Cuma, Aralık 07, 2012

Solaris üzerine kısa bir inceleme

 
Konuk yazarımız, bizden daha çalışkan olduğu kesin, Aynur Yalçınkaya'dan Solaris üzerine bir yazı.

Kısa bir süre önce okuduğum, üzerine de Tarkovski’nin yönettiği versiyonunu seyrettiğim Stanislav Lem başyapıtı Solaris’ten bahsetmek istiyorum. (Soderberg versiyonunu seyretmek istemiyorum açıkçası. Tarkovski’nin damağımda bıraktığı Rus filmlerine özgü kasvetli ve buruk tadı bozmaya hiç niyetim yok.)

Romanı ve filmi eminim Hitit Güneşi takipçilerinin çoğu zaten biliyordur. Ama yine de kısaca özetlemek isterim. Solaris isimli gezegene gönderilen psikolog Kris Kelvin gezegene vardığında uzun süredir gezegende bulunan mürettebatın garip tavırlar içerisinde olduğunu görür. Ayrıca mürettebattan biri gizemli bir biçimde intihar etmiştir. Zamanla Solaris’in okyanusunun bilinçsiz bir sıvı organizma olduğunu ve kendisi için tehdit unsuru olarak gördüğü mürettebatı bilinçaltlarında sorun yaratan kişileri ete kemiğe bürünmüş bir biçimde karşılarına çıkartarak bertaraf etmeye çalıştığını fark eder. Yani varlığını sürdürmeye çalışan Solaris mürettebatla bir tür psikolojik savaşa girişmiştir.

Bilimkurgucular arasında kendini “geneleve düşmüş kadınları kurtarmaya çalışan bir misyoner” olarak nitelendiren Stanislav Lem’in Tarkovski’nin çektiği Solaris versiyonundan hoşnut olmadığını biliyoruz. Hatta bir röportajında Tarkovski’yi ‘Solaris’i değil ‘Suç ve Ceza’yı filme almakla suçluyor. Gerçekten de filmin senaryosu ve roman arasında isimler de dahil olmak üzere bir sürü farklılık var. Fakat açıkçası ben romanı da filmi de çok beğendim. Senaryodaki diyaloglara yapılan eklemelerden de çok hoşlandım.

Yalnızca filmi seyrederken arasıra gözüme 70’li yılların modası olan, filmin kadın kahramanı Hari’nin –kitaptaki adıyla Rheya- ara sıra giydiği tığ örgüsü orlon şal takıldı. (Bu arada Kris’in annesi de aynı tip bir elbise giyiyordu.) Bu bende nedenini hala çözümleyemediğim tuhaf bir duygu bıraktı.

Sartorius’un acımasızca sarfettiği “Sen mekanik bir röprodüksiyonsun alt tarafı. Bir kopyasın” sözlerine karşılık “Belki de... Ama ben.. Ben bir insan oluyorum. Sizin kadar derinden hissedebiliyorum. Onsuz da yapabiliyorum artık. Onu seviyorum. Ben insanım.” diyen zavallı Hari’nin sözleri ve tavırları filmin başından sonuna oldukça dokunaklıydı.

En çok beğendiğim karakter hayatın tüm anlamını çözmüş gibi duran, Kris’e verdiği felsefe yüklü cevaplarla beni benden alan Sibernetik uzmanı Snaut (kitaptaki adıyla Snow) oldu.

Hele ki filmde Kris ile aralarında geçen şu diyaloğa bayıldım.
 
Snaut: Büyük soruları seviyorsun. Sanırım yakında bana hayatın anlamını soracaksın.

Kris: Dur biraz, alaycı olma.

Snaut: O soru çok banaldir. İnsan mutluyken hayatın anlamı ve diğer ebedi meselelerle nadiren ilgilenir. Bu soruları insan bir ayağı çukurdayken sormalı.

Kris: İyi ama ne zaman öleceğimizi bilemeyiz. Bu yüzden telaş içindeyiz.

Snaut: Acele etme. En mutlu insanlar bu lanetli sorularla ilgilenmeyenlerdir.

Bu kadar inceleme yazısı kafi sanırım. Sevgili Snout’un dediklerine tüm yürekten katılan ben, film ve kitabın varoluşsal kaygılarımız üzerine derinlemesine anlattıklarına daha fazla akıl yorarak mutlular kervanına katılma fırsatını elimden kaçırmak niyetinde değilim ;)








Hiç yorum yok: