Perşembe, Ekim 30, 2008

Zamazingo

Hikmet Usta alarmının çalması ile güzel rüyalarının arasından çekilerek hayatın acımasız gerçekleri ile bir kez daha karşı karsıya geldi. Traş olmaya bile tenezzul etmeden ustune tulumunu çekerek kabininden dışarı çıktı. Eski alışkanlığının etkisinde bir fare kadar gürültü çıkartmadan kabinin kapısını kapattı. Ancak gerisin geriye kapıya baktığında bunun gereksizliği görünce tekrar Hikmet'in keyfi bozuldu.

Son limandan hemen ayrıldıktan sonra geçırdıkleri kaza yüzünden oda arkadaşi Ahmet şu anda geminin morgunda bir buz kalıbı olarak birinci sinif ceset bileti ile yolculuğun geri kalanını sürdürüyordü. İşin kötüsü aynı kazada geminin mürettabatının neredeyse hepsini kaybetmişlerdi ve geriye sadece üç kişi kalmıştı. Tekrar Alfa Centauri'ye geri dönmek yerine kaptan Ayşe yolculuğa devam etmeye karar vermişti - çok zor bir karar da değildi acıkçası, geri dönmenin maliyeti devam etmeye göre çok daha fazla olduğundan Şirket sahiplerinin hışmına ugrayıp kaptanlığı kaybetmektense bir kahraman olarak Aydaki üslerine varma düşüncesi çok daha çekiciydi.

Hikmet Usta geminin tek tayfası kalmıştı geriye, bir de teknik mühendis Muzaffer, en son da kaptan Ayşe. Muzaffer ile Hikmet beraber zaten hasarlı gemiyi ayakta tutmak için korkunç bir çabayla calışıyorlardı. İlk birkaç gün tümüyle uykusuz halde neredeyse yıkılmakta olan sistemlerle mücadele ile geçmişti. Hem Muzaffer, hem Hikmet son derece yorgundular. Günlerdir ilk defa sekiz saat uyumuş ama hala uykusunu alamamiş Hikmet, Muzaffer’i azat etmek için makina odasına yollandı.

Muzaffer günlerdir ilk uykusuna gideceğinin düşüncesi ile dakikaları sayıyordu. Hala yüzünden uyku akan, yorgunluktan gözleri mosmor Hikmet makina odasına girince bir selam verdi bezgince.

"Hikmet, çok şükür geldin sonunda yahu, yıkılmak üzereyim"
"Muzaffer Bey, uyku yetmedi ya, yine de bir 8 saat siz uyuyun, sonra bi daha değişiriz."
"Bana uyar usta. Bu arada, yahu, kafa çalışmıyor, zamazingo" Muzaffer eliyle makina odasındaki kontrollere dogru salladi. "eeee, alette, meret yani, eee, diyorum ya, bi takim garip rakamlar var, bi baksana yahu."
"Tamam dert etme, ben bakarım, sen git yat."

Muzaffer kapıdan dişarı sallana sallana çıktıktan sonra Hikmet etrafına bir baktı. Hala uykunun etkisindeydi ve Muzaffer'in ne dediğine çok dikkat etmemişti. Bir şeyler yanliş gözüküyor olsa gerekti. Eninde sonunda bulurdu zaten. Bir bardak çay koyduktan sonra kendine, göstergeleri kontrole başlayarak geminin geçen her saniye daha da bozulan sistemlerine bakıcılığa basladı.

Sekiz saat göz açıp kaparcasına geçti. Hava temizleme sistemi bozulmuştu ve tamir edildi. Reaksiyon roketlerinin birisi durup dururken çok hafif bir şekilde basinç düşüklüğü gösteriyordu, olabildiğince borular yamandı, vidalar ve contalar yenilendi, sübaplar kontrol edildi. Muzaffer elinde bir bardak kahve ile kapıdan içeri girdiğinde Hikmet'in hali haraptı yine. Muzaffer ise biraz daha iyi gözüküyorsa da uykunun yeterli olmadiği belliydi.

"Muzaffer Bey, aha is listesi burada, ancak" Hikmet alnını ovaladi iki eliyle yorgunluktan "yahu şu zımbırtı hala sorun çıkartıyor. Akıl kalmadi yahu, cihaz yanlış ölçüyor yani, n'apsam yapayım bulamadım nerden."
"Tamam, ben bakarım, sen bir şeyler atıştır, git yat."

Hikmet duvardan destek ala ala yavaşça kantine yürüdü. Geminin bu kadar boş olması çok ilginçti. Kantinde bir tabağa soğuk bir kuru fasülye pilav doldurup mikrodalgaya attı ancak sigortaların attığını bir dakika boşu boşuna bekledikten sonra farketti. Kantinin ihtiyaclari o kadar aşagıdaydı ki yapılacaklar listesinde, bu olayın farkına bile varmamışlardı.

Pilavını soğuk fasülyelerle çatallarken koridordan bir pingleme duydu. Bir elinde tabak, bir elinde çatal, sesi takip etti ve kendini geminin köprüsünde buldu.

"Kaptan?"
"Hikmet, gel gel, yanlızlıktan canım sıkılmaya baslamıştı zaten."

Kaptan Ayşe bomboş köprüde tek başına koltugunda oturuyordu. Köprünün geri kalanı bomba patlamiş gibiydi ki işin gerçeği bundan çok uzak değildi. Gemiye çarpan meteorlardan birisi köprünün zırhını delip koca bir delik açmis, o an köprüdeki herkes birkaç saniye içerisinde basınç düşüşünden ölmüştü. Geminin radarlarindan birisinin arıza yapması ve genç ve tecrübesiz radar teknisyeninin diğer radara geçişindeki gecikme arasında nasıl bir şanstır ki olmuşşa olmuş, gemiye çarpan bir yiğin çakıl taşı Ayse'nin ve Hikmet'in neredeyse bütün gemi yoldaşlarının sonu olmuştu. Kaptan, o an kabininde uyuduğu için radar teknisyeninin hatasını düzeltemediğinden suçu kendisinde buluyordu. Hikmet bunun farkındaydi ancak sempati duymak için çok yorgundu.

"Ne dinliyorsunuz Ayşe hanım?"
"Ya, cihazların çoğu hala çalışmıyor, Muzaffer sen uyurken gelip birkaç kritik cihazı tamir etmeyi başardı, ben de o arada kendi kontrollerime bakıyordum ki müzik sistemi hala çalışıyormuş ancak kayıtların büyük kısmı kaybolmuş. Ben de kalanlardan sevdiklerimden birisini dinliyordum, Pink Floyd'un albumleri sağlam. Bu çalan Yankılar şarkısı. Sen türküleri tercih ederdin, değil mi?"
"Öyledir Ayşe hanım, bizimkiler beni daha bir geleneklere uygun yetiştirdiler, türküleri daha çok severim bu klasik muziklere göre."
Ayşe hafifçe gülümsedi. "Güzeldir bunlar yaaa, biraz melankolik ama olsun. Neyse, nasıl gidiyor?"
"Nöbeti Muzaffer Bey'e devrettim, şunu bitirip biraz uyuyacagım yine."
"İyi iyi, bir çeyler yapabilirsem haber verin, eğitimim farklı ama gördük biraz mühendislik sonuçta."
"Ayşe hanım, yardım edebilseniz kesin söyleriz, dert etmeyin."

Hikmet elindeki çatal ile selam verip kabinine yollandı. Bu kez Ahmet'in yokluğunu hatırlayarak kabin kapısını gönlünce çarptı kapattı.

Sekiz saat sonra Hikmet çok daha iyi hissediyordu. Makina odasından içeri bir türkü mırıldanarak girdiğinde Muzaffer'i elektron kaynaklarının birisinin altında buldu.

"Muzaffer Bey, gidin biraz dinlenin, sıra sizde."
"Hikmet, sıçtık ulan, sen uyurken sorunlar arttı da artti, meret hala çalışmıyor, ben bununla boğuşurken sen de zıkkımın köküne bir baksana yahu, uykuyu siktiret şimdi şunu halledeyim önce".

Hikmet, Muzaffer'in neden bahsettiğini anlamamıstı ama tekrar sorarak muhendisin yıpranmiş, ince iplik olmuş sabrını test etmeye kalkışmamanın daha iyi olacağını düsünerek reaktör kontrollerine göz atmaya gitti. Reaktörde çok miktarda argon var gibi gözüküyordu, Hikmet herşeyi unutarak basıncı düsürmeye ve radyoaktif argonu hazneden atmaya çalışmaya başladı. Çılgınca bir tempo tekrar başladı.

Sayısız gecen saatler sonra, Kaptan Ayşe koridordan aşagı koşarak makina odasından kafasını soktu "Ey ahali, zıplamadan çıkma zamanı geldi, hazır mıyız?"

Karşısında iki teknsiyen, yüzlerinden yorgunluk ve uyku akar bir şekilde sayıklamaya başladılar:
"Zamazingoda bi sorun var ama şansımızı deneyelim."
"Zıkkıma ben baktım yahu, bişi olmaaaz."
"Meretin seviyeleri şimdi daha iyi."
Ve uzun bir liste saymaya başladılar...

Zamanın ilerlediğinin farkında olan Ayşe, "Yeter, tamam, çıkıyoruz" diyerek köprüye geri koştu. İki teknisyen çılgın bir şekilde makina odasındaki cihazlara tekrar saldırdılar, birkaç saat daha dayanabilirlerse Ay yörüngesine yerleşip postu kurtarabileceklerdi.

Ayşe konsolundaki akan rakamlara baktı, bir yandan gözü gittikçe ilerleyen kronometredeydi. Bilgisayar sistemleri çoktan iptal oldugundan operasyon sırasında çok daha fazla kontrol edilmesi gereken şey var olsa da zaman kalmamıstı artık.

Kronometre sıfırı vurduğunda Ayşe elininin altındaki dügmeye bastı. Gemi iki boyut arasında sarsılarak hareket etti ve kendisini enerji seviyesinin daha uygun oldugu evrene yerleştirdi.

Ayşe'nin agzı kocaman açık kalmıştı. Karşısında Ay'ın gri yüzünü göreceğine kocaman parlak bir yıldız bütün haşmetiyle köprüyü aydınlatıyordu. İki teknisyenin mücaleleri arasında bir şeyin unutulduğu belliydi: Geminin saatleri normalden yavas çalışıyor olsa gerekti. Gemi dünya yörüngesinde olacağına Merkür'ün yörüngesinin bile içindeydi. Birkaç saniyelik fark birkaç işik dakikası mesafeye denk gelmişti.

Ayşe koltuğuna yığıldı. Bir eli gözlerini kapatırken diğer eli konsolda kendilerini kurtaracak bir düğme arıyorken kazara muzık sistemini acti.

Pink Floyd'un meshur şarkılarından birisi köprüyü doldurdu. "Kontrolleri güneşin kalbine ayarlayın!" Ayşe'nin kontrollerle mücadelesi sırasında sözlerin ne kadar yerinde olduğunu düşünecek zamanı hiç olmadı.

Çarşamba, Ekim 29, 2008

Yüzük

Hücresinde bir köşeye oturmuş sırasının gelmesini beklerken bir yandan parmağındaki yüzükle oynuyordu. Yüzüğün iki ayrı parçasını belli bir kombinasyon ile çevirdiği anda teleportasyon cihazı olduğu yere kitlenecek ve onu buradan alıp gemisinin güvenliğine götürecekti.

Öte yandan son yıllardır yaşadıkları birer birer aklından geçiyordu. Yoldaşları ve mücadelesini verdikleri Devrimi düşündükçe yüzüğü alıp uzaklara atası geçiyordu.

Hala bunları düsünürken kapı açıldı ve bir tegmen ile iki asker içeri girdiler. Sırası gelmişti. Birkaç dakika sonra duvara yaslanmış, göz bagcıgını reddetmiş şekilde kendisine doğrulmuş 12 tüfeğe bakıyordu. "Devrim zamanı geldiğinde duvara sırtını ilk verenlerden..."

Aradan birkaç saat sonra 16 yaşındaki genç bir er hayatının süprizi ile karşı karşıyaydı.

Salı, Ekim 28, 2008

Ekonomik Kriz

- Evet, şimdi sıradaki maddeye geçiyoruz ajandada.
- Sayın Başkanım, sırada eğlence alanı ZZ9 Plural Z Alfa var. Verilen bütçe içerisinde ancak ekonomik durum göz önüne alındıgında fazladan bir yük olmakta.
- Keselim o zaman.
- Sayın Başkan, Turizm bakanı olarak buna karşıyım. Özellikle gençler arasında son derece popüler bir resort söz konusu bölge. Safari tarzı olaylar çevre bölgelere son derece iyi gelir getirmekte.
- Öte yandan bir yerlerden kesinti yapmak zorundayız.
- Ekonomi bakanlığı kesintiden yana.
- Ulaştırma bakanlığı bölgeye yatırım yapmaya taraftar değil.
- Çevre bakanlığı olarak karasız kalmış durumdayız. Safarilere katılanlar hayli bir miktar kuralları çiğneyerek yersel ekosisteme zarar vermekte. Arada bir izinsiz avlar söz konusu oluyor. Eger alan kapatılırsa belki doğal ekosisteme dönüş görebiliriz. Öte yandan kaçakçılar ve benzeri karakterler bölgeyi iyice kontrolleri altına alabilirler endişesindeyiz.
- Beyler, bu ekonomik şartlar altında bu bölgeye harcadıgımız enerjinin masrafını karşılayacak bir gücümüz yok. Ben bölgenin tümüyle kapatılması taraftarıyım. Herşeyi kapatıp elimizdeki kaynakları daha iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz. Çok zamanımız yok. Bu konudaki tartişma kapanmıştır. Oylamaya geçiyoruz. ZZ9 Plural Z Alfa bölgesinin kapatılması için oylama başlamıştır.
- Kapatılsın.
- Açık kalsın.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Protesto ediyoruz ancak bu şartlarda kapatılması taraftarıyız.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Tamamdır. Çoğunluk kararıyla kapatılmasına karar verildi. Lütfen eyleme geçirilsin. Bir sonraki maddeye geçiyoruz....

Sekiz dakika sonra Güneş yavaşca parlaklığını kaybetti ve gökte siyah bir küreye dönüştü. Dünya Gezegenindeki milyarlarca insan aniden kararan havaya bakarak merak içinde kaldılar....

Cumartesi, Ekim 25, 2008

Gökten Düşen Melekler

Çatışma bittiğinde halim yamandı.

Biz kazanmıştık. Ama nasıl kazanmıştık sormayın. Ordumuzun büyük kısmı darmaduman olmuştu. Dünyanın etrafı parçalanmış, dost ve düşman, uzaygemileri ile dolmuştu. Kılpayı üste çıkmış, kocaman işgal ordusunu yenmiştik. Düşman bundan sonra ne kadar uğgraşsa bu kadar kuvvet toplayamazdı, onlar hazırlanalım derken biz çoktan kendi ordumuzu tekrardan toparlar onların gırtlağına çömelirdik.

En azından bizlere söylenen buydu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ağlamaklı bir halde televizyon kameraları karşısında durumu herkese anlatmıştı. Dünyadaki halklar sığınaklarından çıkıp özgürlüklerini kutluyorlardı ve herkesin gözü göklerdeki görkemli havai fişek gösterisindeydi.

Havai fişekler... Yoğun, çok yoğun bir meteor yağmuru gibi.

Gösteri bizlerdik. Arkadaşlarım, yoldaşlarım ve şerefsiz düşmanlarım.

Devrelerim ve motorum iptaldi. Kendi gücüm ile yörüngemi değiştirmem mümkün değildi. Eninde sonunda havanın sürtünmesi benim hızımı düşürecek ve atmosferin içine doğru düşecektim. Kurtarma servislerinin elleri dolu, kurtarabildiklerini kurtarıyorlarken sıranın benim gibi cyborg-gemilere gelme ihtimali çok düşüktü. Pilleri hala sağlam telsizimle aileme ve çocuklarıma kısa bir mesaj gönderdim. Küçük ekranda yeryüzünde sağ kalanların kutlamalarını izleyerek bir fişek gibi gökte parlayarak kutlamalara katılma sırasının bana gelmesini beklemeye başladım. Umarım yaptıklarımıza değdi gelecek.

Perşembe, Ekim 23, 2008

Firefly


Firefly, Angel ve Buffy Vampir Katilinin yaratıcısı , pek ödül sahibi, Marvel'a hikayeler yazan Josh Whedon tarafından yaratılmış ucunda Cowboy Bebop aromalı uzay westerni tadında, hafif meşrep bir macera dizisi. Ne yazık ki benim altı okka beyinciğimin almadığı nedenlerle bir sezon 14 bölümün ardından tozlu DVD raflarına terfi etmiş. Terfi ettiği gibi de bir DVD satın alma çılgınlığı yaratmış. Bunun sayesinde nur topu gibi Serenity adlı Bilim Kurgu filmimiz olmuş


Velhasıl Hakan’ın sevmediği, Özgür’ün bayıldığı, Eralp’in hoşuna giden bu diziyi en sonunda tembelliğimden sıyrılarak seyrettim. Dünyaya sığmayıp (hepsi Çinliler yüzünden, üremeyin kardeşim) evrene taşan, önüne gelen sistemi, gezegeni herhangi bir utanma, sıkılma emaresi göstermeden dünyalaştıran, koloni üzerine koloni edinen insanoğlu (ya da yeni Amerika Birleşik Devletleri) en sonunda merkezi otoriteye başkaldıran uzak illerdeki yerleşimciler ile merkezi gezegenlerde yaşayan zenginler olarak kavgaya tutuşur. Klasik bir kuzey-güney hikayesi. Sadece mekan farklı. Sonunda zengin kuzey ya da merkezi otorite kazanır ve güneyli olan kahramanlarımız kendilerine çakma bir uzay gemisi edinerek vahşi batı kokulu, Çin temalı uçsuz bucaksız uzayda salınmaya başlarlar. (Herkes Çince konuşsa da ortalıkta hiç görünmüyorlar, garip) Dizimiz de tam bu noktadan sonra yaşanan olayları bize aktarır.


Hikaye hususunda fazla detaya girmeyeceğim çakma görünümlü ama toplama parçaların yarattığı muhteşem sinerji ile uzayı kat eden gemide bir şekilde bir araya gelmiş dokuz kişinin başlarına gelenler gayet eğlenceli ve hatta yer yer çocukluğumun Red Kit’ine benzer tatlarda anlatılıyor. Birçok konu klasik bir western. Hatta uzay gemilerinin yanında atlar, vahşi batı kasabalarını bilim kurgu dokunuşları ile görmek mümkün. İzlemesi son derece zevkli bir seri. Ardı ardına sıkılmadan bölümleri izledim.


Beni kulağımda bir türlü bitirmeye kıyamadığım Freelancer’ın “Freelancer Alfa 1 Dash 1” nidaları hülyalara daldıran, Nebula ve Hugo ödüllü bu diziyi edinin, seyredin.

Perşembe, Ekim 16, 2008

Suri'nin Yağmurları

Yazan: Eralp Tezcan

Yağmur yağıyordu. Suri denen gezegenin yüzeyinde yağmur bitmek tükenmek bilmeden yağıyordu.

Kaskına çarpıyor, her damla çarptığı yere sümük gibi yapışıyordu. Aşağıda gördüklerinden sonra onları kaskından temizlemek için durmaya niyeti yoktu. Attığı her adım daha yukarı bastığı sürece arkasına bile bakmadan yokuş yukarı yaptığı bu yarışı sürdürecekti. Zaten bu yağmurda baksa da bir şey göremezdi.

Önünü görme ihtiyacı peşindekilerin ona yetişecekleri ve geldiklerini göremeyeceği korkusuyla da birleşince geldiği ilk uygun yerde durdu. Kaskını yeşil sarı sümüklerden temizledi. Arkasına baktı. Peşinden gelen yoktu. Yeniden yukarı koşmaya başladı.

Nefesi daralınca durdu. Arkasında kimseyi görmeyince kendine çevreye farklı bir gözle bakma izni verdi. Alabildiğine gri kayalık bir yamaçtaydı. Ufku aradı ama kül rengi bulutlarla yerin kesiştiği çizgiyi göremedi. Bulutlar tuhaf, yapış yapış yüklerini bıkıp usanmadan bu taş yüzeye bırakıyorlardı.

Sümük yağmuru taşlara yapışmıyor, aralarından sızıp iniyordu. Damlaların kayaların arasından sperm gibi kayıp gitmelerine tiksinerek baktı. Neden hayret ediyordu ki? Giysisinde en ufak bir delik bulsalardı bu ucube sağanak onu da dölleyecekti. Davul gibi şişecek, o kabusun her anını tüm acısı ve iğrençliğiyle yaşayacaktı.

Gözünün önüne ekip şefi geldi. Öğürdü, bir miktar safra ağzına geldi. Geri yutmaya çalıştı ama başaramadı ve ağzındakileri kaskın içine bıraktı. Dışarıda sümük içerde kusmuk ağlamaklı oldu ve tekrar yukarı koşmaya başladı.

Gezegenin jeolojik haritasını yörüngeden çıkardıktan sonra bir süre de bu bir türlü dinmek bilmeyen yağmuru incelemeye almışlardı. Bir kaç kilometre kalınlığındaki yoğun bulutlar yörüngede bulundukları süre boyunca hiç açılmamışlardı ve yağmur sürekli yağmıştı. Bulutları ve yağmuru incelediklerinde, damlaların organik olabileceklerine dair bulgular elde etmişlerdi. İnsanoğlunun uzayda geçirdiği bunca zamandan sonra ilk kez yeni bir canlı keşfediliyor olacaktı. Heyecanlanan araştırmacılar yüzeye bir ekip gönderip örnek almaya karar vermişlerdi.

Ancak iniş sırasında mekik kaza geçirmişti. Kazada giysisi yırtılan ekip şefi yağmurun altına çıkar çıkmaz şişmeye başlamıştı. İçten içe çürüyor çürüdükçe şişiyor gibiydi. Hiçbir şey yapamamış öylece bakakalmışlardı. Bir de sanki çürümenin leş kokusu bu koyu yağmurun altında bile keskinliğini korumuş gibi o yaratıklar çıkagelmişlerdi. Hiçbirini umursamadan ekip şefini yemeğe koyulmuşlardı. Bunu görünce donup kalmadan kaçmayı akıl eden bir tek kendisiydi. Ekibin kalan iki üyesinin nasıl şiştiklerini ve ucubelere yem olduklarını görmemişti.

Yüzeye inmeden önce Kaptan onlara bir kaza olduğu ve haberleşemedikleri durumda iki saat sonra onlara bir kurtarma mekiği göndereceğini söylemiş ve koordinatları bildirmişti. Tırmandığı yamacın tepesine vardığında Kaptanın sözleştikleri gibi bir mekiği onları alması için yörüngeden gönderdiğini gördü. Sevineceğini sandı ama düştüğü dehşet onu bir iğneli fıçı gibi sarmıştı. Ne yapsa ne etse silkinemiyordu.

Arkasına baktı. Gördükleriyle omuriliği titredi. Geliyorlardı. Onu da istiyorlardı. Bütün ekibi bu yağan iğrenç sümük altında dölleyip şişirdikleri, üstüne de posalarını yedikleri yetmezmiş gibi bir de onun peşindeydiler. Mekiğin pilotuna motorları çalıştırmasını haykırarak koşmaya başladı. Telsizinin bozulduğundan haberi yoktu.

Mekiğe vardığında kapıyı açtı. İçeride onu şişmiş bir pilotla, pilotun bacaklarını afiyetle kemiren üç iblis bekliyordu. Acı sonunu kabullenir gibi olduğu bir an, iblis kelimesini evrenin özgün bir varlığı için kullanmanın bir bilim adamına yakışmadığını düşündü. Yaratılışın özünde var olup ancak binyıllarla yontularak geriye itilen ilkel bir sezginin yüzeye vurması gibiydi.

İblisler pörtlek gözlerini açmış, köpek ağzına benzeyen ağızlarından salya, kan ve et parçaları sarkarken ona doğru davrandılar. Dehşetin elleri boğazına, kollarına yapıştılar. Bilinmeyen gezegenlerin ağır şartlarına dayansın diye yapılmış giysisini diş ve tırnaklarıyla şehvetle paraladılar.

Onu mekiğin kapısından dışarı itmeye çalışan iblislerin onunla konuştuklarını, kulağına bir kaç kelime fısıldadıklarını sandı. Son yolculuğuna uğurlanan birinin duyması gereken giderayak inanç pekiştirici, huzur verici sözler değillerdi. Azapla fısıldıyorlardı, "Cthulhu ftagn".

Gırtlağını söken çığlığı Suri'nin şaplayan yağmurunda onunla birlikte sonsuza dek silindi.

Perşembe, Ekim 09, 2008

Bilim Kurgu ve Kadın

Yazan: Çok Düşünen Kadın

Bir zamanlar tanrıça seviyesine yükseltilecek kadar kutsal statüsünü1 erkek-egemen sistem içinde yitirmiş olan kadının, yaratıcı alanda “eşitlikçi tanrıça” farklılığını göstermesi kaçınılmazdır. Bu nedenle anaerkil yapının uzun zaman önce yeryüzünden silinmiş izlerini kadın yazarların ütopyalarında, distopyalarında, bilimkurgularında ya da masallarında bulmak mümkündür. Bu kadın yazarlara örnek olarak Ursula Le Guin, Marge Piercy ve Angela Carter’ı sayabiliriz. Le Guin daha ziyade işin bilimkurgu kısmıyla haşır neşirken, Piercy ve Carter’da fantezi boyutu ağır basmaktadır. Bunun nedeni Piercy ve özellikle Carter’ın daha sembolik ve daha ironik bir anlatımı tercih etmeleri olabilir. Hangi kategoriye girerse girsin, bu üç yazarın eserlerinde bir ortak nokta mevcuttur: hiyerarşik düzene temel olan zıt ikiliklerin yok edilmesiyle, var olan sistemin yapı bozuma uğratılması.

LeGuin Mülksüzler’deki biseksüellik konusunu Karanlığın Sol Eli’nde bir adım -hatta birkaç adım- öteye götürerek biseksüel karakterlerini cinsiyetsizleştirmiştir. Kadının yumurtlama döngüsüyle paralellik gösterir bir biçimde Kış gezegeni sakinleri ayda bir kez erkek ya da kadın cinsine dönüşüp çiftleşmektedir. Enteresan olan, ayın yirmi küsur gününü cinsiyetsiz olarak yaşayan bu insanların toplumun bütün yapılarını çiftleşme dönemlerini esas alarak oluşturmalarıdır. İçinde yaşadığımız “gerçek” dünya ile kıyaslayacak olursak: bizler bütün kurallarımızı ve toplumsal yapılarımızı cinselliğin bastırılması üzerine kurduğumuz halde tecavüz, şiddet, cinsel taciz olaylarının ardı arkası kesilmezken; elin Gethen’lisi bütün hayatını birkaç günlük cinsellik üzerine kurduğu halde dünyasında ne tecavüz, ne savaş ne de bunları ifade etmeye yarayacak kelimeler vardır. Kavramın kendisi var olmazken kelimesine de ihtiyaç duyulmamaktadır. Başka bir dünyadan Gethen’lileri ziyaret eden Genly Ai tıpkı okur gibi içine doğduğu –daha ziyade zıtlıklardan oluşan- değerleri unutup, bu yeni gezegendeki “bir”liğin anlamını keşfetmektedir. Gethen’de hiçbir şey bizdeki gibi zıt ikiliklerden –kadın/erkek, iyi/kötü, siyah/beyaz- oluşmaz. Herşey içiçe geçmiştir. Tıpkı yin-yang gibi. Bu nedenle karanlığın sol eli aydınlıkken, aydınlığın sağ eli de karanlıktır. LeGuin bu şekilde ataerkil sistemin hiyerarşik düzenine olanak veren zıtlıkları ortadan kaldırırken, anlatımında da farklı sesler kullanarak çoğulluğa vurgu yapar. Kitapta öne çıkacak bir baş kahraman, tek bir anlatıcı, bir lider yoktur. Genly ne kadar önemli bir karakterse Estraven de o kadar önemlidir. Onların günlükleri ve raporları okuru ne kadar bilgilendiriyorsa, farklı anlatıcılar tarafından aktarılan mitler, öyküler ve efsaneler de o kadar bilgilendirmektedir.

Piercy ise Zamanın Kıyısındaki Kadın’da şizofren Connie karakterini zamanda yolculuk yapan Luciente ile tanıştırarak, onu Luciente’nin biseksüel, mülksüz ve çoğulcu dünyasına taşır. Yakınlarının kısaca Connie dediği Consuelo Camacho Alvarez Ramos, uzun isminden de anlaşılabileceği gibi, hayatı erkekler tarafından yönetilmekte olan Meksika kökenli bir Amerikan kadınıdır. Tüm hayatı evlenip çocuk bakmaktan ibaret olan annesini örnek aldığından başarılı bir kadın olabilmek için evlenmesi gerektiğine kanaat getirir. Ancak ilk evliliğinden bir tecavüz, birkaç yara bere ve bir kız çocuğuyla kurtulduktan sonra sadece çok sevdiği ikinci kocasını değil, rahmini ve kızını da kaybeder; rahmini “başarılı” sağlık sistemi elinden alır, kızını ise sosyal hizmetler. Romanın başında evinde kendi halinde oturmakta olan Connie bir tekme de kuzeninin kadın satıcısı sevgilisinden yer ve hastanelik olur. Kadın satıcısının yersiz suçlamaları sonucu akıl hastanesine kaldırılır ve daha önce aynı şeyi yapmış olan öz abisi de sonsuza dek orada kalabilmesi için elinden geleni ardına koymaz. Oysa Connie’nin tek isteği kuzenini fahişelikten, karnındaki bebeği kürtajdan kurtarmak ve hep beraber erkeksiz, mutlu bir aile olarak yaşamaktır. Hastaneye hapsedilmeden önce Connie gelecekten geldiğini iddia eden bir şahıs tarafından birkaç kez ziyaret edilir. Feleği şaşan Connie önce güvenmez bu ne idüğü belirsiz adama ama yine de erkek olduğu için boyun eğer. Hastanedeyken de bu adamın Connie’yi kısa süreler için kendi geleceğine götürmesi fikri hoşuna gider. İlk zaman yolculuğunu yapacakken anlar bu şahsın aslında kadın olduğunu. Luciente denen ve ismine uygun biçimde Connie’nin ışığı haline gelen bu kadının toplumu, Connie’nin ataerkil toplumunun tam zıttıdır. Her şey eşitliğe dayanır, heteroseksüellik norm değildir, her bireyin sadece kendine ait ve kimseyle paylaşmadığı bir yaşam alanı vardır. Evlilik diye bir şey yoktur. İnsanların tamamen kendi doğalarına uygun, toplumsal baskıların tamamından kurtulmuş bir vaziyette yaşadıkları bu toplumda tam bir eşitlik sağlayabilmek adına kadınlar da çocuk doğurma güçlerinden vazgeçmişlerdir. Bu nedenle yapay bir rahim geliştirilmiş ve bu yapay rahimde gelişen bebekler herkesin bebekleri olmuşlardır. Böylece hiç kimse bir bebeği tek başına sahiplenmez ve ölene dek ona tutunmaz. “Ortak anneler” denen en az iki kadın ve bir erkekten oluşan bir grup tarafından büyütülen bebek on iki yaş civarında özgür bir birey olabilmesi için azad edilir ve kendi ismini seçer. Connie hastanedeki gerçek dünya ile Luciente’nin dünyası arasında gidip gelirken her iki toplumu pek çok açıdan karşılaştırma fırsatı bulur ve o zamana dek sorgusuz sualsiz kanıksamış olduğunu fark ettiği kendi dünyası ile ilgili gerçekler hiç de hoşuna gitmez. Maksat okurun da aynı farkındalığa erişmesidir.

Carter’da olaylar biraz daha Frankenstein kıvamındadır, zira Yeni Havva’nın Çilesi’nde2 Anne’nin kızları tarafından kaçırılan baş karakter, kendi rızası dışında bir cinsiyet değiştirme operasyonuyla “zihni erkek, bedeni kadın” bir yaratığa döner. Geriye dönük anlatımıyla okura öyküsünü aktaran Evelyn erkek olduğu zamanlar nasıl bir şovenist olduğunu, kadınları nasıl aşağılayıp onları sadece kendi egosu ve cinsel tatmini için kullandığını anlatarak başlar. Ancak son kurbanı Leilah (ki sonradan gerçek adının Lilith olduğunu öğreniriz) kendisinden hamile kalıp Evelyn’in ısrarıyla kürtaj olur ve ucuz bir muayenehanede geçirdiği bu kötü operasyon nedeniyle rahmini kaybeder. Bu kötü tecrübeden biraz ders alan Evelyn arınması gerektiğine karar verip kendini çöle atar. İşte Yeni Havva’nın macerası da bu sayede başlar zira Evelyn çölde kendi toplumunu kurmuş olan Anne’nin kadınları tarafından yakalanıp alıkonur. Anne erkek egemen sisteme karşıdır ve hayatını bu sistemi yıkmaya adamıştır. Lakin ilk bakışta feminist görünen bu anaerkil toplum da en az ataerkil sistem kadar baskıcı ve hiyerarşiktir. Anne’nin amacı Evelyn’in kıymetli “lyn”ini kesip onu Eve haline getirmektir. Kesim işleminden önce de Evelyn’e bir nevi tecavüz ederek boşalmasını sağlar ki Eve’e dönüştüğünde onu kendi spermiyle hamile bırakabilsin ve tüm dünyanın düzenini değiştirecek yeni peygamberi dünyaya getirsin. Hayranı olduğu Hollywood yıldızı Tristessa’yı aratmayacak kadar güzel bir kadına dönüştükten sonra Anne’nin elinden kaçmayı başaran Eve, doğal olarak bu yeni kadın haliyle önce bir erkeğin tecavüzüne uğrar. Zero (yani Sıfır) adlı bu tecavüzcü esir tuttuğu diğer yedi karısının arasına Eve’i de ekler. Ataerkil dünyada daha pek çok başka macera da yaşayan Eve böylece bir yandan erkek zihniyle olayları değerlendirirken, bir yandan da kadınlığa alışmaya ve bu düzende kadın olarak var olmaya çalışmaktadır. Okur Evelyn’in, bu hem erkek hem kadın ruhunu içinde bir arada barındırabilir hale gelinceye kadar ki süreçte deneyimlediklerine ve hissiyatına tanıklık eder. Yol üzerinde Carter’ın Greta Garbo’dan esinlenerek yarattığı Tristessa karakterinin de aslında biyolojik olarak bir erkek olduğunu öğrenir ve böylece bu çift başlılığında yalnız olmadığını anlayıp rahatlar. Carter da bu sayede bir miti daha tepetaklak etmiş olur.

Bu kaba tarife göre söz konusu üç roman da esas olarak toplumsal cinsiyet rollerini merkez almıştır. Peki bilimkurgu bu romanların neresine düşer?

Bu anlamda en iyi örnek tabii ki Karanlığın Sol Eli olacaktır. Leguin her zamanki gibi detaylara özen göstererek yeni dünyalar yaratmış ve kahramanlarından birini bu dünyalar arasında bir elçi olarak görevlendirmiştir. Genly Ai adlı elçi de tıpkı okur gibi Kış gezegeninin yabancısıdır ve okurla birlikte bu değişik gezegenin yolunu yordamını keşfe çıkar. Leguin zamanla, gezegenler arası yolculukla, yarattığı bu gezegenlerdeki fiziksel koşullarla ilgili gerçekleri mümkün olduğunca bilimsel verilere dayandırmaktadır. Bunun yanı sıra Kış gezegeni için yeni bir takvim ve bu takvim için yeni bir dil, Genly Ai ve yandaşları için uzay gemileri, ve Kış gezegeni ahalisi için bambaşka bir toplum düzeni yaratarak da kitabını zenginleştirmiştir.

Zamanın Kıyısındaki Kadın’da her şeyden önce bir zaman yolculuğu söz konusudur. Her ne kadar Connie’nin her şeyi kafasında yaratan bir şizofren olduğu ima edilse de okur kendi kararını verme konusunda özgürdür. Şahsi kanaatim Connie’nin Mattapoisett ziyaretlerinin birer zihin yolculuğu (mind travel) olduğu yönündedir kizaman yolculuğu tabir edilen deneyimden farkı fiziksel bedenin yer değiştirmiyor olmasıdır. Bir nevi astral seyahat olarak da düşünülebilir ve zaten deneyimin isminin ne olduğundan ziyade o ya da bu şekilde gidilen mekanda neler tecrübe edildiği önemlidir. Luciente gelecekte yaşadığını iddia etmektedir ve Connie bu gelecek toplumunda telepatik kediler, yapay rahimler, uçan makineler, arınıp dinlenme mekanı olarak hizmet veren (bizdeki adı tımarhane olan ama Mattapoisett’de daha ziyade spa gibi işleyen) evler, farklı sorunlara farklı çözümler, ilginç ritüeller ve yine dilde birçok farklılıkla karşılaşır. Tüm bunların amacı eşit ve zıtlıklara –dolayısıyla da hiyerarşiye- yer vermeyen bir sistem kurmaktır. Connie sistemin tıkır tıkır işlediğini görür. Luciente’nin yardımı olmaksızın kalkıştığı bir zihin yolculuğu denemesinde yanlışlıkla alternatif bir geleceğe gider. Gildina diye bir kadının yaşadığı apartman dairesinde bulur kendini. Günümüz toplumunda evli olduğunu düşüneceğimiz Gildina aslında bir nevi seks kölesidir ve onu hayatı boyunca yanında tutacak bir adam bulduğu için kendini çok şanslı saymaktadır. Bedeni erkeğinin arzuları doğrultusunda estetik operasyonlarla yeniden biçimlendirildiğinden orantısız, biçimsiz ve hatta iğrençtir. Evden dışarı çıkması yasaktır ve evdeki her şey elektronik bir takım mekanizmalarla işlemektedir. Kendini sıradan bir apartman dairesinde sanan Connie çok geçmeden bu binaların yerin kat kat altına ve göğün kat kat üstüne kadar uzandıklarını öğrenecek ve dehşete düşecektir. Gildina’nın efendisi ortaya çıktığında ise bunun yalnızca bir zihin yolculuğu olduğuna şükreder. Anlatılmak istenen Mattapoisett gibi ütopik bir toplumun alternatiflerdensadece biri olduğudur. Yani gelecek şu an aldığımız kararlara ve attığımız adımlara bağlı olarak değişebilecektir.

Carter’ın fantezi ağırlıklı romanında bilim Anne’nin tekelindedir. Kendisi bir bilim kadını olan Anne öncelikle kendi bedeni üzerinde çalışmış ve cemaatindeki kadınların her birinin bağışladığı birer göğsü kullanarak kendine dev göğüsler yapmış, defalarca operasyon geçirerek dev bir yaratığa dönüşmüştür. Girişinde toplumlarının simgesi olarak kırılıp ikiye bölünmüş bir erkek cinsel organı olan merkez üssünde Anne çeşitli deneyler yapmaktadır. Çölde kıstırılan Evelyn de bir uzay üssünü ya da Hollywood filmlerindeki yer altı karargahlarını andıran bu yere getirilir. Anne yıllar içinde geliştirip ustalık kazandığı yöntemleri bu kez Evelyn üzerinde dener ve bir erkeği kusursuz bir kadına dönüştürmede son derece başarılı olur. Öyle ki son operasyondan sonra aynaya bakmasına izin verilen Eve/lyn bile kendi görüntüsünden tahrik olur. Ancak Anne’nin devrim gerçekleştirmek için yapacakları bununla sınırlı değildir. Eve’in sadece görünüşte kadın olması yeterli olmayacaktır. Bu nedenle operasyonun ardından beyin yıkama işlemleri başlar. Yattığı hücrede hiç susmayan bir hoparlörden Eve’e ataerkil sistem karşıtı sözler fısıldanır. Ayrıca video ve slayt seansları ile Eve dünyanın çeşitli bölgelerinde kadınlara uygulanan şiddet, vahşet ve baskılar konusunda bilgilendirilir. Bu seanslarda ayrıca Eve’i anneliğe de teşvik edecek, onun iç güdülerini uyandırmaya yönelik gösterimler vardır. Carter Anne’ye erkeğin organını kesip ona bir vajina açmanın yanı sıra hiç yoktan rahim yaratma gücü de vermiştir. Ancak bütün ileri teknolojilerine rağmen Eve –kadınlık konusunda haddinden fazla bilinçlenmiş olarak- Anne’nin elinden kaçmayı başarır. Böylece içinde zaten hep var olmuş olan kadını bulacağı yolculuğuna çıkar. Romandaki çeşitli göndermeler –chimera, simya, prima materia vb.- Eve/lyn’in kaos ortamında vücuda gelmiş bir hermafrodit olduğu mesajını vermektedir. Romanın sonunda üçüncü kez dünyaya gelen Eve/lyn artık hem zihninde hem de bedeninde dişiyi ve erkeği, yin’i ve yang’ı birleştirmeyi başarmış, okurun da deneyimlemesi beklenen uyanışı yaşamıştır.

Sonuç olarak bu üç yaratıcı kadın, gerek bilimkurgu gerekse fantezi öğelerini kullanarak eşitlikçi bir dünyanın ancak kadını ezip erkeğe hak etmediği bir üstünlük veren toplumsal cinsiyet rollerinden arındırılmasıyla mümkün olabileceğini göstermektedirler. Freud’un bile kabul ettiği gibi her bir bireyin doğuştan (ruhsal anlamda) ikicinsli olduğu, dolayısıyla biyolojik olarak değil ama psikolojik olarak her erkeğin ve her kadının hem erkek hem de kadın olduğu bir dünyada bu ikisi arasında bir hiyerarşi olması son derece anlamsız ve yanlıştır. İçimize işlemiş olan “erkek adam” ve “hanım kadın” rollerinden sıyrılıp, homofobiyi bir kenara bırakıp, hepimizin kendi başımıza özgür ve tastamam birer insan olduğumuzu; ruh eşi diye bir şey olmadığını; öteki diye bir şey olmasına gerek olmadığını zira ötekinin zaten kendi içimizde olduğunu kavramanın vakti gelmiştir. İşte bu üç roman bunun neden ve nasıl yapılabileceğini anlatır.

1
Bu konuda ayrıntılı bilgi için Pervin Erbil’in Pandora’dan Kibele’ye: Kadının Tarihsel Yenilgisi adlı kitaba başvurulabilir.

2
Eserin orijinal adı The Passion of New Eve ancak maalesef şimdiye dek Türkçeye çeviren olmadı.

Salı, Ekim 07, 2008

Yenilikler

Herkese merhaba...

Gordugunuz uzere isimlerde azcik degisiklik yaptik.

Eskiden Podcast icin kullandigimiz Hitit Gunesi adresi artik buraya yonleniyor. Podcast ise podcast.hititgunesi.org adresinde durmakta devam ediyor. Podcast'in RSS linki degismedi: http://hititgunesi.libsyn.com/rss.

Bunun disinda bize hititgunesi@hititgunesi.org adresinden ulasabilirsiniz. Ayrica duzenli katkida bulunan insanlara da ulasmak icin e-mail adreslerimiz olacak. Mesela bendeniz m1fcj@hititgunesi.org adresindeyim Nijeryali dostlarimin teklifleri icin.

Bunun disinda baska ilginc fikirlerimiz olacak gibi. Burayi izlemeye devam ediniz...

Perşembe, Ekim 02, 2008

BAĞDAT

Yazan: Hakan Köseoğlu


Bağdat - 29 Eylül 2008 - Sünni bir mahallenin pazar meydanı...


Saat sabah on otuz. Pazar meydanı yeni açılmış. Marullar taptaze, parlak bir yeşil. Domatesler olağanüstü güzel kırmızılıkta, limonlar ıslak ve sapsarı. Güzel bir sonbahar sabahı. Erkenden tazeleri kapmaya kararlı ev hanımları arkalarında sürükledikleri pazar arabalarıyla daha ucuzca tezgâhlari aramakla mesgul. Henüz daha erken oldugundan ve önlerinde daha uzun bir gün olduğundan, satıcıların o kadar da sesleri çıkmıyor, ancak komşu tezgâhların birisine başörtülü bir teyze yaklaşınca "abla bunlar daha hoş, taze, gel gel, domateslere bak, kıpkırmızı" diye bağırmaktan kendilerini alamıyorlar. Pazar meydanının etrafında ve içinde ellerinde AK-47leriyle dolasan genç askerlerin canı şimdiden bezmiş, ancak gözleri sürekli sağda solda laf atacakları bir genç kız aramakta. Ancak çoğunluk ya ufak veletler veya kartlamış yaşlı kadınlar - en azından onların gözünde.


Aniden bir gürültü. Kocaman bir kamyon üzerindeki karpuzları etrafa saça saça pazar meydanına dalar tam gaz. Salatalıklar, elmalar, armutlar, kavunlar, karpuzlar ve niceleri, içleri dolu veya boş tahta kasalar - her tarafa fırlar. Daha onsekizini yeni geçmiş genç askerler ürküp kaçmaya başlarken, 38 yaşında, Saddam'ın yıllarını hevesle anan çavuş Hüsamettin elindeki keleşi kamyona doğrultacak gücü ve sakinliği bulur ve tüfek takırdamaya başlar. Mermilerin büyük kısmı kamyonu ıskalar ancak birkaç tanesi kamyonun camına isabet eder.

Kamyonun camı aniden beyaz bir ağ parçası gibi çatlar, yavaş yavaş parçalara ayrılır mermiler arka arkaya vurdukça. Kamyonun direksiyonundaki Sıddık'ın ağzinda bir sözcük belirir; "Eşhedü en la..."


Ve aniden kamyon kırmızı bir alev bulutu içerisinde havaya uçar. Taşıdığı kasaların altındaki bomba tutuşur, etrafındaki çivi ve bilye parçalarını acımasızca etrafa salar. Kamyonun taşıdığı kasalar bin parçaya ayrılır ve çevredekilerin vücutlarını parçalar.


Patlamanının şok dalgası pazar meydanının bir ucundan diğer ucuna butun şemsiyeleri yırtar atar. Korkunç gürültüden kimse bir şey duyamaz olur. Uzaktan insanlar meydana doğru koşmaya başlar. Kardeşleri, bacıları, anaları, babaları meydanın içerisindeki korkunç ateş bulutu içerisindedir ne de olsa.


Ancak aradan birkaç dakika geçtikten sonra çığlıklar, ağlayan insanlar duyulur olur.


Tahmini ölü sayısı otuz. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölülerin de hepsi bulunabilmis degil. Yakınlarınca yığın içerisinden çıkartılıp, bir taksinin arkasına atıldıktan sonra hastaneye giderken hayatını kaybedenlerin sayısı her zamanki gibi muallakta.


İşgal altındaki Bağdat'ta normal bir sabah böyle başlar.


Bağdat Merkez Hastahanesi Morgu 14:30...


Son üç saattir ceset üstüne ceset geliyordu. Sabahki bombalamanın etkileri hâlâ devam ediyor, çeşitli mahallelerde birbirlerini kurşunlayan Şiilerin ve Sünnilerin cesetleri de yığıldıkça yığılıyordu. Vurulanların büyük kısmını sokakta öldürüldükleri yerde kalırken, bazı cesur insanlar daha sonra kendilerine olacakları düşünmeden yakınlarının bedenlerini alıp, daha sonra cenaze namazını kılıp gömebilmek için, morga taşıyorlardı. Savaş başladığından beri yüzbinlerce Iraklı bir şekilde ölmüş, cesetlerin büyük kısmı Bağdat morgundan geçmişti.


Doktor Hikmet, önüne son gelen cesede baktı: "Ulan eşşolueşşek, bu herif bizim degil, yabancı lan bu, ne buraya getirdiniz bu adamı, alın geri götürün. Yok yok, birinci şubedeki Amerikalılara verin, bokun soyu herifler kendi cesetlerine kendileri baksınlar!" Ellerini tuttuğu kanlı bezle silip, bir sonraki cesedin üstünü bir kimlik bulabilmek için aramaya basladi.


Bağdat Hava Alanı Amerikan Üssü Morgu, 18:30...


Er Jon Jones ambulanstaki torbalı cesetlere baktı. Son zamanlarda normal bir günde sadece iki-üç kişi ölüyordu, ancak bu gün hayli hareketli bir gündü. Güya Ramazan'ı kutluyordu müslümanlar ama Jon'a göre hepisinin yolu cehennemdi. Göğsünün üzerindeki haç kolyesine elini koyayarak "Dinsiz köpekler" diye mırıldandı ve cesetleri birer birer arabalara koyarak morga taşımaya başladı. Cesetlerden birisinde künye yoktu.


"Teğmenim, burda kimliksiz bi tane var, n'apıyım?"


Masasında, önünde bir elektrikli fan ile oturan Teğmen Clive, bütün bıkkınlığıyla "Ayır bi kenara, diğerleriyle işi bitince doktorlar ona bakarlar artık. Bu gün yoğun bir gün olacak" diye cevap verdi.


Jon ceset torbasına kimliksiz olduğunu belirten "John Doe" etiketini bağlayarak morgun en kenar köşesine cesedi attı ve arkasına bakmadan kalan cesetleri ambulanstan indirmeye devam etmek için yollandı.


Bağdat Merkez Hastahanesi 1 Ekim Morgu 02:45...


Doktor Yüzbaşı Stephen Suskin'e cesetlerden illallah gelmişti. Bombalamadan beri şehirde şiddet patlamış, dini bayram bilmeden birbirlerine girmişti Şiiler ve Sünniler. Amerikalı ve Iraklı askerler düzen sağlamak için çeşitli noktaları kontrole kalkışmış ve ağır kayıplar vermeye başlamışlardı. İki gündür ceset üstüne ceset morga gelmektekteydi. Çoğunluğu ciddi travmalar sayesinde hayatını kaybetmiş, on sekiz-yirmi yaşlarında çocuklar. Stephen'in burada yeni olduğundan morg bekçiliği görevi ona düşmüştü. Irak'a birden fazla defa tayin olan doktorlara morg çok karamsar geldiğinden, yeni gelenlere yaşamın gerçeklerini tanitmak icin onları morga atamak, savasin uzun surecegi belli oldugundan beri bir gelenek olmustu.


Haliyle Stephen'ın bıkkınlığı ve depresyonu anlaşılır bir durumdu. Neredeyse 15 saat önce başlayan nöbeti ile 19. cesedi karşısındaydı. Artık alışkanlığa vurmuş hareketlerle yeni cesedi torbasindan çıkartıp tezgahın önüne koydu ve otopsi kayıtlarının tutulduğu teybin kayıt düğmesine bastı.


"1 Ekim 2008, 02:55. Kimligi belirsiz John Doe. Notlara gore 29 Eylül Bağdat bombalamasında hayatını kaybetmiş. Ceset beyaz. Sarı saçlar, mavi gözler, açık renk ten. Vücut ağır travma geçirmiş. Sol kolu omzundan kopmus. Tahmini ölüm sebebi kan kaybı ve şok. Vücudun geri kalanında çeşitli şarapnel izleri var. Göğüs kafesinin sol tarafına üç ayrı şarapnel girmiş. Bacaklarında çeşitli morarmalar ve ezikler mevcut, muhtemelen sert bir objeye çarpmış. Sağ dizin hemen altında tam bir kırık var."


"Şimdi otopsiye başlıyorum. Göğüs kafesini açıyorum."


Stephen eline testere alıp göğüs kafesini T şeklinde kesti ve elleriyle göğüs kafesini açtı.


"Şarapnel parçalarının üçü de akciğerini sol taraftan delmis durumda. Kalp civarında kanama söz konusu. Şimdi sağ akciğeri inceliyorum".


Stephen birden bire durup sağdaki organı eliyle yokladı.


"Bir gariplik var, akciğerin olması gereken yerde kırmızı bir organ var. Bronşlar sağ tarafa gitmiyor. Bu organın altında küçük yuvarlak baloncuklardan oluşan başka bir organ var".


Cesedi sağ kolundan tutarak yan çevirdi ve sırtına dikkatlice baktı.


"Sırtında bir takım çizgiler söz konusu. Elimle yoklayınca solungaç gibi duruyor ama mümkün değil böyle bir şeyin olması. Bir genetik anomali olsa gerek. Bombalama sırasında bunların açılmış olma ihtimali çok düşük."


Eline, otopsileri kanıtlamak için kullanılan dijital kamerayı alarak yarıkların bir kaç fotoğrafını çekti.


"Otopsiye devam ediyorum, karın bölgesini incelemeye geçiyorum. Mide ve bağırsaklar sağlıklı gözüküyor ancak..."


Şaşkınlık.


"Ancak mide iki parçadan oluşmuş gibi. Safra kesesi ve apandisiti bulamıyorum. Apandisitin alındığına dair bir ameliyat izi vücutta gözükmüyor. Pankreası da bulamıyorum. Sanki birisi bu adamın iç organlarını ordan oraya oynatmış. Pankreasa benzer bir organ buldum ama karaciğerin altına saklanmış. Böbreklerin boyutları hayli küçük, birkaç santim uzunluğundalar."


Er Jon gece nöbetlerinden nefret ediyordu. Cesetlerle uğraşmak zor olsa da geceleri morgda bulunmak daha da zoruna gidiyordu. Mümkün olduğunca zamanını küçük bir odada etrafındaki ölülerin ruhları için dua ederek geçirsede, en azından arada bir doktorlara gözükmenin uzun vadede yaşamı icin daha yararlı olduğunun farkında olduğundan incilini kapatarak diz çöktüğü yerden kalktı ve morgda dolaşmaya başladı. Otopsi odasındaki ısığın hâlâ açık olması doktorlardan birinin hâlâ calıştığını gösteriyordu.


Aylardır morgda çalışmasına rağmen halen ölülerden rahatsız olduğu halde otopsi izlemek ilginç bir haz veriyordu. Bir cesedin ruhsuz bir et parçası oldugunun en güzel kanıtıydı otopsiler. Hiç bir saf ruh bu haldeki bir cesette durmaz, direk cennetin kapılarına giderdi. Saf olmayanlar ve çevrede kalmayı tercih eden ruhlar için ise otopsi güzel bir cezaydı. Sessizce otopsi odasının kapısını açarak içeri girdi.


Stephen olduğu yerde korkudan zıpladı ve gözleri faltaşı gibi açık Jon'a baktı. Otopsi yaptığı ceset önünde her tarafı açılmış duruyordu. Jon yüzbaşıyı bu kadar korkutacağını hiç düşünmemişti.


"Yüzbaşım? Bir şeye ihtiyacınız var mı?"


Stephen başını sallayarak Jon'a "Gel gel," yaptı ve anlatmaya başladı:


"Bu adamın vücudu saçmasapan bir şey. Gözleri mavi ama dikkatlice bakarsan altında bir göz kapağı daha var. Beyni korkunç bir şekilde karışık, girintiler çıkıntılar, ayrıca kalan her şey çok düzenli, damarlar çok güzel bir şekilde düzenlenmiş gibi. Gözlerinden birisini kesip mikroskop altında göz ağına baktım, bulamadım. Normal insanlarda göz damarları on taraftadır, bu adamda ise arka tarafta. Ayrıca çok daha fazla duyargası var. Vücudunun kalanı da..."


Stephhen bulduklarını bir bir Jon'a anlatmaya başladı.


Jon yüzbaşının dediklerini dinledikçe korkusu gittikçe arttı. Karşısındaki bir insan değildi. Bir canavar, yok hayir, bir şeytan! Bir iblis!


"Yüzbaşım, ne yapacaksınız bu cesedi?"


"Kime soylesek inanmazlar, genetik arıza derler, bozukluk derler. İnanılmaz bir şey."


"Yüzbaşım, siz gidin biraz dinlenin. Çok yorgun olduğunuz belli. Siz biraz içerdeki odaya geçip uyuyun, ben burayı toplar temizlerim."


Şok geçirmekte olan Stephen hiç itiraz edemedi. Yavaş yavaş nöbetçi doktor odasına yürüyerek kendisini yatağa atar atmaz derin bir uykuya daldı.


Jon operasyon masasına dogru yürürken içinden geçirdi: "İblisin evladı."


Birkaç saat sonra bir avuç dolar el değiştirdi ve büyükçe bir torba bir taksinin arkasına atıldı.


Sabahın ilk ışıkları doğarken dokuz yüz ikinci yüzyıldan gelen yolcunun zavallı cesedi Fırat'ın kirli sularına bacağına sarılmış zincirin ağırlığıyla gömüldü. Babil'i incelemek isteyen bir araştırmacı birkac bin yıllık bir hata yüzünden pisi pisine böyle gitti.