Salı, Eylül 18, 2007

Golden Withcbreed -- Mary Gentle

Orthe: The Chronicles of Carrick V
Omnibus Edition, Gollancz 2002

Elimdeki baskı yeni omnibus baskısı olmasına karşın kitap aslında oldukça eski, ilk olarak 1983 yılında çıkmış. Chronicles of Carrick V'in devamı olan Ancient Lights ise 1987'de basılmış. Kitap farklı bir dünyanın çetrefilli politikalarını ve bu karmaşanın içerisinde dünyalı bir politikacıyı anlatıyor.

Lynn Christie ya da adlarında nereli olduklarını belirtmenin önemli olduğuna inanan Ortheliler için Lynn de Lisle Christie dünya hükümetlerinin ortak elçisi olarak üzerinde yaşayanların Orthe dedikleri Carrick V gezegenine gönderilir. Dünya ve Orthe arasında diplomatik süreçleri başlatmanın yanısıra görevlerinden biri de kendinden önce gelen araştırma ekiplerinin politik nedenlerle başkent dışına çıkamamaları sorununu çözmektir.

Lynn Christie kıtanın lideriyle olumlu ilişkiler kurar ve araştırma ekibi için olmasa da kendi için başkentten çıkıp diğer kentleri gezmek için izin koparır. Kültürü tanıyacak, Orther'nin varolan düzenini bozmadan ticaret yapma koşullarını değerlendirecektir.

Orthe halkı teknoloji tabanlı büyük bir uygarlıktan geriye kalmış bir toplumdur. İleri teknolojinin yarattığı yıkımı gören halk yüzyıllar önce teknolojiye sırt çevirmiş, bilimden uzak yaşamayı savunan bir dinin çevresinde toplanmıştır. Geleneksel olarak herkesin iki kılıç taşıdığı bu diyarda ölümden sonra geri dönüşe inanıldığı ve dönenler kısmen de olsa eski yaşamlarını hatırladıkları için savaş ve ölüm yaşamın bir parçası kabul edilmektedir. Gezegenin tek memeli varlığı Orthe insanıdır. Develere benzer çift göz kapakları onları kumdan, güneşten ve fırtınadan korumanın yanısıra bazı duygularını ifade etmenin de bir yoludur.

Üstün teknolojinin varolduğu dönemde ırksal özellikleri itibariyle altın renkli gözleri olan ve kendilerine Witchbreed denen bir ırk diğerlerine göre baskın çıkmış, teknolojiyi daha da ileri götürerek sonunda yıkıma sebep olmuştur. Bu yüzden atalarının sömürgeci anlayışının etkileri olarak bu ırkın torunlarına da diğer halk kötü gözle bakar.

Lynn Christie kısa sürede bu dünyaya uyum sağlar. Ortheli dostları ona gittiği kentlerde yardımcı olurlar ve Christie başarılı temaslarda bulunur. Ancak misafir olduğu bir kentte uğradığı saldırı Orthelilerin yabancılara karşı göründükleri kadar hoşgörülü olmadıklarını gösterir.

Politik görüşmeler ve farklı bir kültürün etkileri, bir dünyalının bakış açısı üzerinden okuyucuyu olayın içine sokarak resmedilmiş. Her ne kadar kısa kısa, çok fazla işin sıkıcı kısımlarına girmeden akıllıca yazılmış bir politik kulisler silsilesi olsa da en hareketli sahneler de bile kendini gösteren akıcılık eksikliği zaman zaman kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Öte yandan kurgunun ve karakterlerin sağlamlığı en durağan bölümlerde bile gerisini okuma merakını da canlı tutuyor. Uzatmadan, kısaca yapılmış yeni dünya tasvirleri kitabın keyifli özelliklerinden biri. Orthe terminolojisine alıştıktan sonra gerçekten de ortamın bir parçası olunabiliyor.

Tek aksaklığı Orthe politikasını ilerleyişindeki durağanlık olması dışında okuması keyifli bir kitap.

Perşembe, Eylül 13, 2007

Demgüsar Vakası 2

Huzurlarınızda cenneten inme ahusu, cehennem kaçkını zebanisi ile Demgüsar Vakasının ikinci tekmili.

* * * *

Güzeller güzeli, göreni endamı ile kendine pervane, aşkı ile biçare eden, Şehri Sofya’nın bir tanesi, Bezirgan Yusuf Efendinin kapatması Gülpare, ismi ile bir örnek gülkurusu rengi atlas çarşafına sarılarak sokaklara attı kendini. Yeni bulduğu âdem ejderhası ile oynaşırken kendini ve zamanın hesabını yitirmişti. Bir taraftan kendi dikkatsizliğine, diğer yandan Vitoşa Dağının eteklerini yalayarak göğü kızıla boyayan güneşe söverek hızlı adımlarla sokakları arşınlamaya başladı.

Sofya sakin bir şehirdi. Gündüzleri yeniçeri ve hassa askeri sokakları gezer, taşkınlık yapanlara müsaade etmezlerdi. Geceleri ise tekinsizdi. Nicedir karanlık söylenceler vardı. Sokakta yaşayan evsizlerin kaybolduğuna, gecenin en karanlık saatinde yollarda kalanların hunharca katledildiklerine dair.

Söylenceleri düşününce irkildi Gülpare. Çarşafına daha bir sıkı sarılarak adımlarını sıklaştırdı. İçkale duvarının hemen dibindeki meydana gelince ıhlamur ağaçları boyunca uzanan darağacında sallanan cesetleri gördü. Akı kalmış gözleri ile ona bakıyorlardı. Sanki bu gece her şey üzerine geliyordu. Meydanın diğer ucunda Azize Sofya Kilisesini görünce biraz rahatladı. İstemsiz olarak haç çıkarttı. Yaptığının farkına varınca korkuyla etrafına bakındı. Şükür kimseler yoktu. Bazı alışkanlıklarından kurtulmak mümkün olmuyordu.

Gülpare müslümandı. Ancak ne bu isimle ne de müslüman olarak doğmamıştı. Sofya’dan yaklaşık 60 fersah uzaklıktaki Bulgarın Sredna Gora dediği, Osmanlı tımarında Belem diye kayıtlı kasabasında doğmuştu. Anası ona uğur getirsin diye Bulgarca yonca anlamına gelen Detelina ismini koymuştu. Kasabanın çiçeği idi. Ondan güzeli, endamlısı yoktu. Detelina’nın büyük hayalleri vardı. Yaşadığı kasabadan büyük hayalleri. Ondört yaşında evden kaçıp büyük şehir Sofya’ya geldi.

Sofya’da yonca isminin ne yazık ki bahtına faydası olmadı. Böylece onun için zor geçen, hatırlamak bile istemediği yıllar başladı. Bezirgan Yusuf Efendi onu bu hayattan çekip çıkarana kadar meyhane ve han köşelerinde süründü. Güzelliği başına hep bela oldu. Bütün işverenleri er ya da geç güzelliğine dayanamayıp bu körpe çiçeğe el uzattılar.

Bahtı Bezirgan Yusuf Efendiyi gördüğü gün döndü. Boylu poslu, kaytan bıyıklı, çalımlı, yakışıklı, yirmili yaşlarının sonlarında, aile zanaatı olan kumaş alım satımı yapan bir bezirgandı. İşi gereği sürekli Sofya’ya geliyordu. Son ziyareti sırasında kaldığı kervansarayda karşılaştılar. Yusuf Efendi alamadı gözlerini Detelina’dan. Aklından çıkartamadı bir daha bu dilberini. İki hafta sonra Detelina artık müslümandı. Adı ise güzelliğine yaraşan Gülpare idi. Bir evi, evden ve işlerinden sorumlu Duru kadın adında bir hizmetlisi bile vardı.

Gülpare ilk günlerde taparcasına seviyordu Yusuf Efendiyi. Onu nikahına alacağı günü bekliyordu hep. Çocukça bir saflıktı bu. Her şeye rağmen bekledi, bekledi ve bekledi. Yusuf Efendi ise evliydi. Hem de ne evlilik. Başına devlet kuşu konmuştu adeta. Devlet gibi kadındı. Karısını o değil de, karısı onu almıştı nikahına. İstanbul’da Tarhunzadelere damat olmuştu. Nice devlet büyüğü, ulema ve namlı bezirgan vardı ailede. Her şeye rağmen Yusuf Gülpare’yi de nikahına alabilirdi. Ancak çok iyi biliyordu ki çok sevgili zevcesi ve pek muhterem ailesi bu durumu kabul etmeyeceklerdi. Kabul etmedikleri gibi Yusuf’u da kapı önüne koyacaklardı.

Tarhunzadelerin damadı Bezirgan Yusuf Efendi için böylece Sofya’daki gayri resmi ikinci nikahlı hayatı başladı. Her iş seyahati bittabi Sofya’dan geçiyordu. Şehri Sofya’da, Gülpare’nin koynunda geçen günler, geceler süslüyordu uzun seyahatleri. Bütün bu dünya cenneti varken Tarhunzadeler gibi çetrefilli ve can sıkıcı bir sorun ile Gülpare’nin canını sıkmaya, aklını karıştırmaya gerek yoktu.

Zeki, açık göz kızdı Gülpare. Buna rağmen kurtarıcısı yakışıklı, dilaver, kaytan bıyıklı bezirgana olan aşkı kör etmişti gözlerini. İlk başlarda konu komşudan, eşraftan duyduklarına inanmadı. İnkar etti Yusuf Efendi’nin İstanbul’da ki esas ailesini. Sonraları, birkaç yıl içerisinde ise kabullendi gerçeği bütün çıplaklığıyla.

Önceleri Yusuf Efendiye karşı olan hisleri pek değişmedi. Bir başına, yalnız geçen günler, geceler yaşadığı hayatın bütün ihtişamına rağmen küllendirmeye başladı aşkını. Yusuf şehirde yokken onun yolunu gözlemekten sıkılır oldu. İlk kaçamağı bir tımar sahibi ile oldu. Zaten adam aylardır onun peşinden koşuyordu. Deli gibi aşıktı ona. Ne hediyeler göndermişti. Birkaç hafta görüştükten sonra sıkıldı adamdan. İlkinden sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. İlk başlarda sadece sıkıntısını gidermek, nefsini köreltmek içindi. Sonraları ise erkekleri nasıl da avucunun içine alabildiği, her istediğini yaptırabildiğini fark etti. Böylece gençliğinde ona yaşattıkları için erkeklerden intikam almaya başladı. Gönlünce oynadı onlarla.

Namlı Tarhunzadelerin damadı Yusuf Efendi olunca söz konusu eşraf Gülpare’ye saygıda kusur etmedi. Ne de güzeller güzeli ama bir o kadar zavallı, bahtsız bir kızcağızdı. Yine de kaçamaklarının haberleri yayılmaya başlayınca ahalinin fikri değişmeye başladı. Artık o günahkar, erkekleri yoldan çıkaran fettan kadın, dişi bir şeytandı.

İşte Sofya’nın dilinden o ya da bu şekilde düşüremediği Gülpare darağaçlarını arkasında bırakmak için koşarcasına çıktı meydandan. Dere yoluna girince biraz rahatlayıp, yavaşladı. Sağlı sollu güzün yapraklarını döktüğü, kuru dalları ile ıhlamur ağaçları örtüyordu yolu. Vitoşa Dağının tepesinde parlayan dolunayın ışığında dallar yola kargacık burgacık gölgeler bırakıyordu. Gece garip bir şekilde üzerine üzerine geliyordu bugün. Nerden çıktığını bilmediği kara bulutlar örttü ayı. Belli ki yağmur geliyordu. Önünde uzanan yol karardı. Ağaçların dalları karanlıkta ne idüğü belirsiz yaratıklara döndü. Gülpare ürperdi.

Ay son bir çaba, kararmış bulutların arasında çırpındı. Bulutların arasından elini yola uzattı. Ay ışığı ile ağaçların üzerinden Kara Camiinin kara minaresi aydınlandı birden. Camiinin yanında yapımına yeni başlanan medresenin inşa olmuş dört duvarı vardı. Duvarların arası ise adeta dipsiz bir zifiri karanlıktı. Gülpare binaların karanlık sureti karşısında hareketsiz kaldı. Bir kez daha haç çıkarttığını fark edince dikkatsizliğine tekrar sövdü.

Her gün köşe başından fırlayan, her fırsatta ona bıyık buran, göz süzen, konuşmak için fırsat kollayan yeniçeri taifesi yoktu ortalıkta. Gece olunca sinerdi hepsi. Onların erkeklikleri de buraya kadardı zaten. Hazır sövmeye başlamışken onlara da okkalı küfür saydı.

Gecede bir tekinsizlik vardı. İçini kaplayan sıkıntı giderek artıyordu. Her gördüğü işaret kötüye alametti. Her gece insanı uyutmamak için birbirleri ile yarışan köpekler bile yoktu. Üzerine sinmiş uğursuzluktan silkinip kurtulmak için yüksek sesle bir besmele okudu.

Dereye az kalmıştı. Deredeki köprüyü aşınca eve ulaşacaktı. Tekrar yürümeye başladı. Yolun kenarlarındaki ağaçların arkasında evler parlıyordu. Sanki gecenin karanlığından korunmak için bütün odaları aydınlatmışlardı. Camlardan, cumbalardan sızan ışık evlerin önünü aydınlatsa da birkaç adım sonra karanlık hükmediyordu geceye. Uzakta bir yerde şimşek çaktı. Gecenin karanlığını büyülü bir ışıkla aydınlattı. Birkaç nefes sonra da sesi patladı. Ayağının altındaki yer titremişti. Fırtına geliyordu. Yağmur damlaları usul usul düşmeye başladı.

Ürkek adımlarla ilerledi. Fırtına dağın ardında yeryüzüne amansızca yıldırımlar savurmaya başlamıştı. Kalbi kütü küt atmaya başladı. Birkaç adım sonra duydu onu. Karanlığın sarmaladığı yolun ilerisinde derenin sesi geliyordu. Suyun sesi Gülpareye kuvvet, cesaret verdi. Kendinden emin adımlarla dere yolunu bir çırpıda aştı.

Vitoşa Dağından doğan Perlovska Deresi, başka derelerle birleşerek kuzeyde Tuna Nehrine akıyordu. Yılın bu mevsiminde yağmur suyu ile gürül gürül akardı. Bu gece de farklı değildi. Yatağından taşmak için köpürerek çabalıyordu. Üzerinden aşan taştan bir köprü vardı. Zamanın ihtişamlı Roma İmparatorluğundan kalma mağrur köprünün ayakları aşınsa da sulara yüzyıllardır dayanıyordu.

Evi şehrin güneyindeki koru ile dere arasındaydı. Temeli taştan, katları ahşaptan, cumbaları koruya bakan bir ev. Duru Kadın ise evin işlerinden sorumlu idi. Muhtemelen kapıda merak içerisinde onu bekliyordu. Bu kadıncağız yarı deli biriydi. Söylenenlere göre yıllardır böyleydi. Yeni evlendiği, şehlevent, akıncı kocası düğünden sadece birkaç ay sonra gaza yolunda şehit olmuş, Duru Kadın da üzüntüden önce çocuğunu sonra da aklını yitirmişti.

Gülpare dere yolunca uzanan ağaçları arkasında bırakarak dereye yarenlik eden taş yola girdi. Köprü az ileride onu bekliyordu. Yaklaşırken iyice rahatladı. Sanki köprüyü aşınca yüreğini sıkan bütün sıkıntıyı arkasında bırakacakmış gibi hissetti. İşte bu sırada gökyüzü çatal çatal aydınlandı. Düşen yıldırımların sesi kulaklarında uğuldadı. Fırtına dağı aşmış koşar adım üzerine geliyordu.

Köprüye adımını atarken etraf tekrar aydınlandı. Derenin karşı tarafında, korunun önündeki evin damında bir karaltı hareket etti. Gülpare’nin boğazında bir şey düğümlendi. Yüreciği göğsünü yırtmak istercesine hızlandı. Olduğu yerde dondu kaldı.

Delilerinin görünmeyeni gördüğü, gaibden haber aldığını söylerler. Köprünün üzerinde, uğursuz geceye bakarken Duru Kadın’ın tembih ettiği gibi afaritten, cinden korunmak için Sad suresini mırıldanmaya başladı. Kelimeler ağzından döküldükçe duruldu. Bir yudum kalbi sakinleşti. Ayaklarının buzu çözüldü. Derenin gürleyen sesi içini ısıttı.

Gülpare bin bir çaba ve korkak adımlarla köprüyü aştı. Artık evinin güven veren sıcaklığını hissedebiliyordu. Diğer evlerin yanında, bahçenin ardında sıcacık ışıkları ile parlıyordu. Sonuna kadar açık, nura boğulmuş kapıda ise Duru Kadın elinde kandil yolunu gözlüyordu.

Bir anda serin, güz havası buz kesti. Havadaki yağmur damlaları kar oldu. Rüzgar sustu. Fırtına dindi. Dere sindi. Evlerin ışıkları soldu, gitti. Gülpare taş yolda bir başına kala kaldı. Etrafındaki şehir yalan oldu.

Bir nefes önünde geceye sarılmış, çevresini karanlığa boğan ifrit belirdi. Zifir karası saçlı, cehennem çukuru gözlü, ejderdan pençeli, kara kaftanlı, insan etine ve kanına doyumsuz iştahı ile Kabil Soyu, Azazil Tohumu, Gece Yürüyen, Demgüsar avını almaya gelmişti.

* * * *

Sonraki tekmilde esrarengiz ve batıni derviş ve zihinleri alt üst eden maceraları.


Salı, Eylül 04, 2007

Hitit Gunesi Podcast Epizort 2 - Sonsuz Geyiklere Devam

Eveeet, gecen haftanin geyiklerine devam ediyoruz.
Mert Yanikoglu, Eralp Tezcan ve Hakan Koseoglu olayi Michael Moorcock'dan acip... bir turlu sonunu getiremiyorlar...

Bundan sonra birkac MiniMi episodu gelecek, ondan sonra uzun ve bu kez programli bir episod mumkun olacak gibi!

Harcıalem İçki Bira -- Deniz Gürsoy

Oğlak Yayınları
İkinci Baskı 2004

Biranın tadını bilip adını pek bilmeyenler için yazılmış bir kitap. Yazarın "içkilerin atası" diye nitelendirdiğini biranın antik çağdan günümüze tarihinden, en çok bira yapan ve tüketen ülkelerden ve Türkiye'de ve Anadolu'daki tarihinden sözediyor.

Türkiye ve Anadolu kısmı kitabı benim için çekici kılan kısımdı. Türkiye'nin biracılık tarihiyle ilgili bölük pörçük bilgimi derleyip topladı. Yazar, Osmanlı'dan bu yana Türkiye'de birayı, eskinin bira bahçelerini, Bomonti biraderlerin kurduğu ilk fabrikayı eski resimler ve hoş sohbet bir anlatımla aktarıyor.

Her ne kadar kitabı biranın bizdeki tarihi için aldıysam da kalanını okumaktan da büyük keyif aldım. Belli başlı bira festivalleri, biralarıyla ünlü ülkelerin bira geleneklerinden tutun da, biranın nasıl yapıldığı, ev birasının nasıl yapılacağı ve kıvam tutturulamadığı durumda elde kalan sıvının nasıl değerlendirileceğine kadar bilgi var. İki sayfalık birahane argosu da kitabın genel tadına ince bir katkıda bulunmuş.

Deniz Gürsoy'un kalemden bal damlatan tarzıyla keyifle okunan bir kitap. Sadık biraseverler için bir cep kitabı bile olabilir.