ile karşıladı darbeleri. Her seferinde birkaç adım daha geriledi. Ta ki karanlığın içerisinde kendini bir evin duvarına yaslanmış bulana dek.

Sırtını duvara vermiş Derviş zar zor ayakta duruyordu. Mevcut durumdan memnun görünen iblis ise saldırmaktan vazgeçti. Tepeden tırnağa dervişi süzüp tekrar konuşmaya başladı.

“Ne olduğun o kadar belli ki, adeta alnında yazıyor. Gaipden haber alan, gaibi seyreden bir yeniçeri eskisi. Yüzyıllardır senin gibi nicelerini itlaf ettim. Senin diğerlerinden ne farkın var ki. Aklın, iraden zayıf. Kim bilir ne gördün.

Belki beni gördün. Kinlendin. Belki de bu sokak fahişesini gördün. Şevke geldin. Hemen horozlandın. Ancak göremedin ki ölüm seni bekler. Bilemedin ki ecelin elimden olacak. Dedikleri gibi erken öten horozu keserler. Erkek gibi karşıla ölümü de bitsin bu iş.”

Derviş yaratığı dinlerken biraz daha nefeslendi. Sonra hırıltılar içerisinde gülmeye başladı. Gülerken duvarın dibine çöktü. Kahkahalarla gülmeye devam etti. Gülmesi bitince ahşap kılıcından güç alıp ayağa kalktı. Abartılı hareketlerle yerlere kadar eğilip konuştu.

“Malumatım zatıalinize malum olmuş. Velhasıl fakirin kendini tanıtmasına müsaade ediniz. Fakir Rumeli’de gayri müslimin Sliven dediği, İslimiye Sancağında demircilik ile iştigal eden Genov’un mahdumu Stoyan’dır. Kapıya çıkmadan, izzetli büyüklerim tarafından Kamil olarak adlandırılmıştır. Halen bu kutlu ada layık olmak üçün elinden gelen çabayı ardına koymaz ki karşına dikelir. Bu uğurda kah ehli riyazet, kah ehli mey dolaşır durur. Biraz ehli keşifliği de vardır. Gaibi kovalarken yoluna canını, serimi koyduğu, yoldaşları yanı sıra pala çaldığı, cenk ettiği, can verdiği, can aldığı ocaktan tart edildi.

Ancak ! Can borcumuz sadece Hakk’adır. Miadı dolmadan tahsil ettirmek fakire yakışmaz.”

Derviş’in yüzündeki rahat, eğlenen ifade konuştukça silindi gitti. Artık kararlı bir ifade, delici gözlerle yaratığa bakıyordu.

“Bre gaibin köçeği, bre Azazil’in mancası, izanı kıt mezergan taifesi, hakkın haviye çukurudur. Mekanına izam etmekse boynumun borcudur. Zira celladın karşısındadır.”

Derviş sözünü tamamlayınca ağzındaki deri yumağını iyice sıktı. Ardından ok gibi ileri fırladı. Dişleri sıkılı olduğu halde bir şeyler mırıldandı. Olanca gücü ile zıpladı. Ahşap kılıcını karşısında kılıcı ile onu bekleyen yaratığa doğru savurdu.

Her şey bir anda oldubitti. Önce iblisin yanında, nur içerisinde Duru kadın belirdi. Dua ediyordu. Çevresindeki ışık karanlığı yırttı attı. Yaratık kılıcını göz açıp kapayıncaya kadar kadının göğsüne sapladı. Kadının yüzünden nuru gitti. Gözleri söndü.

Aynı anda şehri döven yıldırımlardan biri dervişin ahşap kılıcına düştü. Dervişin bütün vücudu acı içerisinde kasıldı. Dişleri kitlendi. Deri yumağına saplandı. Her nasılsa ahşap kılıç düşen yıldırım ile parladı. O ışık deryası yaratığı omzundan beline kadar biçti. Kılıcın ışığı patladı. Etrafa dalga dalga ışık yayıldı.

İfritin karanlığı, Duru Kadının nuru, kılıcın ışığı hepsi birden kayboldu. Kamil ile Gülpare sağanak yağmurun altında, taş köprünün başında, duvarın dibinde, Duru Kadının bedeninin yanında bir başlarınaydılar.

Üzerine ok gibi yağan yağmurun altında durdu Gülpare. Ağlaması ve titremesi kesilmişti. Sadece boş gözler ile Duru Kadının yatan cesedini seyretti. Kamil ise sırtını taş duvara verip öylece oturdu. Ses çıkarmadan bekledi kadını.

En sonunda Derviş halen dumanı tüten kılıcını yere bırakıp kadının yanına gitti. Nazikçe elini uzattı. Yavaşça yerden kaldırdı. Adımlarını zar zor atan Gülpare’yi Duru Kadının yanına götürdü. Cesedin başında Gülpare tekrar ağlamaya başlayınca kadının yanına çöktü. Bir süre daha bekledi. En sonunda konuşmaya başladı.

“Hanım bu fakir Rumeli’nin tepeleri dumanlı dağlarını aşıp, deryalardan daha derin ormanları kat edip Şehri Sofya’ya neden vardı bilir misin ?.”

Gülpare bu soruyu duyunca sustu. Ağlaması kesildi. Derin bir uykudan uyanmışçasına irkildi. Kan çanağı gözlerini dervişe dikip, öylece baktı.

“Bu kadimi afarit tohumunun dermeyan ettiği gibi fakir ne onun meşum suretini, ne de senin peri peyker suretini gördü. Duru Kadın alemi menamda görünür oldu fakire. Fakir de O’nun ay yüzünü takiben geldi, Kabil Soyunun ümüğünü sıkmaya. El verdi alimallah sıktık ümüğünü. Duru Kadın da Hakk’a yürüdü. Mekanı cennet olsun.”

* * * *

O gece kopan kıyametten ne kimsenin haberi oldu ne de Gülpare’yi gören, duyan çıktı. Bezirgan Yusuf Efendi bir kaç hafta aradıktan sonra yoruldu, yıldı. Vazgeçti aramaktan. Önce zengin koca buldu kaçtı denildi. Sonra Yusuf Efendinin peşinden İstanbul’a göçtü oldu. Dedikodusu bayatlayınca Şehri Sofya’nın bitanesi dedikodu kazanındaki parlak yerini kaybetti. Peşi sıra yeni gözdeler bulundu, yeni dedikodular türetildi. Üç dört ay geçti, geçmedi Yusuf Efendi’nin son kapatması Şehri Sofya’nın yeni gözdesi oldu. Ta ki o da unutulup, yerini yenisi alıncaya dek.

* * * *

Paşa Tahtına takriben 60 fersah garbındaki gayrimüslimin Sredna Gora olarak bildiği Belem köyü Müslüman’ının, Nasıri'sinin, İbrani'sinin ve hatta nice zındığın gelip yüz sürdüğü yatırı ile meşhurdur. Envai çeşit halkın adak adadığı, dinince dua okuduğu bu yatır her cenahında açan yoncalardan dolayı Rumeli’nde Yoncalı Yatır olarak da anılır. Menşei bilinmemekle birlikte nice hastaya, elemzedeye, nice çaresiz illetlere derman olduğu söylenir. Bendenizin de köylünün isim verdiği üzere Duru Kadın Yatırında mürdegan ruhuna dua okumuşluğu vardır.

Vak'a Nüvis Bekir Efendi

Rumeli Şehrengiznamesi

Hicri 1048