Gökler bulutlu olmasa aha bunun kalbinden bahsediyoruz. |
Zaten kötü geçen bir Mart ayından sonra geceleri hala buz kesen soğuk ve rüzgarlı Nisan gecelerini dışarıda bulutların arasından bir parça göreceğim diye uğraşmaktansa, Ocak'tan beri kesmeyen fırk-fırk sesleri arasında koltuğıma oturup 'Okunmamışlar' kitaplığından bir kitap çektim. Çektiğim kitap da sert-bilim-kurgu yazarlarının en görkemlilerinden David Brin ile Gregory Benford'un Heart of the Comet - Kuyruklu Yıldızın Kalbi çıktı. Eğer okumadıysanız çok hızlı bir özetini geçeyim.
Daha 12 yaşındayken Şubat 1986'da yine karanlık ama bu kez Ankara göklerine kaybettiğim Halley Kuyrukluyıldızının 75 seneden sonra ilk defa ziyaretini fırsat bilip ellerini hem fizik hem bilim kurguda tutan David Brin ve Gregory Benford'un ortaklaşa 'yahu biraz da biz para basalım' zihniyetiyle yazdığı bir kitap. 477 sayfa kalınlığında, o zamanları düşünürsek bildiğiniz takoz eserlerden birisi. Bitirmem iki güne yakın aldı ancak 250. sayfa civarında 'yahu acaba farklı bir şey mi okusam' düşüncesi ile 'bu kadar okumuşsun, bitir ya artık' düşüncesi mücadele etmeye başlamıştı. Ben böyle mücadele ede ede L. Ron Hubbard'ın Battlefield Earth'unu da okumuştum ya, Yiğit o kitabı okuyacak sabrın bir tek bende olduğunu uzun süre iddia etmişti.
Bir sonraki ziyareti 2060'lara denk gelecek olan (çok da kalmamış hani!) Halley'in üstüne doğru hayli maceraperver bir grup bilim adamı, mühendis (ve salak), üstünde 75 yıl kalmak için yerleşir. Önce işler biraz ters gider, sonra hayli bir ters gider, sonra o kadar ters gider ki "tamam hepsi ölecek, meğerse kitabın geri kalanını da Haşet Ansiklopedisinin A Cildinden çalmış" derken, hoppaaa, sorunlar çözülür.
Spoiler alert vereyim. Kazara okumak isterseniz bir sonraki kırmızı fasla kadar ininiz.
Kitap üç ana karakterin arasında geçiyor. Macera uzaycı tabir edebileceğimiz, hayatı yörüngelerde çalışmakla geçen Carl, akıllı biyolog Saul ve AI uzmanı Victoria gözünden anlatılıyor. İlk başlarda karakterlerimiz orta seviyede önemli, gözlerinden ilk yerleşmenin maceraları anlatılıyor. Bu aşamalarda güzel bir sert-bilim kurgu tadı var. Herşey mantıklı, güzel bir şekilde anlatılmış.
İlk başta bütün sistemi oturtmak için ortalıkta olan geri kalan insanlar ufak ufak dondurularak bir sonra uyandırılacakları zamanı beklemeye başlarken ilk bekçiliği yapacaklar da birbirlerine alışmaya başlıyorlar. Hesapta herkes sırası gelince uyandırılacak, bir iki sene nöbet tutmuş olanlar uyutulacak.
Her ne kadar dünyadaki bir çok sorun çözülmüş olsa da bundan kabaca 25 yıl önce, Simon Percell adlı bir biyolog çocukların genetik hastalıklarını tedavi ederken bir yandan onlara bir takım fazlalıklar vermiş. Artık adına 'Percell' denilen bu insanlar normal insanlardan daha zor hasta oluyor, daha kuvvetliler ve azcık daha zekiler. Tabii İnsanlık bir olduğundan hemen bir ırkçılık başlamış Percell'ere karşı. Çocuk yapmak gibi özgürlüklerinde engeller var. Aynı zamanda dünyadaki bazı ülkeler aşırı ekolojik fikirlere sahip olmaya başlıyorlar. Bu da ikinci bir ayrımcılık sağlamış. Bunun üstüne yörüngelerde çalışanlar gidip sağa sola üs kuralım, terraform yapalım diyorlar ama dünyanın geri kalanı "höt, sen bi sus fakir maymun, ayrıca seni gidi Percell seni!" modunda. Bu da ayrı bir ayrımcılık vektörü. Ayrıca üç büyük din aralarında anlaşmışlar ilk defa, din savaşları bitmiş ama kimse ateistlerle anlaşmak istemeyenlerin fikrini sormamış. Ve süpriiiz, Halley'e gönderilen insanlar da aynen böyle. Kimse oturup bir psikolojik profilden geçirmemiş. (Ve burda ben oturup "ulan, şu kitabı yazarken bir zahmet telefonu kaldırıp Stanley Kim Robinson'la bir konuşsaydınız ya lavuklar" diyorum ilk defa, ne yazık ki kitap boyunca ilk deyişim değil).
Aniden herşey çok kötüye gidiyor. İnsanlar çatır çatır hastalıktan kırılmaya başlıyor. Aşırı hastalar, ölecekte olanlar dondurulup yeni insanlar uyandırılıyor, onlar da aynen derken hayli bir yedekteki insanı haşat ediyorlar. Dahası, meğerse Halley'de yaşam varmış, bu yaşam düşündüğümüzden daha dayanıklı çıktığından üssün sağını solunu işgal ediyor, en sonunda insan eti seven mor solucanlara ulaştığımızda ben de ilk defa "hassiktir bi git ya lavuk" lafnı ediyorum, ne yazık ki kitap boyunca ilk deyişim değil....
En sonunda ilk mücadele bir şekilde kazanılıyor, Saul ve Victoria donduruluyor ve 30 yıl sonra uyandırılıyorlar.
Amanınnnn!!!!
C2011L4 PANSTARRS Fırsat varken kaçırmayın. |
Hani hesapta her birkaç senede bir devrolacaktı, nöbeti biten bir sonrakine verecekti batonu? Eee, yaşlarına bakılırsa kimse 60'ına varmadığına göre devrolan olmuş, yine de 30 yılda ortalık karman çorman. Percell'ler, Çevreciler, önce-insancılar, hepsi barbarlığa dönmüş, inanılmaz bir şekilde klanlar haline gelmişler. Büyük kısmı okuma yazmayı bile unutmuş, kendi aralarında aksanlar yaratmışlar, o kadar devir arasında nasıl olmuş ise?
Ben bu noktada kitabı kahve masasına koyuyorum, biraz dolaşmaya çıkıyorum çünkü "yuh be yuh" dışında aklımdan bir şey geçmiyor. Nerden nereye nasıl geldiniz, bu kadar da olmaz ki diyorum. Hatta bütün bunların ortasında sadece birkaç senede bir uyanmasına rağmen Carl bağımsız olarak çıkmayı başarmış, herkesin ortasında kalmış.
Neyse, bundan sonrasına çok giresim yok. Bir şekilde benim "ulan bunların hepsini zıbartmak lazım" düşüncelerimi okumuş gibi uç noktalar birbirlerini öldürüyor birkaç yüz sayfa içinde. Victoria zihnini AI sistemine aktarıyor. Carl da zibidi çıkıntıdan aile babasına dönüyor yavaş yavaş. Saul da klonlarıyla 'Wandering Jew' tarzında sonsuza kadar varolacak bir yaratık haline geliyor. Tümüyle fobik bir Dünya'nın kendilerini yok etme çabalarıyla mücadelelerini yapıp sonunda kendilerini Oort bulutuna atıyorlar.
Ve sonunda kitap bitiyor. İyi ki devamını yazmamışlar.
Spoiler Alert bitmiştir.
Yani ne desem boş. 10 üzerinden üç mü versem, beş mi versem, hard-scifi diye yedi vermeye kalkışsam kitabın ilk yarısı için, ikinci yarısındaki bildiğiniz fantazi fasıl bunu negate eder, olmaz.
İlginç yanı, benim dışında okuyanlar genelde beğenmiş. GoodReads, Amazon gibi sitelerdeki genel yorumlarda yüksekçe puan alan bir kitap. Ben ise son derece hayal kırıklığına uğradım.
David Brin'in Uplift romanlarını hiç sevmem ama çok iyi kitapları var, mesela Bilkent Kütühanesinden alıp okuduğumda Glory Season'u çok sevmiştim. Gregory Benford da Timescape gibi bir inanılmaz eseri çıkartmış adam (geri kalan romanları için aynı sıfatları kullanmaya cesaretim yok ama kesinlikle kötü bir yazar değil).
Bu kitap ayrıca Locus ödülüne 1987'de aday gösterilmiş.
Ama niye?
Bence bu kadar iyi anılmasının tek sebebi Halley kuyruklu yıldızı ve o yıllarda yaşamış veya cocukluğunu geçirmiş insanların aklına güzel anılar getirmesi.
Peki iki sert-bilim kurgu yazarının ortak olarak bu kadar batırması nasıl mümkün? Bence roman aceleye gelmiş, sonuçta Halley daha ortalıklardayken, haberlerdeyken yayınlanması gerekiyordu, ne zaman başladılar ama iyi düşündüler mi, nasıl ortak çalıştılar emin değilim. Beraber oturup yazmamışlar gibi, kitabın sağı solunu tutmuyor. Bir yerde korkunç kriz olan şeyler bir daha ne bahsi geçiyor ya da bir kere bir çözüm bulundu mu bir daha uğraşılmıyor. Mesela bir yerinde UV lambalarla bir sorun çözülüyor, sonra en büyük sorun UV ampüllerin sayısı çünkü sakız balonu gibi patlıyor ampüller. 20 sayfa sonra sorun artık sorun değil, UV ampüller ve bir başka yardımcı çözümle olay bitiyor. E ama bu görevin 6. haftasındaydı, ondan sonraki 75 yıl ne oldu? Birileri ampül mü yumurtlamaya başladı?
Ama öyle, artık o olay sorun değil. Bitti, bi sonrakine yoğunlaş okur.
Bence sorun iki fizikçinin bir araya gelmesinden de kaynaklanıyor. Karakterler ciddi kötü yazılmış, diyaloglar aceleye gelmiş, iki insanın o şekilde birbirleriyle konuşmalarına imkan yok. Ayrıca her zaman olduğu gibi "erkek bilim kurgu yazarı kadınları anlamaz" tarzında kadın karakterler tasvirlenmiş. En azından Victoria kitabın sonunda dediği dedik birisi haline geliyor, ancak biraz (400 sayfa civarında) zaman alıyor.
Eğer bu yazarlardan herhangi birisi, daha karakter yazmaktan anlayan birisi ile bir araya gelseydi son derece daha iyi bir roman çıkardı karşımıza.
Haliyle en son olarak puan olarak kocaman bir "MEH! Okumasanız da olur" veriyorum.
Aman, en azından yazarlardan birisi Gentry Lee değildi! Ona şükür, ey yüce Uçan Spagetti Canavarı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder