Denizin kıyısında uzanan çay bahçesinde Recep sabah keyfi yapıyordu. Bir elinde ucuz sigarası, önünde sıcacık çayı ile keyfine diyecek yoktu. Muhteşem boğaz manzarasına karşı sigarasından derin bir nefes çekti. Keyifle tüttürüp uçuşan dumanı seyretti. Nikotinin verdiği hazzı pekiştirmek için çayına yöneldi. Tavşankanı, şekersiz çayından kocaman bir yudum aldı. Çayın sıcaklığı içine yayılırken boğaz manzarasına dalıp gitti.
Mavi sularda hülyalar içerisindeydi ki, yanında birinin beklediğini fark etti. Dönüp baktı, garsondu. Uzun boylu, boyuna uygun ince uzun bacakları, kırılacak gibi duran kolları ile kır saçlı bir adamdı. Garson bir süre öylece ona baktı. Sonra boğuk bir sesle “Recep, Recep” diye seslenmeye başladı. Recep adama derdini sordu ama garson cevap vermeden seslenmeye devam etti. Üzerine yüzsüzlüğü iyice ele alıp bir de onu dürtmeye başladı. Kan Recep’in beynine sıçradı. Ayaklanıp masayı densiz herifin başına çalmak istedi. Ancak her nasılsa kalktığında yer ayağının altından kaydı. Güneş kayboldu, kendini kaybetti.
Gözlerini açtığında sardalye konservesi dediği daracık ranzada yatıyordu. Hemen yanı başında rahatsız edici sinekkaydı tıraşıyla Seyrüsefer Astsubayı Ali vardı. Uyandığını görünce sarsmayı bıraktı. Recep kalkmamak için belki bin kere incelediği kamarayı seyretmeye başladı. Alçak dar kapılar, küçültülmüş mobilyalar, her türlü boşluğu kullanmak için geri zekalıca köşelere tıkıştırılmış raflar ve dolaplar. Her şey birbirine bağlıydı. Yer çekimi kaybına karşı yere sabitlenmiş küçük masalar, masalara sabitlenmiş aletler ve tabi ki aletlere göbeklerinden bağlı insanlar.
Gemi aslında bir konserve kutusuydu. Sadece dış gövdeye renkli, ev kadınlarının aklını alacak etiketi yapıştırmayı unutmuşlardı. Gemiyi tasarlayan bilim adamları, bilimin ulaştığı son nokta dedikleri bu zırvalığı orduya törenle teslim etmişlerdi. Herkesin hayran olduğu bu metal yığını gerçekte dokuz insan evladını sardalye misali istifleyen ordu konservesinden başka bir şey değildi.
Recep bütün huysuzluğuna rağmen sonunda ranzadan kalktı. Kendi kendine söylenip giyinirken kapıda Abdullah belirdi. Tulumu ve üzerine bağlanan malzemeler ile hazırdı. “Gardaş, geciktik” deyip gitti. Recep de peşi sıra çıktı. Yolda tulumunu üzerine geçirirken söylenmeye devam etti. Diğer gruba yaklaşık yarım saat takmışlardı. Bu hafta ikinci defa oluyordu.
Hava kilidine geldiğinde Abdullah giyinmişti. Recep’in dış ortam giysisiyle Teknisyen Üstçavuş Murat bekliyordu. Yüzündeki çokbilmiş asker ifadesi ile geç kalmaları konusunda konuşmaya başladı. Recep en az kendisi kadar ağır olan giysiye girmeye çalışırken teknisyenin iğneleyici sözlerini duymazdan geldi. Hepsi birbirinin aynıydı. Disiplinle, kuralla, düzenle bozmuşlardı. Giysiye girdikten sonra gerekli bağlantılar başlığına takıldı. Son kontrollerden sonra başlığın ekranı tanıdık işaretlerle aydınlandı. Başlangıç kontrol yazılımı çalışınca teknisyene ve Abdullah’a tamam işaretini verdi. Bir başka mesai için her şey hazır görünüyordu.
Hava kilidinin önünde yerlerini aldıklarında temiz odanın kapısı mekanik gürültülerle açıldı. Temiz odaya girip yerlerine geçince kapı gerisin geriye kapandı ve temizleme, arıtma işlemi başladı. Geminin içi ile geminin dışını birbirine karıştırmamak gerekiyormuş. En doğrusu içerisinin içeride, dışarısının dışarıda kalmasıymış. İşlemi ona beyaz önlüklü, yarım akıllı bilim kadınlarından biri böyle açıklamıştı.
Temiz oda sürecinde üzerine baktı Recep. Milyon liralık kıyafetiyle oturuyordu. Erzincan’dan taş ustası olarak buraya gelmişti. Bundan on yıl önce böyle bir iş yapacağını söyleseler hayatta inanmazdı. Böylesi muazzam maaşlı bir iş ve böylesi muazzam bir işkence. Bu işkence bitince gerçek havaya, gerçek yemeğe kavuşacaktı. En önemlisi ailesini tekrar görecekti. Karısı ve üç çocuğunu itiraf etmese de özlemişti. Çok fazla yüz vermeye gerek yoktu. Yine de bütün bu sıkıntı ve tehlike onlar içindi. Geriye belki birkaç sefer daha kalmıştı. Sonrasında ver elini emeklilik.
Recep için çocuk bereket demekti. Mesela bir erkek çocukları daha olsa fena mı olurdu. Eve neşe ve bereket gelirdi. Ama bir şekilde üçte durmuşlardı. Karısından şüphelenmiyor da değildi hani. O çokbilmiş doktorlarla ne konuştuğunu Allah bilirdi. Kadınlarla doktor gibi okumuş taifenin dilinden, şerrinden korkulurdu. Böyleleri gösterişli laf salatası ile adamı saniyesinde uyutup, istediklerini yaptırırlardı.
Büyük çocuğu erkekti. Liseyi bitirdikten sonra geçen yıl evlendirmişti. Artık torun zamanı da gelmişti hani. Ortanca ise kızdı. Hamarattı. Akıllıydı, kafası hesap kitaba yatkındı. Okuyordu ama elbet hayırlı bir kısmet çıkardı. Esas küçük oğlanın derdi vardı. Bu sene meslek lisesini kazanmıştı. Onu üç yıl okutacak ve evlendirecek kadar parayı denkleştirmek lazımdı. Sonrası ver elini tatlı emeklilik hayatı. Belki de köye geri dönerlerdi. Hayatın bütün cefası, tehlikesi emeklilikte rahat yüzü görebilmek için değil miydi? Yoksa aklıselim kaç kişi binerdi bu konserve kutusuna.
Dış hava kilidi gürültüyle açıldı. İçeri dış ortam sıvısı dolmaya başladı. Tamamen dolup basınç eşitlenince kapaklar açıldı. Abdullah ile Recep ağır hareketlerle dış ortama süzüldüler. Dışarısı neredeyse zifiri karanlıktı. Başlık ışığının aydınlattığı bir iki metreden sonrası adeta yokluktu. Birkaç saniyede bir yanan geminin baş ve kıç çakarları etrafı aydınlatsa da karanlığı delmeye yetmiyordu. Dış ortamın saniyede iki, üç defa tekrarlayan gel git hareketiyle sağa sola sallanıyorlardı. Recep içinde oldukları kahrolası durumu düşününce elinde olmadan ürperdi.
Giysilerin çelik halatlarını geminin dışındaki güvenlik makaralarına bağladılar. Bağlanınca geminin dört bir yanındaki spotlar yandı. Geminin dış yüzeyi burada geçirdiği iki aydan sonra iyice kararmıştı. Üzerindeki yazılar, işaretler artık okunmuyordu. Gemi kanalın iç yüzeyine sabitlenmişti ama sallanması bir türlü bitmek bilmiyordu.
Kılavuz halatlarda süzülerek çalışma sahasına ulaştılar. Kara zıkkım iyice temizlenmiş, kenarlarda az miktarda kalmıştı. Çalışmaya başlayacakları sırada haberleşme kanalında gemi kaptanı Devrim Üsteğmen’in sesi duyuldu. “Recep hadi koçum, temizle kütleyi de kurtar bizi buradan.” Kan yine beynine sıçradı Recep’in. Ukala dümbeleği kasıntı subay kaç yaş küçüktü ondan. Kendi kendine sayıp sövünce sakinleşti, derin bir of çekti.
İş basitti. Kırıcılarla zıkkımı ayırıyorlar, alete bağlı süpürge de zıkkımı emiyordu. Kalanı gemi hallediyordu. Zararlı kısmını çıkarıp sakladıktan sonra posasını dışarı atıyordu. Zararlı kısmın etrafa yayılıp dikkat çekmemesi için de olası artıkları gölgeleyen kimyasallar gemiden salınıyordu. İşin numarası zıkkımı etrafa bulaştırmadan temizlemekti.
Bir iki saatlik çalışmadan sonra temizlik bitmişti. Birkaç numune alacaklardı. Gemideki bilgisayar numuneleri kontrol edip, gidip gitmeyeceklerine karar verecekti. Son kontrol de dışarıda yapılacaktı. “Buraya girmekten ölesiye korkan beyaz önlüklü zurnalar. İşlerini her halta nane orduya yaptırıyorlardı. Ordu da bana. İt ite, it kuyruğuna.” Diye söylendi Recep.
Örnekleri gemiye yolladıktan sonra tarama sırasında daha fazla parça gerekirse diye beklemeye başladılar. Abdullah pek sevdiği türküleri dinlemeye başladı. Recep ise vakit geçirmek için gözlerini kapatıp, kendini takılı olduğu halatta asılı bıraktı. Neredeyse yer çekimsiz olan ortam oldukça dinlendiriciydi.
Recep uykuya yeni dalmış, gözünün önünde emeklilik, sigara ve çaylar uçuyordu ki kıyamet koptu. Her şey birbirine girdi. Halatlara bağlı bir oraya, bir buraya savrulmaya başladılar. Recep ağır dış ortam giysisinin içerisinde tepe taklak sürüklenmeye başladı. Sarsıntılar birkaç kalp atımı sonra yavaşladı. Sonra da durdu. Tam her şey sakinleşmişken geminin bağlı olduğu halatlardan biri büyük bir gürültüyle koptu. Gemi bağlı olduğu diğer yüzeye şiddetle çarptı. Geminin savrulmasıyla ona bağlı Recep ve Abdullah de peşi sıra savruldular.
Abdullah hızla geminin yüzeyine çarptı. Peşinden halatlara takılı kırıcılar da ona çarptı. Gemi gerisin geriye savrulduğunda bu kez de Abdullah kırıcılara çarptı. En sonunda geminin sallanması bittiğinde Abdullah halatın ucunda hareketsiz yüzüyordu. Recep seslendi ama cevap gelmedi. Abdullah’ın başına bir şeyler gelmişti.
Recep arkadaşının yanına giderken haberleşme kanalında gemidekilerin konuşmaları yankılanıyordu. Pratisyen doktor onlardan haber almaya çalışırken, Üsteğmen gemidekilere emirler yağdırıyordu. Recep arkadaşının yanına ulaştığında gemiden sızan maddeyi fark etti. Tankları delinmiş, sızdırıyordu. Geminin etrafında kara madde birikmeye başlamıştı.
İşte o anda gördü Recep onları. Fısıltıyla, kulaktan kulağa anlatılanları duyardı. Çalışma ekranlarında, kitapçıklarda görürdü. Kısaca katiller derlerdi. Recep Abdullah’ı gemiye çekiştirmeye çalışırken çıkageldiler. Eli ayağı birbirine dolandı. Öylece baka kaldı.
Spotların aydınlattığı kadarıyla damarın nerdeyse tümünü kaplamış geliyorlardı. Yüzlerce belki de binlercesi vardı. Yarı saydam dış yüzeyleri mordu. İçlerinde ise daha koyu, hatta kırmızıya çalan mor çekirdekleri vardı. Adeta morun her türlü tonu onlara doğru uçuyordu. Dış yüzeyleri sürekli kıpırdayan dokunaçlarla kaplıydı. Yazılanlara göre dokunaçlar onların sonu demekti.
Aralarındaki mesafe tükenirken Recep, Üsteğmen’in gürlemesi ile kendine geldi. “Yürü be adam. Öldüreceksin topumuzu!” Recep kolundaki düğmeleri kırmak istercesine vurunca makara onları çekmeye başladı. Recep ile Abdullah süratle hava kilidine girdiler.
Teknisyen onları gemiye alıp, üzerlerindeki zımbırtıları çözerken, yanlarına doktor niyetine verdikleri doktor çömezi Abdullah’la ilgilenmeye başladı. Giysisinin başlığını çıkartınca yere kan akmaya başladı. Bir şekilde sarsıntıda kafasını başlığın içerisine çarpmış olmalıydı.
Giysisinin diğer parçalarını çıkartırken Recep eline bulaşmış olan kana baktı. Gülsün mü ağlasın mı bilemedi. Bunları düşünürken gemi sarsıldı. Katiller gemiye yetişmiş saldırmaya başlamışlardı. Programlandıkları gibi dış gövdeyi delmeye çalışıyorlardı. Gövde dayandığı sürece yaşayacaklardı.
Recep korkuyla komuta odasına koştu. Üsteğmen kumandaya geçmişti. İkinci kaptan Teğmen Burak da ona yardım ederken, Ali Astsubay ise geminin savunma sistemi ile uğraşıyordu. Recep olduğu yere çöküverdi. Mürettebat ise bir taraftan gemiyi uçuruyor, diğer taraftan da bir çözüm arıyordu.
İş Ali Astsubaya kalmıştı. Onun görevi gemiye bağışıklık sistemince zarar verilmesini engellemekti. Esas yöntem onlar çalışırken saldıkları kimyasalları kullanmaktı. Ali Astsubay komut ile kimyasalları saldı. Herkes nefesini tuttu. Geminin dört bir yanından bu iş için tasarlanmış gölgeleyici püskürdü. İşe yararsa katiller başkalaşmış madde olarak algıladıkları gemiyi artık göremeyeceklerdi. Onlar beklerken geminin yüzeyi eğilip bükülüyor, içeride gıcırtılar şimşek gibi patlıyordu.
Saatler gibi gelen dakikalardan sonra sesler azalmaya başladı ama durmadı. Katillerin bir kısmı halen saldırmaya devam ediyordu. Kaptan “Başka çare kalmadı. İkinci kademe savunma sistemini kullanalım. Müşteri riskleri biliyor ve kabul etti. Benim görevim öncelikle gemimi ve mürettebatımı korumak.” dedi. Ali Astsubay savunma sistemini düzenleyen ekranlara döndü. Üçten geri sayarak savunma sistemini çalıştırdı.
Ali Astsubay bilgisayarla çalışmaya devam ederken dış gövdeden gelen sesler azalmaya başladı ve bir iki dakika sonra sustu. Astsubay verileri inceleyip raporunu verdi. “Saldırı sona erdi. Etrafımızdaki katil hücrelerin tamamı etkisiz hale getirildi. Dış ortama verilen hasar kabul edilebilir sınırlar içerisinde.”
Kaptan derin bir nefes alıp koltuğuna yayıldı. Katillerden kurtulmuşlardı. Herkesin yüzü gülüyordu. Doktor da Abdullah’ın muayenesini bitirdiğini, korkulacak bir şey olmadığını söyledi. Her şey yoluna girmişken Murat Astsubay hasar raporunu getirdi. Yüzler yine asıldı. Haberleşme ve izleme sistemi zarar görmüştü. Yerlerini bildiremedikleri için yardımsız çıkış yapmaları gerekiyordu. Gemiyi dışarıdan direk alamayacakları için acil çıkışa kendi başlarına gideceklerdi.
Kısa bir istişareden sonra rota belirlendi ve gemi yola çıktı. Tahmini varış süresi yaklaşık kırk beş dakika idi. Şansları dönmüştü. Yolculuk tahmin edildiği gibi kırk beş dakikada ve sorunsuz bitti.
Herkes komuta odasına toplanmış dışarıyı izliyordu. Geminin spotları yandığında büyük metal çıkış göründü. Ucu fosforla kaplıydı. İçinde bulundukları karanlık ortamda spotlarla parlıyordu. Çıkışa girince dışarıdakilerin de haberi olacaktı. Gemi zarif bir hareketle çıkışın içine doğru süzüldü. Herkes nefesini tutmuştu. Belli ki birbirlerine söylemeye korksalar da herkes yeni bir sorun bekliyordu.
Çıkışın içerisinde yükselirken, hızlandılar. Dışarısı onları fark etmiş ve çekmeye başlamıştı. Geminin motorlarını susturdular. Yukarı doğru süzülmeye devam etti. Bir iki dakika sonra dışarıdalardı. Dönüştürme işlemi biter bitmez özgür kalacaklardı.
Gemi dönüştürme tankına alındıktan sonra işlem sadece beş dakika sürüyordu. Mürettebat organik dönüştürme odasına geçecek ve burada bulunan dönüştürme tüplerinde geri büyütme işlemi yapılacaktı. Önce moleküler ayrıştırma yapılacak, ardından yapılan büyütme işlemi sonucunda moleküller gerçek ebatlarında birleştirilecekti. Yan etkilerden dolayı iki ile üç saat arası baygın kalacaklardı.
Dönüştürme sırasında üzerlerinde herhangi bir yabancı madde bulunmaması için dönüştürme tüplerine girerken tamamen soyundular. Herkes girince geri sayım başladı. Tüplerin ekranında kırmızı ışıklı sayılar yanıp söndü. “3, 2,
Recep gözlerini açtığında sağlık ünitesinde üzerine sağlık zımbırtıları takılı yatıyordu. Kalktı. Üşüyordu ve başı dönüyordu. Bu seferde ölebilirdi. Başkasının sağlığı için kendi hayatını tehlikeye atmak düpedüz salaklıktı. Kararını vermişti. Yeterince çalışmış, para biriktirmişti. Son noktayı koyup emekli olacaktı. Emeklilik fikri ona müthiş bir haz verdi.
Yüzünde güller açan mürettebat dinlenme odasında çay içiyordu. Abdullah’ın başı sarılı ama maşallah sapa sağlamdı. Recep de kendisine ikram edilen çayı süratle bitirdi. Üşümesi, baş dönmesi geçmeye başlamıştı. Var mıydı çay gibisi? Hemen ikincisini doldurdu.
Çayını içerken Kaptan kalkıp yanına geldi.
“Kanserli kütleyi tamamen temizlemişiz. Acil çıkış da gerçekleştirsek işlem başarılı olmuş. Başka sefer olmayacak. Sarsıntılar ise hastaya verilen sakinleştiricinin etkisini yitirmesinden olmuş.”
Recep için zaten son seferdi. Gereksiz ayrıntılar ise hiç ilgisini çekmiyordu. Ne elin adamının içinde akıl almaz riskler, ne de zengin çocuklarının çokbilmişlikleri olacaktı. Kaptanın konuşmasını bitirip başından gitmesini beklerken genç subay muzipçe güldü.
“Recep senin de ağzın amma sıkıymış. Kaç haftadır birlikteyiz. Kutlarım. Allah analı babalı büyütsün. Dördüncü olacak değil mi?”
Recep bir an subayın ne saçmaladığını anlamadı. Boş boş yüzüne baktı. “Dördüncü olan ne kaptan?” diyebildi ancak.
“Sanki bilmiyorsun Recep. Kaza haberini alınca karın aramış. Hamile olduğunu söylemiş, bizim çocuklardan seni sağ salim getirmelerini istemiş.”
Bu sırada herkes kalkıp Recep’i kutlamaya başlamıştı. Onun ise başından aşağı kaynar sular dökülüyordu. Bir çocuğu daha olacaktı. En az on küsur yıl daha para harcayacaktı. Olduğu yerde donup kaldı. Zar zor ağzını açıp konuştuğunda kimse anlamadı ağzından çıkan kelimelerin manasını: